Paylaş
Aşağıdaki yazı, malum 'Tayyip-Bilal görüşmesi' sahte ya da montaj değilse -ki, olmadığını kesine yakın bir kuvvetle tahmin ediyorum- geçerlidir. O gözle okuyun.
Tarih, Türkiye'de 17 Aralık'tan sonra daha da hızlı akmaya başladı. 17 Aralık sonrasında yani bir süre önce İslami kesime mensup eski bir dostla muhtemel 30 Mart seçim sonuçları üzerinde sohbet ederken Tayyip Erdoğan için "30 Mart'a kalmaz. Ülkeyi terk etmek zorunda kalacak" diye bir söz sarf etmişti.
Önceki gün Kemal Kılıçdaroğlu'nun CHP grubunda yaptığı ve muhtemelen önümüzdeki günlerde çok önemli olduğu daha iyi ve daha çok anlaşılacak olan konuşmayı dinlerken Erdoğan'a yaptığı öneri dikkatimi çekti: "Ya helikoptere atla, ülkeyi terk et veya istifa et" diye iki tercih sundu Tayyip Erdoğan'ın önüne. İlginç...
Denebilir ki 30 Mart seçimlerine şunun şurasında bir ay kadar zaman kaldı; sabredelim ve görelim. Zaten, Tayyip Erdoğan ve trol'leri, sürekli 'millet', 'sandık' ve 'seçim'i eşanlamlı kullanarak 30 Mart'ta alınacak –kendilerince- 'tatminkâr bir oy oranı' ile tüm muhaliflerini susturacaklarını ve Türkiye'deki 'demokrasi sapması'na 'güvenoyu' almayı tasarlıyorlar.
30 Mart'ın ne sonuç vereceğini bilemem ama 'demokrasi=seçim ve sandık' diye bir denklem olmadığını gayet iyi biliyorum. Seçim, elbette bir demokrasi için 'olmazsa olmaz' ölçüdür. Ama seçim, demokrasi demek değildir. Seçim, demokrasinin yerini alamaz.
Seçim ve sandık, "Demokrasinin belirlenmiş parametreleri içinde yürüyen bir sistem ve çoğulcu biçimde yaşanılan bir ülkede, o sistemi kimin işleteceği ve çoğulcu yaşamın güvencesinin hangi siyasi parti veya partiler yönetimi tarafından sağlanacağını belirlemeye yarayan bir ölçüdür." Demokrasinin kendisi değildir.
Seçim, düzenli biçimde çevremizdeki ülkelerden Rusya ve İran'da da var. Siz, hiç, 'Rusya demokrasisi' ve 'İran demokrasisi'nden söz edildiğini duydunuz mu? Bu tür 'demokratik ülke modelleri' var mı?
Ayrıca, Türkiye'nin demokrasi ölçütü, 'aday üyesi' olduğu AB tarafından bir 'norm' olarak kabul edilmiş olan 'Kopenhag Kriterleri'dir. Son iki ay içinde çıkan ve özellikle çıkartılmak isten MİT yasası, 'Kopenhag Kriterleri'nin alenen ihlali niteliğindedir. Türkiye, 'anti-demokratik' yola koyulmuş, tıpkı Rusya ve İran gibi seçim yapmayı demokrasiyle eşitleyen bir ülke olmayı hedefler bir görüntüdedir.
Ne olursa olsun, 'yolsuzluk ve hırsızlık' şaibesi altına girmiş bir iktidarın sahiplerini, seçim ve sandık 'aklamaz'. Zaten, bu konuyu ele alan ve alacak kurumlar, demokratik ülkelerde bulunur.
Türkiye, yeterince 'demokratik' bir ülke olamadığı ve son dönemde demokrasi yolundan ciddi biçimde saptığı için, bugün, 'yolsuzluk ve hırsızlıkla mücadele' ile 'demokrasi mücadelesi' iç içe geçmiş ve öncelik kazanmıştır.
