Paylaş
O gün, tarihçilere göre Fransız Devrimi’nin sona erdiği gündür.
Yeğeni, Louis-Napoléon Bonaparte, Fransız Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı idi. Doğrudan halk oyuyla seçilen ilk Fransa cumhurbaşkanı.
Ne var ki ikinci kez seçilmesinin önüne anayasa ve parlamento engeli çıkınca, bir 'darbe' düzenledi ve 2 Aralık 1852’de, amcasının taç giyme töreninin kırk sekizinci yıldönümünde o da taç giyerek Napoléon III unvanı ile 'Fransız İmparatorluğu'nun 'imparatoru' oldu.
Louis Napoléon ya da Napoléon III’ten yüzyılı aşkın süre sonra, Recep Tayyip Erdoğan 'Türkiye’nin doğrudan halk tarafından seçilmiş ilk cumhurbaşkanı' olmak istedi. 2013 yılının ilk yarısına kadar bu amacına ulaşmasına kesin gözüyle bakıldı. Yılın ikinci yarısıyla (Gezi sonrası) bu amacına ulaşması kuşkulu hale geldi. Ve Tayyip Erdoğan, 'yolsuzluklar'ın ortaya saçılmasıyla birlikte, bu amacına ulaşmasının imkânsızlaşacağı 17 Aralık 2013’ten sonra harekete geçti. O günden itibaren, Türkiye’yi bir 'polis devleti'ne çevirmek için uygun adım ilerliyor.
Karl Marx, kendi yaşam süresi sırasında Fransa’da yaşanan gelişmeyi 'Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i' isimli kitapla anlatmış ve analiz etmişti. Çok muhtemeldir ki tarih, 17 Aralık 2013 tarihini 'paralel devletin tasfiyesi'nin başladığı süreç veya 'Tayyip Erdoğan’ın kendisine karşı ‘darbe’yi önleme tarihi' olarak kaydetmekten ziyade, 'Tayyip Erdoğan’ın sivil darbesi' olarak kayda geçirecektir.
17 Aralık’tan bu yana olanları arka arkaya sıralamak –İnternet ve HSYK yasaları- bu değerlendirmenin, elle tutulur, somut kanıtları halindedir. Son olarak Türkiye’yi bir 'Muhaberat Devleti'ne dönüştürecek, her türlü kurumu ve bireyi Milli İstihbarat Teşkilatı’na 'online hale getirecek' hükümler içeren MİT yasa tasarısı, 'Tayyip Erdoğan’ın sivil darbesi'nin 'istinat duvarları' olarak tarih sicilinde yer bulacaktır.
Fransa’da 19. yüzyılda ülkenin 'seçilmiş ilk cumhurbaşkanı' Louis Bonaparte ile Türkiye’de 21. yüzyılda ülkenin 'seçilmiş ilk cumhurbaşkanı olmak isteyen' Tayyip Erdoğan arasındaki 'ortak payda', her ikisinin de iktidardayken 'sivil darbe' yapmış olmalarıdır.
Ali Bulaç, 'İslamcı kesim'in 'içinden' bir düşünce adamı. 'Çıkış yolu bu olmamalıydı' başlıklı dünkü yazısında, 17 Aralık’tan sonra yaşanan gelişmelerle sadece Fethullah Gülen Cemaati'nin değil, adım adım tüm cemaatlerin tasfiye edileceğine dair kaygısını bir kez daha dile getiriyor ve şöyle bir ifadede bulunuyor:
"Ak Parti’nin en etkili isimleri, hatta bakanlar 'paralel yapı'ya inanmıyor ama Ak Parti’nin tepesi buna inandırılmış durumda. Bu herkesi acıtacak operasyonda Hizmet sadece bir enstrüman, belki ilk kurbandır ve maalesef Başbakan tarafından bir 'seçim stratejisi' olarak kullanılmaktadır. Bu, ateşle oynamaktır."
AKP yönetimine ilişkin olarak ise işin 'evveliyatı' konusunda şu teşhisi yapıyor:
"2011 seçimlerinden hemen sonra iç toplumsal, fikrî ve politik güçlerle yaptıkları anlaşmayı bozdular, Ak Parti’nin bir koalisyon değil kendi tabanlarından ibaret olduğunu, Ak Parti’yi bu tabanın her seçimde oyunu arttırarak iktidar yaptığını zannettiler. Demokratlarla, liberallerin önemli bir bölümüyle yollarını ayırdılar.
