Cunda’dan Ankara’ya geleli üç aydır, bizim evin en küçüğü... Siyah-beyaz, upuzun kulaklı, yakışıklı bir av köpeği olacak.
Köpeklerde yavruları koruma duygusu var, Çıtır yatağını ona bıraktı. Suşi ne bulsa oynasın diye ona getiriyor; sehpa ayağı, dolabın kulpunu...
Ama o bir başka yeri özlüyor.
Kimi geceler onu bahçenin çitinin dibine oturmuş, uzaklara bakarken buluyoruz. Kimi zaman uyurken bir anda kalkıp dört bir yanı koklayarak arıyor, belki rüyasında annesini gördüğünü söylüyor Andree.
*
Bütün yavrularını iyi insanlara dağıtıp, en son Postal’ı yanından alıp getirdikten sonra Anne, Cunda’da yalnız kalmıştı.
Bizim Hayrettin her gün yemeğini verdi, veteriner hekim sevgili Furkan tüm bakımını üstlenmişti. Biz sık sık arayıp Anne’yi sorduk...
Ve geçen ay Postal’ı annesine götürmeye karar verdik, anneye "Onu sana getireceğiz" diye sözümüz vardı...
Yol boyu camdan dışarıyı seyretti Postal.
Cunda’ya vardığımızda, yavruları gittiğinden bu yana hep yüksek yerlere çıkıp adaya gelen yola bakan Anne bizi karşıladı.
Postal arabadan inince çılgına döndü...
Annesinin memesini emmeye bile kalktı, anne "Artık büyüdün" der gibi kızdı...
Bir hafta boyunca deliler gibi oynadılar.
Önde Anne, arkada Postal her yeri gezdiler. Bebeklerin doğduğu inşaat, kardeşleri ile oynadıkları tarlalar, yağmur yağdığında saklandıkları garaj, üzerinde uyudukları o samanlık...
*
Ankara’ya döndükten sonra.... Geçen gün... Komşular Anne’nin öldüğünü bildirdiler...
Hep yavrularını beklediği o yerde, uyur gibi, sebebi bilinmeden...
Andree çok ağladı...
Yaşam işte böyle bir şey; ömürleri kısa olduğu için gözlerimizin önünde geçen onların yaşamı ile bizim yaşamamız arasında fark yok... Bizler hangi tarlada umursamazca oynuyoruz, hangi özlemin içinde yanıyoruz, hangi mutlu ya da mutsuz noktasındayız yaşamımızın...
Değişmiyor...
O gece Postal’ı çok okşadım...
Köşesinde uyurken o gece, yine bebek rüyaları gördü, annesiyle oynadı belki...