Şimdi sıkı durun; tüyler ürpertici ve çok can sıkıcı bir 'bilgi'yi paylaşayım. Dünyanın en saygın ve etkili dış politika dergisi olarak bilinen Foreign Affairs'de Tom Keatinge imzalı 'Turkey's Dirty Money' başlıklı yazı çıktı. Yani, 'Türkiye'nin Kirli Parası'. Alt başlığı 'Ankara Niçin Hâlâ FATF'nin Gri Listesinde?'
FATF, Financial Action Task Force'un (Mali Eylem Görev Gücü) başharfleri. Yazı, ne olduğunu da şöyle açıklıyor: 'G-7 tarafından, kara para aklanması ve terörizmin finansmanı gibi hususlarda ülkelerin çabalarının eksikliğini görerek, yasadışı mali işlemlere karşı koymak amacıyla küresel standartlar koymak ve geliştirmek' için kurduğu bir yapı.
Şimdi okuyalım:
"Bu ay başında finansçılar, banklerler ve yatırımcılar, heyecanla, 2013 yılında terörizmin önlenmesini önlemek için bir yasa çıkartmış olan Türkiye'nin FATF'ın yüksek risk ve işbirliğinden uzak yargı listesinden çıkarılıp çıkarılmayacağını beklediler.
Sonuç? Hayal kırıklığı. Türkiye, FATF'ın rahatsızlık verici ülkelerin yer aldığı gri ülkeler listesinde kalacak. Kurul, en ziyadesiyle Türkiye'nin terörist varlıkların –mal-mülk-hisse-para kabilinden cç- tanımlanması ve dondurulmasında zayıf araçlara sahip olmasından kaygı duyuyor. Örneğin, 'terörist varlıklar'a ilişkin yeterli yasal bir tanımı yok Türkiye'nin ve bunları tümüyle kriminalize etmiş değil. Dolayısıyla, kurul (yani FATF) yatırımcıları ve diğer ülkeleri Türkiye'ye dalmadan önce iki kez düşünmeye çağırmış oluyor.
Türkiye için, 2011'den beri yer aldığı FATF'ın gri listesinde kalmanın travması, Kenya ve Tanzanya'nın 'FATF ile bir eylem planı üzerinde anlaşarak sağladıkları gelişmeden ötürü' listeden çıkarılmış olmalarıyla daha da kötü oldu. Türkiye, el-Kaide ve Taliban bağlantıları olan bireyler ve yasal kuruluşların varlıklarını dondurma kararı ve yeni yasası sayesinde, elbette ki, aksi yönde bir muamele bekliyordu. Olmadı.
Muhakkak ki, daha da kötü bir sonuç çıkabilirdi. Şubat ortasında Paris'te yapılan FATF toplantısından önce, Türkiye'yi 'gri' listeden 'koyu gri'ye indirmekten söz ediliyordu. 'Koyu gri' listede hiçbir ülke yok ve o liste, İran ve Kuzey Kore'nin yer aldığı listenin bir üstü. Türkiye'nin buna inmesi hiçbir zaman beklenmiyordu..."
Şimdi de sorabiliriz:
Türkiye'nin 'gri liste'den çıkamamasında acaba 17 Aralık sonrası ortaya saçılan ve Yasin el-Kadı ailesi ile Erdoğan ailesi arasındaki mal-mülk ilişkilerinin, önceki gün tüm dünya basını ve kamuoyuna yansıyacak şekilde yayılan 'Tayyip-Bilal görüşmesi'nin içeriğinin hiçbir etkisi yok mu acaba?
O görüşmede söz konusu olan paranın kaynağı ne?
Bir-iki soru daha...
FATF'ın 'gri listesi'nden Şubat 2014 itibariyle çıkamamış bir Türkiye'nin Batı destekli bir 'bölgesel güç' olarak dünya politikasında yer alması mümkün mü?
Bu görüntüye gelmiş bir Tayyip Erdoğan'ın bu görüntüye getirdiği bir Türkiye'de siyasi geleceği olabilir mi?
Olmalı mı?
Paylaş