7 Mayıs 2004
Birkaç yıl önce Kadıköy Bahariye çevresinde başıboş dolaşır, oraya buraya burnumu sokarken keşfetmiştim. Küçücük bir dükkan... Küçük ama sevimli de değil, gayet sıradan, hatta sıkıcı bir yer. Ne vitrini, ne de içeride doğru düzgün rafları var. Adı Berna Giyim... Her şeye rağmen içeri girip, askıdakileri isteksizce karıştırıp da yaka etiketlerinde yazan markaları gördüğümde kesin taklit demiştim. Ne işi var Versace’nin, Dice Kayek’in, Moschino’nun burada? Üstelik bazılarının satış etiketi bile üzerinde duruyor. Hiç giyilmemiş yani.
O gün tanıştım Berna’nın sahibi Tayland Bey’le. En ‘yemem yutmam’ halimle ‘Taklit herhalde bunlar’ diye sordum. ‘Yoo’ dedi, ‘Gerçek’.
Berna, Tayland Bey’in karısının adı. Mağaza adını Berna Yücebaş’tan alıyor fakat eşe dosta haber salıp, binlerce giysi biriktirme fikri, mimar eşi Tayland Bey’e aitmiş. Üç yıl boyunca, bir mağaza açmaya yetecek kadar giysi toplayıp, biriktirmişler. Yaklaşık 3 bin parça olunca da tabelayı asmışlar dükkanlarına.
‘Arkadaş çevreniz pek bir geniş ve hali vakti yerinde galiba’ diye sormuştum. Tamam, üç yılda bu kadar eşya toplanır da hepsi mi ünlü markalara ait olur? Üstelik sadece giysi de değil. Çanta, ayakkabı ve diğer aksesuvarlar da var. Almanya ve ABD’de yaşayan akrabaları varmış, onlar göndermiş. Hem kendi gardıroplarından bağışta bulunmuşlar, hem de oralardaki ikinci el mağazaları dolaşıp, iyi parçaları toplamışlar. Etiketli ürünler de yurtdışından Türkiye’ye mal getiren tanıdıklarının ellerinde kalanlardan oluşuyor. Yani oradaki her şey gerçekten orijinal. Hemen Dice Kayek’in iki eteğini aldığımı hatırlıyorum. Yaz sonuydu, havalar hálá sıcaktı ama ben kaşe etekleri bayıla bayıla almıştım.
O günden sonra düzenli olarak uğradım Berna’ya. Her gidişimde de yeni bir şeyler buldum. Sonra bir ay önce önünden geçerken kapandığını fark ettim. ‘Küçük ama sevimsiz’ Berna, çerçeveci olmuştu. Neyse ki, komşu dükkanlara sormayı akıl ettim. Karşı yakaya, Harbiye’ye taşındığını söylediler.
Geçenlerde yolum Harbiye’ye düştü, bir gidip bakayım dedim. Hani Beşiktaş dolmuşlarının kalktığı ara bir sokak vardır ya, işte o sokağın sağında, yaklaşık 30-40 metre içeride. Sokağın adı Dershane, dükkanın adı hálá Berna. Tabelası bile değişmemiş. Mağaza da yine sıradan mı sıradan.
Ama bu arada ürün sayısı 10 bin olmuş. Ayakkabı çeşidi artmış, sayıları bini bulmuş. Aralarında Tod’s, Harley Davidson markalı olanları var. Tod’s’un çok güzel mavi süet bir ayakkabısı vardı ama 36.5 buçuk numaraydı, alamadım. Üstelik de çok çok ucuzdu ve çok çok iyi durumdaydı. Yanlış hatırlamıyorsam 40-50 milyona satıyorlardı.
Hálá Versace jeanler, Louis Vuitton çantalar, Dice Kayek gömlekler, Moschino takımlar, Diesel pantolonlar var. Louis Vuitton’un hiç kullanılmamış kırmızı bir çantası 400 milyon liraydı. 300 milyona satılanları da var. Dice Kayek düşkünü iseniz hemen gitmenizi tavsiye ederim. Çünkü artık Dice Kayek tasarımları gelmeyecekmiş ve elde kalanlar bitmek üzereymiş.
