Veyahut en kötü ihtimalle sen de Spiderman, ben diyeyim Batman. Galaksiler üstü tiril tiril birer süper kahraman. Paçalarından başroller ve masallar akan. Sadece Cem upuzun kulaklı, bembeyaz kürkler içinde sıcaktan tombik yanakları al al olmuş, şaşkın bir tavşan.
Ah, ah. O sırada Cem daha 3.5 yaşındaydı. Gittiği yuvada kostümlü parti yapılmaktaydı. Ve ilk kez, çoğunluğun içinde ayrıksı bir ot gibi cıscıvlak kalma deneyimini tatmaktaydı. Biraz da ‘ah kafamı duvarlara vurayım’ bütün bunlar benim yüzümden oldu. Ona kostümleri tek tek gösterirken internetten, hiç ilgilenmemişti. E tabii yaş gereği. Ve tavşan da bana çok sevimli gelmişti.
Ama bak, bütün ebeveynler çocuklarına prens ya da prenses kostümünü layık görmüşler. Sen ne akla hizmet hayvanlar aleminden koca kulaklı tavşanı seçersin? En azından anlı şanlı bir aslan ya da bir kaplan seçseydin bari. Tahmin edersin, bu kadar prenses ve prens arasında buruk hissetti tabii çocuk. Çünkü prensesler ve prensler sadece birbirleriyle ilgilenirler. Cem oynayacak tek bir sincap, dertleşecek tek havuç bulamayınca sıkıldı. “Hadi artık eve gidelim de gidelim” anne diye tutturdu.
İlk kostümlü partisi işte böyle 5 dakikalık şipşak bir hayal kırıklığıydı.
Bedeninizde sıkışıp kalmış gazları atmosfere yolladıktan sonra rahatça esneyip, yaylanın.
Yıllarca biriktirilmiş gazlar, gün gelir insanı balon gibi patlatıp, testi misali çatlatırlar. Bir bakmışsınız dımdızlak ve “hayat”sız kalmışsınız. Onbin parçaya ayrılmışsınız. Bir tanecik hayatınız vardı halbuki. E bakın işte o da çekip gitti. Allahaşkına değdi mi?
Aman be, bitmez bu endişeler dertler, tasalar. Bari hiç olmazsa 3-5 güncük topuklayıp, uzaklaşın. Bakıyorum da ne çok şey biriktirmişsiniz sırt çantanızda. Yıllarca çöplük gibi içine ata ata. Halbuki çöplükler kalbin aynasıdır. Kalbiniz ve aynanızda derhal bahar temizliği başlatın. Tatile çıkarken lütfen artık bu sırt çantanızı da bırakın. Nasırlarınızı, başınızdaki ak saçı, alnınızın ortasından TEM otobanı gibi geçen kırışıklığı da.
Ooooo size de iyi bayramlar hanfendi
Vallahi de sıkıntılarınızı kapatmaya, fondötenler yetmedi. Göz altı morluklarınız süt gibi oldu ama endişeleriniz bir türlü geçmek bilmedi. Halbuki ne de kolay kurtuluyorsunuz istenmeyen tüylerinizden! İşte bu tüylerden kurtulur gibi kurtulun, sizi kurt gibi kemirip bitiren kara düşüncelerden. Ayıklarken pirincin taşını, tasaları da bir kenara ayırın.
Birkaç kitap, bir iki çerçeve düştü. Ama bitmek bilmedi.
Bazen saniyeler geçmek bilmezler. Bazen 1 saniye 30 yıla eşdeğer. Bazen de bir yüzyıldan beter.
Bir keresinde uçağın açık kapısında duruyordun. Paraşütle tandem atlayışı yapacaktın. Uçak hızla ilerlerken, yeryüzü altında minicikken, bulutlar hızla kayıp giderken 3 dediğimizde atlayacaksın dediler.
Biiiiir, ikiiiiiii, ÜÇ.
Deli olmalısın. Atladın.
Serbest düşüş, yani paraşütün açılmasına kadar geçen süre 40 saniye.
Say içinden 40’a kadar. Kurşun gibi son hız düşüyorsun yere 1, 2, 3...
Kafasına taktığı her şeyi. Hem de en ince ayrıntısına kadar. Süsleye püsleye. Tek bir of ya da pof demeye demeye. Fonda her daim kahkaha efektiyle. Sen gözünü açıp kapayıncaya kadar, o restoran açar, zincirler kurar, sonra devreder. Sen, ‘bak kuş geçiyor’ deyip kafanı gökyüzüne çevirip geri döndürdüğünde bir bakmışsın o giyim- kuşam işine girmiş, seni bile tepeden tırnağa giydirmiş. Bir de “Değiş Ton Ton” misali sunduğu televizyon programlarında doktorla doktor, hop aşçıyla aşçı olur. Bir gün gezgin, ertesi gün gurme. Girdiği her ortama uygun, kendinden kamuflajlıdır. Bir de arkadaş canlısı. Evinin bahçesinde 50 değil, 120 değil, tamı tamına 149 kişiyi ağırlamışlığı vardır. Yemekli ve müzikli. Üstelik kendi pişirir misafirlerinin yemeklerini.
