Paylaş
Yolsuzluk ve rüşvet damgalı skandallar, herhangi bir ‘demokratik’ ülkede, herhangi bir siyasi partinin iktidarını sarsar. ‘Lider’i yaralar. Ancak ‘otokratik’ türlerdeki ‘tek adam’ ya da ‘tek parti’ rejimleri, ‘yolsuzluk ve rüşvet’ skandallarından etkilenmezler. O da ancak bir süre için.
O nitelikte bir skandal Türkiye’de patlak verdiğinde, bundan iktidar partisi AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın ‘sarsılmaması’ mümkün değildi. Zararı en az kayıpla atlatmak, kaçınılmaz ‘sarsıntı’yı asgariye indirmek tek bir yolla mümkün olabilirdi: Skandal patladığı gün, gelişmelerle bir şekilde ilintilendirilen bakanların istifası, Tayyip Erdoğan’ın ‘yolsuzluk ve rüşvet soruşturması’nın en önünde yürüyüp soruşturmanın önünü açması ile.
Tam tersi bir yol tutuldu. ‘Yolsuzluk ve rüşvet soruşturması’na Başbakan’ın ilk tepkisi, bu soruşturmanın önünü kesmeyi amaçladığı apaçık belli bir şekilde. Emniyeti tırpanlamak, yargıyı yürütmeye bağlamaya kalkan genelgeler yayımlamak ve meydanlara çıkıp ‘çok kirli bir operasyon’dan, ‘dış mihraklar’ın Türkiye’nin önünü kesmesinden dem vurmak ve giderek ‘cambaza bak’ esprisi ile ABD Büyükelçisi’ni hedefe koymak oldu.
‘Reis’, ‘işareti’ni böyle verince ‘yedirtmeyiz’ korosu sahneye çıktı. Tayyip Erdoğan’ın ‘yolsuzluk’ iddiaları karşısındaki tavrına, Pakistan’da Muhammed İkbal’e göndermeyle ek yaptı ve “Yol arkadaşları olmadan yola çıkılmaz” dedi. ‘Tarik’ için ‘refik’ gerektiğini söyledi. Tarik, Arapça yol, refik ise yoldaş demek.
Ama dün, isimleri yolsuzluk soruşturması nedeniyle gündeme yerleşmiş olan ‘yol arkadaşları’nın istifaları geldi. Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan ile İçişleri Bakanı Muammer Güler’in istifasından daha vahimi, diğer iki bakanın aksine, oğlu tutuklanmayıp serbest bırakılmış olan Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın da istifa etmesi ve istifasından önce NTV’ye söyledikleri:
“... Sayın Başbakan’ın istediği bakanla çalışmak veya istediği bakanı görevden almak en tabii hakkıdır ve yetkisidir. Fakat rüşvet ve yolsuzluk ifadelerinin bulunduğu bir operasyon sebebiyle istifa ediniz ve beni rahatlatacak deklarasyonu yayımlayınız şeklinde tarafıma baskı yapılmasını kabul etmiyorum. Etmiyorum çünkü soruşturma dosyasında var olan ve onaylanan imar planlarının büyük bir bölümü Sayın Başbakan’ın onayıyla yapıldı. Bu minval üzere bakanlıktan ve milletvekilliğinden istifa ettiğimi açıklıyorum. Bu milleti ve vatanı rahatlatmak için Sayın Başbakan’ın istifa etmesi gerektiğine inandığımı ifade ediyor, yüce milletime saygılar sunuyorum.”
Türkiye’nin yaşadığı ‘absürdlük’ halinin bir başka tezahürü, Bayraktar’ın bu açıklamasını yayımlayan NTV, daha sonra kendi kendisine sansür koymasıyla ortaya çıktı; Bayraktar’ın Başbakan’ı istifaya davetine yer vermedi.
Ama olan oldu. ‘Bomba’nın pimi çekildi. Bomba patladı!
Bu ‘bomba’, Bayraktar’dan kısa süre önce istifa etmiş olan Çağlayan ve Güler’in istifalarını ‘bomba haber’ kategorisinden çıkardı. Zaten, Güler’in son tartışmalar ortaya çıktıkten sekiz gün sonra istifa etmesi, istifa edene dek kendi bakanlık teşkilatında ‘şaibeli’ birçok atama ve yer değiştirmenin gerçekleşmesi, çok gecikmiş istifayı hayli değersiz kıldı.