Elalemin bitli giysilerini mi giyeceğim gibi hijyenik dertleriniz varsa, içiniz rahat etsin. Buraya gelen her şey, önce kuru temizlemecilerin elinden geçiyor. Ayakkabılar da elden geçiriliyor. Raflarda yırtık veya sökük ürünler de görmeyeceksiniz.
Yazının Devamını Oku 30 Nisan 2004
Lycra, Avrupa ve Amerika’da kadın tüketiciler arasında bir araştırma yaptırmış. Araştırmaya katılanlara yaşam tarzları, değer yargıları, vücutlarına ilişkin algılamaları ve satın alma kriterleri üzerine birtakım sorular sorulmuş ve ortaya çıkan sonuçlara göre kadın alışverişçiler 5 gruba ayrılmış. Bunlar metropol kadını, konformist kadın, trendsetter kadın, naturel kadın ve afrodit kadın. Hatırlatırım Türkiye bu araştırmaya dahil değil, fakat ilerleyen satırlarda Türk kadınının alışveriş alışkanlıklarına da değineceğiz.
Avrupa ve Amerikalı kadınlar böyle pek bir afili gruplara dahil olmuşlar ama araştırmaya bakılırsa yok aslında birbirlerinden farkları, hepsi topyekün mükemmel. Örneğin hiçbirinin stres gibi bir derdi yok. Hemen hemen hepsi düzenli olarak spor yapıyor. Sporla arası olmayan bir tek konformist kadın grubu. Zaten bunlar evli ve çocuklu olan kadınlar -evli ve çocuklu olmalarına rağmen neden konformist denmiş anlayamadım- neye benzerse benzesin vücutlarıyla barışıklar. Aslına bakarsanız kadından bile sayılmazlar da, hálá alışveriş yapmayı sürdürdüklerinden listede kendilerine bir yer edinmişler sanıyorum.
Kadınların hepsi iyi kazanıp, iyi harcıyor, hepsi iyi eğitimli, bağımsız ve önder ruhlu, çoğu sosyal olarak gayet aktif, eğlenmeye bayılıyorlar, kararlarını kendi veriyor, modayı sıkı takip ediyorlar hatta yön veriyorlar. Yeni girdikleri ortamlara hemen uyum sağlıyorlar.
Yani ben merak ediyorum var mı hakikaten böyle bir kadın güruhu. Böyle olmaya çalışan çok var, ben de paralıyorum kendimi hem ev hem iş kadını olayım, üstüne selülitlerle başa çıkayım, akşam eve gitmeden bir ‘drink’ alayım, keki fırından iyice kabarmış ama yanmamışken çıkarayım, hep gülücükler saçayım. Ama sabah zor geliyor biraz daha uyumak varken kalkıp 45 dakika yürüyüş yapmak, yatmadan önce sıkılaştırıcı krem sürmeyi hatırlamak, yatakta iki satır -mutlaka Paul Auster, yok yok Meave Binchy de olur- kitap okumak, tanıdığım her yeni insanla sohbet etmeye çalışmak, sinir krizin eşiğinde durup öte tarafa geçmemeyi başarmak. İrsi bir şey demek ki, olamıyorum ben hem Türk, hem mükemmel.
Gelin bir de ortalama Türk kadınının alışveriş alışkanlıklarına bakalım. Geçtiğimiz hafta Özlem Seller’in Alaturka Satış Stratejileri adlı kitabından bahsetmiştim. Kitapta bazı anket sonuçları da yer alıyor. Buna göre Türk kadınları gelecek korkusu taşıdıklarından parasını bir şeye yatırıp, sonra maddi sıkıntı çekmek istemiyor. Kendileri değil, aileleri için yaşıyorlar, alışveriş yaparken kararsız ve güvensizler. Genellikle yanlarında akıl danışacakları birini arıyorlar. Olmazsa ‘Ben akşam kocama bir sorayım, yarın yine gelirim’ diyorlar. Alışveriş yaparken daha çok fiyata takılıyorlar. Kendi bütçelerini tek başlarına kullanma kararı veremiyorlar. Komplike ürünler kafalarını karıştırıyor.