Geçen sene aniden esti bizimkine. Oğlu Batu’yu eğitim için götürmek istedi yurt dışında bir yerlere. Açtı bilgisayarı. Rastgele bilet bakmaya başladı. O sırada en ucuz bilet Lyon’aydı. Atlayıp, gittiler. Hem şehri, hem orada Batu için buldukları okulu çok sevdiler. Tabii eşi Deniz Erda, biraz fazla mekik dokuyor İstanbul’la Lyon arasında. Ama olsun. Yeni hayatlarını sevdiler.
Demem o ki, eğer Ebru bilet baktığı sırada havayolu, Mogadişu uçuşlarına promosyon yapmış olsaydı biz de geçen hafta oğlum Cem’le Mogadişu’ya gitmiş olacaktık. Ve fakat hayat işte. Sürükledi bizi de Ebru’nun peşinde, hayatta gitmeyi aklımıza getirmeyeceğimiz bir şehire. İyi ki de sürüklemiş. Bayıldık Lyon’da gördüklerimize.
EBRU REHBERLİĞİNDE LYON
Ebru Keser seneler evvel, ‘Devriye’ adlı bir televizyon programında (sor bak, annen, o da olmadı anneannen mutlaka hatırlar) motosiklet tepelerinde fıldır fıldır 5 sene boyunca o haberden bu habere birlikte koştuğum partnerim. Bizim çocuklar bizi her birarada bulduklarında anılarımızı anlattırmaya bayılıyorlar. Bir de “Ya anne siz hakikaten motorsiklete mi biniyordunuz?” diye keh keh birbirlerini dürte dürte gülmeye.
Canın mı sıkıldı bu dünyanın dünyevi dertlerine? At o zaman kendini masmavi denizlerin en dip derinliklerine? Dip derinlikler, dünyanın bütün kafa şişiren, kulak yoran çirkin, tiz seslerini yok eder. Yerçekiminin yıllar yılları yüklediği binbeşyüz kilo ağırlığı sırtından bacaklarından saniyede söker. Boşlukta salınan bir kuş tüyüsündür sen ve artık sadece seninlesindir. Başbaşa, tek başına. Onlardan biri olup, balıklar ve binbir türlü deniz canlısının arasına karışırsın.
20 yıldır kendimi her tamir etmek istediğimde çekiç ve çivi almak yerine elime, 40 yıllık arkadaşım denizlerin kraliçesi, ustaların ustası Nuray’a koşarım. Tek dalışta, Nuray alır beni denizin dibinde bulutların üzerine oturtur.
Ve bazen de dağlar iyi gelir bana. Kırlar. Çiçekler. Kokular. Kuşların, böceklerin ve ayakların toprağa değiş sesi. Pıt pıt pıt. Bu sene de iyi ki Celal’le ve onun sayesinde Ege’de burnumuzun dibinde ne muhteşem rotalarla tanıştım. Celal de trekking’cilerin kralı. Bir de kanyonların. Nuray’ın köpek balıklarıyla, Celal’in kanyonlarda ve mağaralardaki yarasalarla maceralarını sana daha sonra bir, bir anlatacağım. Bayılırsın.
Bu kadar tutkuları peşinde karış karış dünyayı geziyorlar ya... Merak ettim sordum onlara. Acaba Ege’de onların favori yerleri neresi diye.
Dalış için Nuray Ayaydın’ı, trekking için Celal Demirkıran’ı sahneye davet ediyorum.
Mikrofon artık onların.
Onlarca farklı mesleklerden gelen her birimize. İzmir Özel Saint-Joseph Lisesi’nde. Kiminin masasında kocaman “endüstri mühendisi” yazıyor. Kimininkinde “avukat.” Benim masamdaysa “gazeteci.” Ve bak şimdi: Her bir masayı dükkan gibi düşün. Her bir meslek mensubunu da heyecanla müşteri bekleyen dükkan sahibi. Ve tabii müşteriler de öğrenci. Masaların arasında dolaşıyorlar. İlgilerini çeken mesleği bulduklarında tak diye karşımızdaki boş sandalyeyi çekip oturuyorlar. Ve başlıyorlar ileride seçmeyi düşünebilecekleri meslekle ilgili, gençliğin kendinden ateşli, turbolu sorularını sormaya. Her biri filtresiz. Hepsi de zehir gibi.
BİZİM EKSİĞİMİZ NE?
İlk birkaç dakika bildiğin sinek avlıyorum. Tek bir siftah yok. Elimi ayağımı nereye koyacağımı kestiremiyorum. Tavana bakıp tesadüfen buradaymışsın ve umurunda değilmiş gibi ıslık çalsan olmaz. “Gazeteciye geliiiiin gazeteciyeeeeee” diye semt pazarcısı gibi çığırsan yakışık almaz. Zaten beynimin fonunda Fleetwood Mac’tan “You can go your own waaaay!” çalıyor ne hikmetse. Ben de fonumdaki müziğe mi uysam? Gülümseye gülümseye, yandan yandan minik bale hareketleriyle, bir koşu tuvalete gidiyormuş gibi yapıp, okulun arka kapısından kaçıp, şarkıdaki gibi kendi yoluma mı aksam?