Eski Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın Radikal’e söylediği gibi: “Bu kadar süre görevinde kalması ve üstelik Emniyet Teşkilatı’nda bunca atama yapması hukuk devleti açısından da siyasi etik açısından da kabul edilebilir bir tutum değildir. Adı geçen öteki bakanların da elbette daha önce istifa etmesi beklenirdi... Bu gecikme sırasında yaşanan tartışmalar hiçbir zaman toplum hafızasından çıkmayacaktır...”
Hiçbir zaman toplum hafızasından çıkmayacağı gibi, artık bundan sonra yaşanacak her lahza, Başbakan için çok ama çok sıkıntılı geçecektir.
Tayyip Erdoğan, büyük siyasi yanlışların sonucunda, taraftarlarının dilindeki ‘Yeni Türkiye’yi meydana getiren ‘Devrim’in sonunu getirmiş, ‘Devrim’ kendi evlatlarını yemeye başlamış ve ‘Devrim’ kendine özgü bir ‘iç savaş’a dönüşmüştür.
Bu konuda dünkü Taraf’ta İslami kimlik taşıyan Mücahit Bilici son derece çarpıcı bir yazı kaleme aldı. Yol gösterici bölümleri şöyle:
“... Fiili başkanlık sistemiyle yönetilen muhalefetsiz Türkiye’de en nihayet yargı neredeyse bir parti gibi nispi bir özerklik göstererek yolsuzluklara karşı operasyon yaptı. Yani Kuvvetler Ayrılığı ilkesi garip bir şekilde tecelli etti. Yürütmesi Parti olan bir ülkenin Yargısı da Cemaat olur.
... Ama biri parti diğeri cemaat, biri şeffaf diğeri değil diyenler olacaktır. Halbuki Parti de Cemaat de Türkiye’de devrimi gerçekleştiren ortaklardır. Devrim sonrası iç savaştır yaşanan.
... Bugün üç acıklı şey yaşanıyor: Bir; Türkiye’nin istikrarlı ve temiz görüntüsü çöktü. İki; AK Parti’nin sanıldığı gibi ak kalmadığı ortaya çıktı. Üç; Gülen Cemaati gibi dev bir cemaat siyasi çatışmanın nesnesi ve muhatabı oldu.”
Yazısının son bölümlerinde “Öyle görünüyor ki, Cemaat, hükümetin darbeleriyle çok şey kaybedecek” diyen ama buna rağmen “Cemaat siyaseti ve bu dünyayı kaybetse bile elinde yine de davası kalır” görüşüne yer veren Mücahit Bilici, hükümet (yani Tayyip Erdoğan) için benzer bir iyimserlik imasında bulunmuyor ve hükümet (yani Tayyip Erdoğan) yandaşları için şu çarpıcı satırlarla yazısını noktalıyor:
“Sebepler dairesinde baktığımızda ihlas noktasında daha iyi konumda olan Cemaat’tir. İsa’yı çarmıha geren Halife’nin nihayetinde kaybedeceğinin bir delili de, başka bütün sebepler olmasa bile, Halife’ye kefen mi yoksa kefen büyüklüğünde insan cebi mi olduğu belli olmayan tekstil ile tezahürat yapan memur ve yalaka ordusunun insani ve İslami edeb konusundaki seviyesidir. Onların Ulu Öndercilik konusundaki ‘fake’ vecdlerinden daha kötüsü, bu riyakârlığın rahatsızlığa yol açmayıp teşvik görmesidir.”
Daha önce de altını çizmiştik; demokratik ülkelerde yolsuzluğun ve rüşvetin, iktidarın en tepelerine tırmanması ve bunun ortaya çıkması halinde, o iktidar, kim olursa olsun, bunun sonuçlarına dayanamaz.
‘Tek parti’ ya da ‘tek adam’ rejimlerinde ise baskı yoluyla bu ‘örtbas’ edilir.
Türkiye, dünden itibaren böyle bir ‘kavşak’a gelip dayandı. Gerçi Tayyip Erdoğan, dün, ‘Yeni Türkiye’ için ‘İstiklal Savaşı’ndan söz etti. Ama, aslında dün, iktidar sahiplerinin ‘hesap verebilir’ olacağı, gerçekten ‘yeni’ bir Türkiye’ye ihtiyacımız olduğu ortaya çıktı.
Paylaş