Paylaş
New York Times başyazısının başlığı 'Turkey’s Internet Crackdown' idi. 'Türkiye’nin İnterneti Çökertmesi' gibi tercüme edilebilir. Yazıda, Abdullah Gül’ün adı yazının en başında ve en sonunda geçiyordu. Şöyle:
"Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türkiye’nin devlet başkanı, şimdi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın hükümetinin özgür ifadeye yönelik saldırısına katılmıştır. Salı günü, Gül, parlamentodan daha önce geçmiş olan internet üzerindeki hükümet kontrolünü sıkılaştırarak Erdoğan ve müttefiklerini genişleyen bir yolsuzluk skandalından kurtarmayı amaçlayan yeni bir yasayı onaylamıştır..."
Başyazıda, bu yasayı Gül’ün onaylamasından önce bile, Türkiye’de binlerce web sitesini yasaklayan sert yasaların bulunduğu hatırlatılıyor ve yeni internet yasası için şu niteleme kullanılıyordu:
"Yasa, Türkiye’nin demokrasisine en son vurulmuş bir darbeden ibarettir. İktidarda on yıldan fazla bir süredir bulunan Erdoğan daha otoriterleşmiştir ve bunun sonucunda daha da büyük ölçüde çatışmaya girmiştir."
Türkiye’nin tüm dünyaya verdiği 'yeni imaj' bu. Abdullah Gül’ün bir grup Türk gazetecisine yaptığı "Yanlış bilgi vermişler" şikâyeti ile silinecek bir 'imaj' değil bu.
Başyazının sonunda Abdullah Gül’ün on binlerce Twitter izleyicisini kaybettiği belirtiliyor ve yazı şu cümle ile noktalanıyor:
"Eğer bu otoriter trend geri çevrilemezse, bunun, Türkiye’ye bir müttefik olarak değer veren Batı’ya ve Türkiye’ye ve bir Müslüman demokrasi olarak itibarına maliyeti büyük olacaktır."
Abdullah Gül’ün İnternet Yasası’nı onaylaması, Tayyip Erdoğan’ın 'faşizan rotası'na karşı, kendisinin pek sevdiği deyişle 'checks and balances'ı yani bir tür 'denetim mekanizması'nı sağlaması için Cumhurbaşkanlığı makamından beklentiler içine girmiş olanlarda hayal kırıklığına yol açtı.
Nitekim, hafta başında, Mehmet Altan, T24’te 'Erdoğan, Gül ve Kürtler' başlıklı yazısında "Uzun süre Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde çalışmış, AB müzakerelerinde rol almış, Dışişleri Bakanlığını üstlenmiş olan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Latin Amerika usulü bir faşizm peşinde koşmaya başlayan Başbakan Erdoğan’a kıyasla Özal politikalarına daha yakınmış gibi duruyordu... Türkiye’yi tamamıyla karartacak ve geri dönüşü olmayan bir yola sokacak olan MİT Yasası’na da itiraz etmez ise bu (Tayyip Erdoğan ile arasında var olduğuna hükmedilen cç) ortaklık iyice pekişmiş olacak. Otoriter ve totaliter bir Türkiye felaketinin peşindeki Tayyip Erdoğan’a karşı, daha önceleri uluslararası kamuoyu ve dünya medyası Abdullah Gül’ü güvence sayarken artık bu yaklaşımdan vazgeçiyor" satırlarına yer verdi.
Cumhurbaşkanı Gül, kendisinin bağlı olduğunu defalarca açıkladığı Avrupa kurumlarını ayağa kaldırmış olan HSYK Yasası’nı onaylaması, pek inandırıcı gerekçeler ileri sürememiş olsa da İnternet Yasası’nı onaylamış olmasından daha da vahim, daha da derin bir hayal kırıklığı konusu. HSYK Yasası’nı onaylarken topu Anayasa Mahkemesi’ne attı.
Herhangi bir yasa için Anayasa Mahkemesi kapısı zaten her zaman açık. Ama bir yasanın yürürlüğe girmesi için Cumhurbaşkanı’nın onayı şart. Cumhurbaşkanı onay vermese de veto edilen yasa tasarısının çıkması imkânsız hale gelmez. Ancak bütün bu prosedür, Cumhurbaşkanı’nın 'siyaset' ve 'hukuk devletini sahiplenme' anlayışı bakımından nerede durduğunun fotoğrafını verir.