Söylüyorum ben size daha kırk fırın ekmek yememiz lazım diye. AB denetçileri bizim kadınlarla alışverişe çıksalar, bir 15 yıl daha ileri atar üyelik işi.
Yazının Devamını Oku 23 Nisan 2004
Bir insanın adı yaptığı işe bu kadar mı denk düşer: Özlem Seller. Dikkatinizi ‘Seller’ kısmına çekmek isterim. Gerçi ‘Mr. and Mrs. Brown go to the seeside’ düzeyinde İngilizce bilgisi gerektiriyor ama denk düşmüş işte. Hamiyet Yüceses, Sami Hazinses ve İbrahim Tatlıses’ten sonra -ki sonuncusu orijinal soyadı değildir, kendisi isim tashihi yaptırmıştır- şimdi bir de Özlem Seller var. Seller İngilizce’de satıcı anlamına geliyor. Özlem Seller’in işi de satıcılık ve soyadı tamamen orijinal. Kendisi bir süre önce bankacılığı bırakıp, satıcılık sektörüne geçmiş. Şimdi bankacı arkadaşları işsiz güçsüz ortada kalmışken, kendisi ‘Alaturka Satış Stratejileri’ adlı kitabın sahibi.
Satıcı olmaya karar verdikten sonra işini iyi yapmak için sektör hakkındaki tüm kitapları okumuş, seminerlere katılmış. Bakmış hep bir şeyler eksik kalıyor, öğrendiklerini uygulamaya geçiremiyor. Kendi beceriksizliğinden de değil, herkes aynı durumda. Eksik kalanın Türk olmakla ilgili genetik bir sorun olduğunu fark edip bu kitabı yazmış.
Kitap benim için bir cevher tabii. Hemen okuyup bitirdim. Keşke ille de esprili olacağım diye inat etmeseymiş Özlem Seller. Bir de aynı sayfada dört kere beş kere ‘yurdum insanı’ tamlamasını okumak fazla geliyor.
Kitapta ‘Satıcıların Satış Sırasında Yaptıkları Oyunlar’ diye bir bölüm var. Gayet faydalı. Tamamını buraya alamam ama duyunca oyuna gelmek üzere olduğunuzu bilmeniz gereken anahtar cümleleri sıralayabilirim. Örneğin ‘Zam gelecek abi’ cümlesi müşteride kaybetme korkusu yaratmak için söyleniyor. ‘Seneye bu modeller moda olacak’ da gaz vermeye yönelik bir taktik. ‘Şimdi namazdan geldim, yalan mı söyleyeceğim’ kitaba göre ehli müslim oyunu. Bu gruba ‘Allah Allah! Aptesli aptesli yalan mı söyleyeceğim’ de giriyor. Sonra müşteriyi oldu bittiye getiren ‘Siz işinizi görün. Fiyat kolay hallederiz’ var. ‘Az kaldı, hepsini vereyim mi? Ucuz zaten’ dendiğinde de dikkatli olun. Bakın satıcılar ‘Abi ya! Yok, demin bitti. Keşke bir saat önce gelseydin’ derken bile bize oyun oynuyorlarmış. Mağazada satılmayan bir mala yok dememek için böyle söylenirmiş. Son olarak gayet tanıdık olan ‘Daha ucuza bulursanız haber verin, ben de oradan alayım’ cümlesi var ki insanı çıldırtır. Bu da benden daha iyi mi bileceksin oyunu imiş.
Kitapta müşterinin satıcıya oynadığı oyunlar bölümü de var ama bahsetmiyorum, siz bilirsiniz zaten neler yaptığınızı.
