Bilge Egemen

Reina

4 Ocak 2017
0N!Geri sayım yapmışlar mıydı acaba?

Hepsi ya da arkadaş gruplarıyla kendi aralarında. Sırf geyik olsun diye. Ya da can-ı gönülden seve, isteye.

Eğlenirken ya da göz kapakları artık yavaş yavaş uyku isterken.


DOKUUUUUUUUZ!
Dilek dilemişler miydi?
Sağlık, aşk, para. Bolluk, bereket.
Tabii huzur. Huzur, huzur, sonsuz huzur... Huzuru unutmayalım. Huzur hep en başta.


Yazının Devamını Oku

Yedin bitirdin bizi ey 2016 kimleri kimleri alıp götürdün

28 Aralık 2016
“Hadi artık kışt, kışt” diye yazmış biri 2016’ya ithafen instagram’ında. Diğeri, “Eşekler kovalasın seni” demiş feysbuk’unda. Saygıda kusur edilesice çünkü. Yaşlı başlı olsa da, bu yıllanmış olduğu kadar da bıktıran yıl.

Amma da öldük öldük dirildik bu sene. Ne çok daraldık. 4 artı 1 daire ferahlığındaki ruhlarımızı, şehrin fersah fersah uzağındaki 1 artı sıfır stüdyolara tıkıştırdık. Olanlar zaten bildiğin hikayeler. Tekrar sayıp, göğüs kafesini danaların oturumuna açmayacağım. O yüzden lütfen dur, gitme. Sabret sabırsız ve tatlı okur.

Aslında şuursuzuz hepimiz. Her yıl aynı şeyi yapıp, hiç ders almıyoruz. Artık havai fişekler patlata patlata, umutlarımızı kabartma tozlarıyla abarta kabarta, omuzlarına apoletler, başına taçlar taka taka, önünde reveranslar yapa yapa karşılıyoruz her gelen yeni yılı. Külkedisi’nin üvey kızkardeşleri gibi şımartıyoruz.


Sonra gider ayak bir tekme tokat dövmediğimiz, ensesine şaplak indirmediğimiz kalıyor. Merdiven altına atıp, kuru ve buzlu tahtalarda yatırıp, bütün yağlı balıklı bulaşığı ona yıkatıp, uğurluyoruz. Narsist bir sevgili gibi. Önce yücelt, yücelt, daha da yücelt sonra yerin dibine sok.


Ama bu 2016 da az değildi hani. Sanki biraz hakketti. Çekip giderken gençlik yıllarımızın yarısını baltayla tak diye kesti.


Yazının Devamını Oku

Senin yerinde olmayı hiç istemezdim

21 Aralık 2016
Canım sıkkın.

Sağır sultan ve sen gibi.

Neler oldu yine bu 1 haftada? Ah sorma.
Canım sıkkınken ve gün ağırırken, Karşıyaka’dan vapura atladım. ‘Bu İzmir’in martıları ne kadar da minik, halbuki İstanbul’unkiler aksine Hollanda ineği misali besili’ diye şaşa şaşa Alsancak’a ulaştım.
Google’lamak yerine bu çok mühim soru işaretini, “Amaaan belki de metropoldeki acımasız rekabettir İstanbul martısını Muhammed Ali Clay kıvamında yapan” kararına varıp, Kordon’a ayak bastım.
Cihangir’de yaşarken bazen martıların gürültüsünden uyuyamazdım.
Bazen de Brahms’tan senfoniler söylerdi İstanbul’un martıları bana.
Hayat dengesiz.

Yazının Devamını Oku

Abim ve dillere destan bir gezi rotası

14 Aralık 2016
“Tik, tok. Artık ölme vakti geldi. Ama yerine ölmeye gönüllü bir başkasını bulursan yırtarsın” dese melekler... Daha ben dönüp de kendisine rica etmeden “Hay hay” deyip, hemen oracıkta şıp diye ölüverir: Abim Fatih.

Hayattan illallah ettiği ya da ben Hint kumaşından yapılmış, kenarlarına sırmalar işlenmiş bir kardeş olduğum için değil. Bütün ailemiz, yedi sülalemiz, kedimiz, hatta senin için bile ölebilir. Yeter ki sevsin seni. Kalbi Külkedisi kadar temiz, ruhu Rahibe Teresa gibi merhametlidir.