Ak Parti’ye destek veren grupların tamamının arzusu 'yeni sivil anayasa' idi, 12 Eylül 2010 referandumu, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün seçimi ve 2011 seçimleri bunun göstergesiydi. Ak Parti kurmayları 'Aslında bu anayasa da fena değil, herkes tepe tepe kullandı, biz de kullanalım' deyip anayasayı askıya aldılar… Anayasa olmayınca Kürt sorunu çözülmedi, araçsallaştırıldı, Aleviler ilk noktada çırpınmaya devam ediyorlar, gayrimüslimler bildiğiniz gibi!"
Unutmayalım, AKP (daha doğrusu Tayyip Erdoğan), 2007’de yüzde 47 oy aldığı (ve o sayede 'Ergenekon'a karşı tavır alıp, 'askeri vesayet'i sonlandırma adımları atmaya başladığı seçimlerden önce Prof. Ergun Özbudun’a bir kurul oluşturtup 'yeni anayasa' çalışması yaptırtmıştı.
Ergun Özbudun ve arkadaşlarının taslağı, 2007’den sonra rafa kalktı ama tartışmalı biçimde 'Başkanlık sistemi'ni de öngörse, bir 'yeni anayasa' tasavvuru devam etti. 2010 ve 2011’de 'Demokratlar'ın AKP’de süren 'kredi'si de büyük ölçüde, 'yeni, sivil ve demokratik anayasa' beklentisiyle ilgiliydi.
Ne olduğu ya da olmadığı yukarıda alıntıladığım Ali Bulaç’ın satırlarında mevcut.
Türkiye, bir 'askeri darbe ürünü' olan 1982 Anayasası ile yönetilmeye devam ediliyor ve Tayyip Erdoğan’ın yürürlüğe koyduğu '17 Aralık Sivil Darbesi'ni ve dolayısıyla onun iktidarını sağlama almayı öngören ve Türkiye’yi bir 'polis-Muhaberat devleti'ne dönüştürmekte olan yeni yasalara sahip oluyor.
Tam böyle bir dönemde, Obama’nın uzun bir aradan sonra Tayyip Erdoğan ile telefon görüşmesi yapması (çarşamba gecesi) ve ertesi gün (perşembe) gerek Demokrat, gerekse Cumhuriyetçi 'Washington ağır topları' sayılan 84 kişinin imzasını taşıyan ve Obama’ya 'Tayyip Erdoğan’a karşı sesini yükseltmesi' istenen 'mektup' önemli. Buna bir de cuma günü New York Times’ın bir kez daha Türkiye’de demokrasi ihlallerine değinen başyazı yayımlamış olduğunu da ekleyelim.
'Mektup', özellikle önemli, zira çok kötü dönemler de balayı zamanları da yaşamış olan Türk-Amerikan ilişkileri tarihinde böyle bir şey yok. İlk kez oluyor. İmzacılar arasında bulunan önde gelen Neo-con yazarlara ve eski yönetimin yetkililerine bakarak omuz silkemezsiniz. Zira, aralarında ABD’nin en saygın demokrat kişilikleri de var.
Washington’daki Türk gazetecisi İlhan Tanır, blog'unda, Obama-Erdoğan görüşmesi ve 'mektup'un anlamına şöyle değindi:
"Uzun aylar sonrasında çarşamba günü yapılan telefon konuşmasında da Obama, Erdoğan’ın istediği morali bulmasına izin vermedi. Telefon görüşmesini, Center for American Progress’deki Türkiye uzmanı, aynı zamanda mektubun imzacılarından biri olan Michael Werz şöyle yorumladı: ‘Başkan Obama, Beyaz Saray’ın endişelerini artık özel görüşmelerle sınırlı kalmayacağının sinyalini verdi. En basitinden denebilir ki Başkan Obama’nın, görüşmesinde anahtar bir müttefik ülkeye hukukun üstünlüğünü hatırlatma zorunda kalmış olması dahi kendi başına durumu anlatmakta zaten.’
Mektuba imza koyan başka bir isim ise mektubun içeriğinin Washington’da yapılacak son müdahale olmayacağını, Türkiye’deki çoğulculuk ve özgürlükleri koruma adına yapılan bu uyarının ABD’nin AB ülkelerine yaklaştığının bir işareti olduğunu söyledi."
Geldiğimiz noktada şu soruları soralım:
Türkiye, 'Tayyip Erdoğan’ın 17 Aralık Darbesi' ile ABD ve AB’ye rağmen, anti-demokratik bir ülke olarak, Batı sistemi içinde kalabilir mi?
Türkiye’nin Batı sisteminden çıkmasına, 'uluslararası sistem' izin verir mi?
Cevapları aramadan önce, Ukrayna’yı izleyin...
Paylaş