FERİŞTAH YENGE, SALDIRAY ABİ
Meğer satıcıların da bir meslek argosu varmış sevgili okurlar. Bakın huyuna suyuna göre müşterilerin arkasından neler söylüyorlar:
Dansöz müşteri: Alacağını söyleyen fakat diğer satıcıları birbirine düşürmeye çalışan müşteri.
Dingil müşteri: Dürüst olmayan, her türlü suiistimali yapan müşteri.
Feriştah Yenge’ye çarpmak: Erkek satıcıya asılan kadın müşteri.
Keçiye rastlamak: Sabit fikirli, inatçı, dediğim dedik müşteri.
Kek adam: Birisinden görmüş, hemen satın almaya çalışan müşteri.
Kusmak: Müşterinin satıcıyı canından bezdirmesi.
Makas atmak: Başkasının müşterisini elinden almak.
Saldıray Abi ile karşılaşmak: Feriştah Yenge’nin erkek versiyonu.
Yazının Devamını Oku 16 Nisan 2004
Yeniliklere açık, modanın peşinde koşan, renkli, heyecanlı ve espri anlayışı yüksek marka T-box, sıkıştırmaya devam ediyor. Geçtiğimiz yıl atlet, tişört gibi çıtır çerez sıkıştırmalıklarla başlamışlardı. Derken havlu işine girdiler, meseleyi şal, gömlek, bluz ve boxer’a kadar vardırdılar. Yılbaşında kırmızı donu atlamadılar, geçtiğimiz günlerde de Brezilya modeli transparan g-string’leri çıkardılar.
Hiçbiri dünyanın en görülmemiş şeyleri, en orijinal tasarımları değiller. Fakat pazarlama tekniklerine karşı koyamıyor insan. Ürünleri sıkıştırıp, 5x5 cm. boyutlarında küpler haline getirmek harika bir fikir. Dev cam kutular içinde dururken, rengarenk şekerlemelere benziyorlar. Üstelik bu kutuları havaalanlarına, otobüs terminallerine, benzin istayonlarına da koydular. Hal böyleyken bünyede ‘Bu acil durumlarda ihtiyaç duyulan bir şeydir. En azından bir tane alıp, çantada bulundurmak gerekir’ hissi ayaklanıyor. Çünkü insan bu tip yerlerde ilk olarak ‘Tuvalete gitsem mi’, sonra da ‘Unuttuğum bir şey var mı’ diye düşünür; ve işte o esnada pat diye karşınızda T-box kutusu bitiveriyor. Satın aldıktan sonrası da ayrı bir eğlence. İçinden çıkan metinleri okurken gülmemek elde değil.
Tek sıkıntı var, kullanıp yıkadıktan sonra insan bir daha aynı güzellikte kırıştıramıyor bunları. Çaresiz ütüleyip kullanıyorsunuz. En azından ben öyle yapıyorum. Ama yine de insan içine kırışık giysilerle çıkma ve bununla da gurur duyma hissini yaşattıklarından tüm T-box ailesine huzurlarınızda teşekkürü bir borç bilirim.
T-box’ın en son marifeti dört farklı işlev ve kokuda çıkardığı prezervatifler sevgili okurlar. Klasik, limonlu, geciktiricili ve fantezi çeşitleri mevcut. Prezervatif ciddi bir iş olduğundan ambalaj içindeki kullanma talimatında fazlaca geyik yapamamışlar. Ben merak ettim, acaba bunu da sıkıştırıp, kırıştırıp mı piyasaya çıkardılar diye... Açtım baktım, gönlünüzü ferah tutun yok öyle bir şey. Her şey gayet normal gözüküyor. Üstelik içinden çıkan ve ışığın durumuna göre giyinip soyunan kadın-erkek resimleri de bonus işlevi görüyor.