Bir de zehir gibidir. İzmir Kız Lisesi’ndeki matematik öğretmenimiz dönem ödevi niyetine, şubat tatilinde tek bir kazık soru verirdi. Sonucunu da söylerdi: “EKSİ 2!” Üst sınıfların en çalışkanlarına giderdik. Çözerdik de çözerdik. Sonra bir bakardık yine çözememişiz. O eksi 2’ye bir türlü erişememişiz.
Sonra ben alır o tek soruyu evdeki yemek masasının üzerine sere serpe atardım. Sanki oraya yanlışlıkla düşürmüş gibi. Geçerken gözü takılır, eline kalem alır, kargacık burgacık yazısıyla 10 saniyede çözer, yoluna devam ederdi. Buyur karşında topaç gibi yeni doğmuş, güneş gibi parlayan “-2”.
Bir de delidir. Ortaokula giderken Soma’da oturduğumuz o 1 yılda, terasta paçalı, paçasız, desen desen güvercin besledi. Bir keresinde yavru bir güvercinin peşinden 3’üncü katın terasından gerilip gerilip yan apartmanın terasına atladı. Hiç şaşırmadık. Çünkü ilkokulda Bornova’da oturduğumuz 8’inci katın balkon demirlerinde yürüyüp (çamaşır ipine tutunurdu en azından) bizimle muhabbet etmesine alışıktık. Annem içeride ütü yaparken, aşağıdaki caddede sular seller gibi arabalar akarken, karşı apartmanlarda insanlar çıldırırken, o bir sirk insanı misali demirlerde volta atar da atardı.


Fatih ayrıca gözü kara bir aşıktır. Bir gün İstanbul’da tişört, şort ve terlikleriyle minik mobiletine atladı, ekmek almak üzere evden çıktı. Ekmek aldıktan sonra aklına aşık olduğu ama bir türlü açılamadığı kız takıldı. Kız Bulgaristan Sofya’da bir otelde çalışmaktaydı. Elinde ekmekle, altında mobiletle saatlerce gitti. Çiçek yerine ekmeği mi verdi bilemem ama kızın karşısına çıkıp aşkını ilan etti. Kız sonra karısı (Aylin) oldu.
Amma da geveze bir insanım sevgili okur. Asıl niyetim sana Fatih’in nasıl bir gezgin olduğunu anlatmaktı. Konuyu bak yine nasıl dallanıp budaklandırdım. Sayfalardan taşırdım. Bizim bu Fatih ODTÜ’lerde mühendislik okudu. Ama daha öğrenciyken yurtdışı rehberi olarak çalışmaya başladı. Dünya kazan bizimki kepçe. Bir gün ararsın Yeni Zelanda’da çıkar, ertesi gün Kenya’da.

Yazının Devamını Oku

Kadınlar ne ister?

7 Aralık 2016
Bu hafta İzmir’de de kadınlar sokaktaydı. Çünkü önemli bir yıldönümü kutlanmaktaydı. Biz Türkiye’de kadınlar Atatürk sayesinde 1934’ten beri milletvekili seçme ve seçilme hakkına sahibiz.

Dünyada bu hakkı kadınlara ilk Avustralya 1902’de vermiş.

Kadınların oy hakkını Fransa’da 1944, İtalya’da 1945’te aldığını ilk duyduğumda inanamamıştım. İçten içe böbürlenip, havalara girmiştim.
Bu tarihin İsviçre’de 1971 olduğunu öğrendiğimdeyse küçük dilimi gururla yutmuş, içimde matruşkalar gibi kat kat tavus kuşlarının açılmasını engelleyememiştim.
Sonra balonumu Zimbabwe ve Kenya patlattı. Fısss diye saniyede yerle yeksan oldum. Baktım onlar seni, beni çoktan sollamış. Kadınlara oy hakkı verme tarihleri 1919.
Başlangıç çok önemli. Ama ya şimdi?
“Al eline kağıt kalem. Çiz dünya kadın hak ve özgürlükler haritasını. Yerleştir içine Türkiyeli kadını!”deseler sen ne yapardın ey sevgili okur? Annen, kardeşin, kızın, sevgilin, karın ve arkadaşından oluşan Türkiyeli kadına nereyi uygun görürdün? Dünyanın en alçak noktası Lut gölüyle, en yüksek zirvesi Everest arasında nereye oturturdun? Al beni koy merkeze. İsviçreli nereme, Bahreynli ne tarafıma denk düşecek?
Mesleğim dolayısıyla ah bu güzel memleketimizde ne kadınlar tanıdım canımın içi. Aynı mesleği yapmamıza gerek yok. Sen de Jüpiter’de yaşamıyorsun. Hepsini sen de gayet iyi tanıyorsun. Hatta sen belki bizzat O’sun.

