Binlerce kilometreyi aşıp gitse de;
O rengarenk kelebekler iz bıraka bıraka hep peşinden koşuşturur.
Kızımız farketmez bile.
Ne ona hava katan kelebekleri ne de peşinden ısrarla geldiklerini. Doğayla uyumludur. Kendisiyle barışıktır.
Bir Ada olmadığı halde
4 yanı denizlerle çevrilidir.
Ya da bir ada olduğu halde
Çakmak çakmak yeşil gözlerini patlata- devire bavuluma ters ters baktı annem. Sanki bavulum bavul değil de az sonra beni, rızam olmadan zorla kaçıracak kötü bir adammış gibi.
“İstanbul’a gidiyorum” dedim. “Çalışmaya.” Kararlı. Onlara asla söz hakkı tanımayacak plastik-metalik bir tonla.
O sıralar başımda kavak yelleri esmekteydi. Havam iki bin beş yüz, kanım deliydi. Üniversiteden yeni mezun olmuş, öğrenciyken çalıştığım gazeteden o gün istifa etmiş, İstanbul’da bir gazetede iş bulmuştum.
Gidiş o gidiş.
O gece ben ve bavulum otobüsteyken, arkamdaki İzmir gittikçe küçülüp soluklaşırken, önümde bilinmezlerle dolu koca ve gri İstanbul büyüdükçe büyürken kalbimden 1 saniyede 4 mevsim geçti. Yol boyunca bir soldum, bir çiçek açtım.
İstanbul’a ayak basar basmaz hayatım hep sol şeritte, saatte beş yüz kilometre hızla akıp geçti. 12’inci kattan fırlatılmış bilye hızında. Maceralar maceraları kovaladı. Haberler, programlar, belgeseller, savaşlar, barışlar, vur patlasınlar ve hemen yanı başında sakın ha çalma oynamasınlar derken, o gece ben otobüste yol alırken doğan çocuklar bugün 23 yaşına geldi.
Yıllar domino taşı gibi küt küt devrildi.