Bazı arkadaşlar prezarvatifle birlikte meselenin suyunu çıkardıklarını düşünüyor ama ben T-box’dan daha pek çok vazifeler bekliyorum. Düşündüm taşındım, mesela bir nevresim takımını da sıkıştırp, küpleyebilirler. Onun da ütüsü gayet bezdirici bir meseledir. Efendim sonra pijama yapabilirler ki, bu malzeme de tek kullanışta kırışıverir, tüm ütü emekleri ziyan olur. Sonra daha bunun çorabı var, sutyeni var (mecburen balensiz ve takviyesiz), pantolonu var, sırt çantası var... Bir de arkadaşların her ihtimale karşı çantada taşımalık siyah, streç gece elbisesi talebi var. İş çıkışı acil sosyalleşme ihtiyacı için. Benden söylemesi, buyrun tepe tepe sıkıştırın.
*
Bugün öğrendim Akmina, light maden suyu çıkarmış. Yahu, biz bu maden sularını zaten light diye, zayıflayalım diye içmiyor muyduk? Bana bir terslik var gibi geldi ama haberiniz olsun, maden suyunun da light’ı var artık.
Yazının Devamını Oku 9 Nisan 2004
Geçtiğimiz haftasonu uluslararası bir kozmetik fuarı olan Cosmoprof’u izlemek üzere İtalya’daydım. Her yıl Bologna kentinde düzenlenen bu fuarda sektördeki yenilikleri, en son geliştirilen ürün ve teknolojileri takip etme fırsatını buluyorsunuz. Sen neyi takip ettin derseniz, masaj koltuklarını tek geçerim. Ben bugüne kadar mesafeli yaklaşmıştım bu koltuklara ama haksızlık etmişim. Yani bayağı bayağı masaj yapabiliyorlar. Shiatsu’yu insan elinden denemişliğim vardır, koltuk da hiç fena yapmıyor, söyleyeyim. Beş dakika deneyeceğim diye oturdum, satıcı arkasına bakarken Türklüğüm dürttü, el çabukluğu marifet, programı uzatıp 10 dakika kalkmadım. Fakat dışardan bakınca manzara epey komik oluyor. Takım elbiseli, döpiyesli bir takım ciddi erkek ve kadınlar yan yana koltuklara oturmuş titreyip duruyorlar. Gözler filan da kapatılmış, öyle bir rahatlama hali. Masaj iyi güzel de koltuk için 5 bin Euro verir misin derseniz, vermem. Paket taşımaktan hoşlanmam, otlakçıyım. Eşe dosta yalvar yakar, bir iki dakikadan günde 10 dakika omuz masajını bedava yaptırıyorum zaten.
Yeni ürünlere bakılırsa cilt bakımı teknolojisi de bayağı ilerlemiş. Yarayı bile kapatacak kadar güçlü kremler çıkarmışlar, kırışıklıklar dert değil. Bir de dikkat ettim, kimse artık yaşlı cilt demiyor. Onun yerine olgun cilt demeyi uygun buluyorlar. Şarap gibiyiz ya, ondan olsa gerek.
*
Bugüne kadar adı alışveriş delisine çıkmış, kredi kartı borcu yüzünden akıl sağlığını yitirmiş çok insan tanıdım. Hallerini anlamıyor değilim, alışveriş delisi değilsem de cadısıyım neticede. Boyunu aşan kredi kartı borcuyla işten çıkarıldığı gün koştura koştura alışverişe giden bir arkadaşım vardı mesela. Anlarım, ay sonunda beş parasız kalınca da insanın gözü vitrinlere daha çok kaymaya başlar. Fakat ben bu haftasonu sadece İtalya’ya gitmekle kalmadım, Matrix’e geçtim sevgili okurlar. İnsanlık için küçük, fakat benim için boyut değiştirten büyük bir adımdı.