Göz ucuyla bakıyorum psikoloğun masasının önü tıklım tıklım. Al ve nazarlardan sakla maşallah. Çatlarsın. Sanki yıl sonu yüzde 50 üzerine bir yüzde 50 daha indirim yapmış, bu öldürücü şok darbeyle kapısında kuyruklar oluşmuş. E şehir planlamacı ve diğerlerinin de öyle. Moralim yerin altında eksi yüzlerde. Peki ya benim mesleğimin eksiği ne?
Alıp kalemi elime, masamdaki kartonun üzerinde yazılı “gazeteci” sıfatını karalayıp, çarpıyla çizsem? Altına, “youtuber, bloggır, animeytır, snepçetır, dijitıl dayrektır” mı eklesem? Ya da Steve Miller’dan “I’am a grinner, I’am a lover...” diye sıfat üzerine sıfat sıralayan The Joker şarkısını mı söylesem? Onların meslekleri her daim klasik de, bizimki neden ezim ezim eziliyor, eskimiş kalıyor her gelen yeni teknolojinin tekerleklerinde? Her yeni çıkan aplikasyonunun dev dalgalarının köpüğünde.
Öldüğünde yıllardan 1948, annemin yaşı da 2’ymiş. 6 çocuğuyla genç yaşta dul kalan dedemi, 6 ay sonra yolda yürürken eşek arısı sokmuş. Ensesinden. Şaka değil, bak. Meğer bünyesi alerjikmiş, hemen oracıkta hayatını kaybetmiş. Düşünsene, annem daha 2.5 yaşında. Artık ne kucağına yan gelip yatacağı şefkatli bir annesi, ne de omzuna tırmanacağı dağ gibi bir babası var yanıbaşında.
Adet olduğu üzere anneler gününde, annesiz büyüyen annemi ziyarete Akçay’a gittik Cem’le. Annemin hatırladığı şöyle tek bir sahne var annesiyle ilgili yıllardır zihninde. Kaz Dağları’nın eteğindeki derelerde yayılmışken biz, ilk kez anlattı torunu Cem’e de: “Dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. Ve her nasılsa ben bahçedeyim. Yağan karı yerlerden toplayıp yemeye çalışıyordum. Tak tak diye cama vurdu bir el. Baktım camın arkasında kızgın kızgın, sakın yapma dercesine bana işaret parmağını sallayan annem.”
Bu, annemin annesiyle ilgili üstelik cam gibi hatırladığını iddia ettiği var olan tek kare. Pencerenin arkasından uyaran ve kızgın kızgın bakan bir anne. Tek sahne. “Bu bir anı değil, rüya” diye, yıllarca az mı direttim anneme. Bir insan 2 yaşının anılarını kökünden söküp getirip, dikebilir mi günümüze? İmkanı yok hatırlamaz da hatırlamaz işte! Ama annemin ta Balkanlar’dan getirdiği öyle inatçı bir damarı var ki ey okur. Karşısına, bu konuya açıklık getirebilecek değil Freud ya da Jung, sıra sıra dağlar gelse, inadına dayanamayıp iskambil kağıtları gibi patır patır yıkılır.
SESSİZ VE BURUK
Zaten kuzenim Melda topuklarını inatla yere vura vura, tutturdu da tutturdu; ‘gidelim de gidelim’ diye. Bayındır’daki çiçek festivaline. Deli mi ne? Ergenlik dönemine girmiş bir genç kız ya da genç bir oğlan ikliminde. Nasıl itiraz edebilirsin ki, çiçeklerle 7-24 fısır fısır konuşan bir Egeli’ye.
Tek tek sevip, okşadı bütün çiçeklerini. Kiminin saçlarını tel tel taradı. Kimininkini örüp, balık sırtı yaptı. Petunya’nın sırtını kaşıyıp, Cam Güzeli’ne bütün sırlarını ve masallarını anlattı.
Biz evinden yola çıkmadan önce. ‘Canlarım gidiyorum ben! Sizlere yeni arkadaşlar getirmeye’ dedi en son. Bir bebekle konuşur gibi, sesini incelte incelte. Çekip kapıyı kapatmadan bütün çiçeklerine.
Vedalaştı. Sonra biz İzmir’den yola çıktık.
Abarttım sanıyorsun değil mi? Koca dev mavi-yeşil gözlü Melda’yı tanısan abartmadığımı aksine azalttığımı anlardın hemen. Şıp diye. Kilometreler kilometreler boyu trafik sıkışıklıklarına denk geldik derken. Çiçek festivaline doğru akın akın, akıyordu Egeliler. Sanırsın, John Lennon’a ikinci bir yaşam hakkı verildi. İşte tam da bugün dirildi. Ve Beatles yıllar sonra ilk kez Liverpool değil de Bayındır’da çıkacak sahneye. Strawberry Fields Forever söylemeye.