Yazının Devamını Oku

Helga teyzenin dairesi

30 Kasım 2016
Alsancak’ta karşılıklı dairelerde yaşardık.Ama tek daire gibi.Dış kapılar tüm gün birbirimize açık.Birinde biz. Karşı dairede Helga teyze, Ülgür amca ve kızları Melike.


Ve arada sırada İstanbul’dan fırtına hızıyla gelip giden oğulları Aycan abi.Tam da vatkalı kazaklar giyip, saçımızı Sue Allen gibi kat kat kestiğimiz, Pink Floyd’un The Wall albüm/filmini tekrar tekrar izlediğimiz, Fil Pizza’dan aldığımız sosisliyi yiye yiye şapşal şapşal gezdiğimiz, Fuar’da Çin pavyonunu ziyaret ettiğimizde Çin’e gitmiş kadar heyecanlandığımız, gözlerimin tam da denizin (Kordon’daki) renginde (kahverengi) olduğu, maç çıkışlarında bir abimin Karşıyakalı diğerinin Göztepeli taraftarlara yumurta fırlattığı 80’li yılların ikinci yarısı ve 90’ların başları...

İşte tam da o yıllarda, görünmez köprüyle birbirine bağlı, o iki dairede ne günler yaşadık. Sofralar kurup, sofralar kaldırdık. Bayramları çoğunlukla bizde, Noel ve yılbaşılarını Helga teyzede koca çam ağacının altında karşıladık. Biz çocuklar için Filistinli babam Ortadoğu, Alman Helga teyze de mahallemizin Avrupa temsilcisiydi. İki daireden de hiç eksik olmayan ve dünyanın dört bir yanından gelen misafirler hepimizi eğlendirip, renklendirirdi.2 annem 2 babam var gibiydi. Hayatımın dönüm noktalarında hep Ülgür amca ve Helga teyzeye de danıştım. İngiltere’ye giderken, dönme kararı alırken, üniversite ve meslek seçerken... Helga teyzeye az mı içimi ters yüz ettim.Mesela, o sıralar 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde öğretim görevlisi olan Ülgür amca bir gün beni karşısına alıp uzun uzun konuşmasaydı, sonrasında ne gazeteci ne de televizyoncu olacaktım. Bambaşka bir mesleğe atılıp, bambaşka bir hayata akacaktım.Toplaştığımızda ve tencereler fokurdarken mutfaklarımızda, “Haydi” derdi babam, hepsi de gitar çalan kardeşlerim Adil, Fatih ya da Cem’e “Gelin buraya ve derhal çalın bize bir, Telli Turna!”Şarkılar sızdı o 2 dairenin pencerelerinden. Kahkahalar bulut oldu. Bazen de gözyaşlarımız, duvarlara nem.O evde ilk önce bir trafik kazası sonucunda Ülgür amcayı kaybettik.Sonra babam gitti.Büyüdük. Dört bir yana saçıldık.Aradan 20 yıl geçti. Ve bu hafta kuzenim Mesut, bir sürpriz olacağını çaktırmadan tutturdu da tutturdu:- Alsancak’ta bir sanat galerisinde muhteşem bir sergi var. Mutlaka gelmelisin?- Adres?- Boşver adresi. Konum atıyorum.Konumu izledim. Ve işte hayat. Buyurun buradan yakın. Karşımda Helga teyzenin dairesi!


Yerce KardeşlerBiri usta bir fotoğraf sanatçısı, diğeri de harika bir mimar. Emin Emrah ve Nail Egemen Yerce kardeşler. Helga teyzenin dairesini satın almışlar. Ve aylarca uğraşıp burayı şahane bir çalışma, yaşama ve sergileme alanına dönüştürmüşler.Şu anda hala gezilebilir ilk enstelasyonlarının adı Yer/Fold. Ve enstelasyonun konusu da sıradan bu dairenin değişimi. Son olarak aldığı hal. Değişimi fotoğraflamışlar, filmini yapmışlar. Bana göre binalar canlıdırlar. Üstelik biz uyurken de uyumazlar. Sesler çıkarırlar. Kaslarını gevşetirler. Ruhları vardır. Dolayısıyla ben sergiyi gezerken Helga teyzenin dairesi beni tabii ki tanıdı. Bütün görmüş geçirmişliği ile çaktırmadan beni selamladı. Burada geçen binlerce anı zihnimde canlandı. Burada söylediğimiz şarkılar kulağımda çınladı.Hiç bir enstelasyon benim için bu kadar duygusal olamazdı. Demem o ki bu sergiyi de bundan sonra gelecekleri de kaçırmayın. Yerce kardeşlere burayı harika bir sanat merkezine dönüştürdükleri için teşekkür ederim.Helga teyze ve Ülgür amcanın dairesine de zaten bu yakışırdı.