Önünde imzasını bekleyen bir de MİT Yasası kaldı. Nasıl bir davranış sergileyeceğini, ondan önceki iki onay imzasının etkisini silip silmeyeceğini göreceğiz.
Abdullah Gül, bu iki onay imzası ile kendi 'siyasi kariyeri'nin önünü açmış olabilir. Belki de tam tersine, kapatmış olabilir. Göreceğiz.
Aynı şekilde, Başbakan Tayyip Erdoğan ile arasındaki siyasi ortaklığı sürdürmekte ısrar etmenin kendisine neler getirip götüreceğini de göreceğiz.
Financial Times’ın Dış Haberler Şefi ve –ne ilginç ki- 'Orwell ödülü' sahibi David Gardner’ın dünkü FT’deki (internet sitesi) yazısının başlığı 'Erdoğan is source of Turkey’s problems' (yani ‘Türkiye’deki sorunların kaynağı Erdoğan’dır) idi. Yazıda, Erdoğan’ın 'hâlâ Türkiye’nin en güçlü şahsiyeti olması'na rağmen, 'itibarının, yurtiçinde ve yurtdışı'nda 'onarılmaz biçimde lekelendiğini' bildiriyor.
Basit bir hatırlatma: David Gardner, Türkiye’ye çok sık gelen, çok deneyimli bir gazeteci. 'Yanlış bilgi' ile yazmaz. Yazsa, bugün olduğu yerde olamazdı.
Bu arada, önceki gün, Türkiye konularına yer veren bir Amerikalı siyasi gözlemcinin satırlarında dikkat çeken başlık ise şöyleydi: 'Tayyip Erdoğan, World’s Newest Billionaire' (yani ‘Tayyip Erdoğan, Dünyanın En Yeni Milyarderi’).
Ve yazının son bölümü:
"Türkiye’nin siyasi sisteminin oturmuş bir demokrasiye, olgun bir demokrasiye ya da Türk hükümetinin kullanmak istediği herhangi bir sıfata uygun olduğu yalanını bir kenara bırakalım. İster yüklenmiş olan altın çubukların ağırlığından ötürü İran’dan havalanmakta güçlük çeken Şah’ın uçağı olsun, ister Zeynel Abidin Bin Ali’nin deniz kenarındaki çeşitli sarayları veya ister Teodorin Obiang’ın (Ekvator Ginesi) satın aldığı mülkler, özel uçaklar ve yatlar olsun, kendi ceplerini doldurmak için hazineyi soymuş olan diktatörler görmeye alışığız. Ama AB’ye girmeye çalışan ve NATO üyesi olan ve dünyanın en başarılı Müslüman-çoğunluklu demokrasisi olarak yaygın biçimde selamlanan bir ülkede üç kez seçim kazanmış olan bir Başbakan'ın –İstanbul’un yoksul bir semtinde büyümüş ve siyaset dışında bir işi olmamış
olan ve paralı bir aileden gelmeyen bir kişi- görev sırasında bir milyar dolar istiflediğini görmeyi aklınızdan bile geçiremezsiniz. Bu, Erdoğan’a yönelik bir suçlama olduğu kadar, ondan çok daha da fazla, Türk sisteminin kendisine yönelik bir suçlamadır. Zira, gerçekten saydam kurumları olan işlevsel bir demokrasi asla böyle bir yolsuzluğun üzerinde yükselemez. Hiçbir demokrasi mükemmel değildir. Örneğin, ABD’nin de birçok kendine ait sorunu var. Ama orada, herkesin gözü önünde on yılı aşkın bir süredir, (Türkiye’deki gibi) böyle bir şeyin oluşabilmesini hiç kimse tasavvur bile edemez."
Doğru. Son on yılın bu şekilde oluşumunda –ben dahil- birçoğumuzun değişik oranlarda payı var.
Ama bugün ve sonrasında, Türkiye’nin 'demokrasi ligi'nden ayrılıp, siyasi kültürlerinde 'yolsuzluk'un 'ana sütü gibi helal' sayıldığı 'tek adam' yönetimlerine alışık 'Üçüncü Dünya Ülkeleri'nden birine dönüşmesinde asla payımız olmamalı.
Bu ülkenin temiz insanlarının böyle bir çabada Cumhurbaşkanı’nı yanlarında görmek istemeleri de çok görülmemeli.
Paylaş