Yazının Devamını Oku

Özür dileriz çocuk

23 Kasım 2016
Hepimiz kafayı yedik. Yanaklarımız kızarıp al al olmadan neler söyledik. Senin hakkında. Arkandan değil. Yüzüne yüzüne, bağıra bağıra. Utanmadan sıkılmadan. Sen bizim çocuğumuzsun çocuk. Çıldırdık biz. Ve senden özür dilemedik.

“Kapa çeneni, bi sus” de. Bakmaya tenezzül etmeden gözümüzün içine. Kız bize. Şaplak indir sokağın ortasında ensemize. Terlik fırlat kafamıza kafamıza. Tam 12’den vur. Beynimizin lobunun ortasından tuttur. Ya da çıkar kemerini. Morart, çürüt etlerimizi. Allah rızası için dilendirmeye, trafik ışıklarına yolla bizi. En parlak yazda. En solgun kışta. Ayakkabılarımız olmadan. Çırılçıplak ayaklarımızla. Bombalar patlat, yık evimizi başımıza. Yollara düşür, kaçak teknelere bindir bizi. Batalım. Sonra ölü balinalar gibi sahillere vuralım. 

Dur. Sanma ki bu son. Bunun bile ötesi, yaşarken ölmek diye bir şey var. Ama oralara girmek istemiyoruz çocuk. “Tec.... Tac.. Cin... İst...” gibi kelimeler kullanırsak, ağzımıza acı biber sürmeye kalkarsın diye korkuyoruz. Bizden nasıl böyle cümleler, fikirler, evlendirme projeleri, tasarılar çıktı diye... Belki de bizim adımıza utanç içinde kıvranırsın diye çekiniyoruz.
Sen iyisi mi ninniler söyle bize. Kulaklarımıza pamuklar tıkayıp, uyut hepimizi.
Ya da dur. İstersen lafı hiç boşuna dolandırmayalım. Buyur. Bu kez deneme tahtası biz olalım. Direk, bir seferde, kalbimizden kalbimizden vur.
Sana çocuk gibi bakamadık çocuk. Sana çocuk muamelesi yapamadık. Sana nasıl davranmak gerekiyordu? Psikologlar neredesiniz? Unuttuk. Titrek bedenine kinimizi nefretimizi kustuk. Mal gibi sattık. Bozuk para gibi harcadık. Saçından tutup, seni sürükleye sürükleye top sahasından, oyun odasından çıkardık.
Belki de tek istediğin ödevden kaytarıp, topa şöyle daha artistik bir şut atmak, oyuncak bebeğinin sarı saçlarını 2 dakika fazladan okşamaktı.

Yazının Devamını Oku

İstanbul'dan kaçmamın 12 nedeni

15 Kasım 2016
Önce Pelin'le Uğur kaçtı. Sonra Melda. Derken Müjde'yle Feride. Aç fihrist'imi A'dan Z'ye domino taşları gibi yığılmaya başladı bütün arkadaşlarım, Ege'nin birbirinden güzel ilçelerine.

 

Hem de çoğu kariyerlerinin zirvesinde. Bastılar istifayı. Arkalarına bakmadan terk ettiler İstanbul'u.

Belki de bir tek Hale, Lale ve Jale kaldı geride. İstanbul'un içinde bir yerlerde.

Tamam istisnalar da oldu. Ebru Fransa'ya, Seda Avustralya'ya ışınlandı.

İstanbul kalabalıktı, ah seni yutan koskoca bir metropoldü, içinde birbirinden sürprizli tehlikeler barındırmaktaydı...

Sanma ki sana gerçekten sayacağım tek tek başlıktaki 12 nedeni. Senin zaten doğuştan bildiklerini.

Ama metrosunu günde 6 milyon insan kullandığı halde ve binme sırası tam da sana geldiğinde düdükler, sirenler eşliğinde "Dikkat dikkat metromuz dolmuştur! İçinde zırnık yer kalmamıştır!" çağrısı yapıldıysa ve kapılar kapandıysa ve dışarıda 1 tek sen kaldıysan eğer; kaç kaçabildiğin ilk dönemeçten.

Demek ki artık sen, İstanbul'a sığamıyorsun. Ya da o otobanları ve binaları, kalabalıkları ve dinmeyen uğultularıyla İstanbul'u, sen içinden köpük köpük taşırıyorsun.

Yazının Devamını Oku