Beş kadından oluşan ekibimiz, Bologna havalimanına beş valizle indi, dört gün sonra Bologna’dan İstanbul’a kalkan uçakta muhtelif ebatlarda 12 adet ‘çanta’ vardı. Alışveriş merkezi kovalamaktan ne Bologna’yı, ne de günübirlik gittiğimiz şahane şehir Floransa’yı göremeden geri dönenler oldu. Floransa’nın bile dışında bulunan ve Prada, Gucci, Tods gibi ünlü markaları ucuza satan bir outlete varmak için sabah saat 7.00’de yollara dökülündü. İki saat süren yolda trenle 3-4 aktarma yapıldı. Bu arada delicesine alışveriş yapılacağı kesin olduğundan alınanları sığdırabilmek için otelden çıkarken her gün yedek valiz taşındı. Eldeki tüm valizler dolunca, sokaktan ucuza valiz kapıldı. (Bu arada 17 Euro’ya dev valizler satılıyordu, aklım kalmadı değil.) Alışveriş eylemine her gün sanki hiç yaşanmamışçasına baştan başlanmaktaydı. Resepsiyon görevlileri sabahın köründe el çantasıyla çıkıp, akşam karanlığında ikişer valizle dönen bu kadınlara bir anlam verememekteydi. Pazar günü Bologna’da açık mağaza bulunamadığı anlaşılınca, öğleden sonra kalkan uçağa yetişememe ihtimali de göze alınıp, tekrar aktarmalı tren yolculuklarına çıkıldı. Dönüş yolunda valizlerdeki ‘ufak tefek’ fazlalıklar atıldı da, görevliler bizi uçağa aldı, böylece İstanbul’a dönebildik.
Biliyorsunuz alışverişin ilacı bulundu sevgili okurlar. Uzmanlar kompulsif alışveriş bozukluğuna karşı anti-depresanları tavsiye ediyorlar. Saygılar.
Yazının Devamını Oku 2 Nisan 2004
Satın aldığım bir şeyi, mağazaya geri götürüp değiştirmek oldum olası karnımı ağrıtır. Bu konuda maalesef gayet travmatik bir geçmişim var. Sinirden ağlayarak, üstelik değiştirme konusunda başarılı da olamayarak mağaza terk ettiğim olmuştur. Eminim sizin de başınıza gelmiştir. İnsan kendini fena halde beceriksiz ve hakkı yenmiş hisseder.
Bu yüzden müşteri memnuniyetini ilke edinmiş, bu tip problemlerin yaşanmadığı, müşteriye değiştirme yaparken de müşteri gibi davranıldığı yerlerden alışveriş yapmayı tercih ederim. Çünkü bazı mağazalarda satın alırken paşalar gibi karşılanır, değiştirmek zorunda kaldığınızda ekşi suratların kahrını çekmek zorunda kalırsınız. Haftasonları, mağaza içi trafik yoğun oluyor diye değiştirme yapmayan yerler var.
İşte benim için Çarşı Mağazaları da gönül rahatlığıyla değiştirme yapabildiğim yerlerden biriydi. Geçen pazara kadar. Pazar günü Capitol’deki Çarşı mağazasından bir göz farı aldım. Artdeco diye yeni bir marka çıktı. Hani tek bir renk için koca seti almak zorunda kalırsınız ya, bu sorunu ortadan kaldırıyor. Mıknatıslı ve boş kutulardan alıyor, içini dilediğiniz renkte ürünle kendiniz dolduruyorsunuz. Yeşile bakan bir far aldım. Sonra da kahve içmek için yeni açılan cafelerden birine oturdum. Farkında mısınız bilmiyorum, Capitol bu aralar çok değişti. Uzay gemisi gibi 14 tane sinema salonu, yepyeni cafeleri ve mağazaları var. Şimdi daha bir modern de görünüyor.
İnsan yeni aldığı şeylere bıkmadan bakıp durur ya, ben de çıkarıp yeni farıma bir daha bakayım dedim. Eee, bu far kırık ama... Üstelik görmezden gelinecek gibi de değil. Bende değiştirme korkusu var ya, sıkça kandırmaya çalışırım kendimi, ‘Yok canım, değiştirmeye gerek yok, kimse dikkat etmez, böyle de kullanılır’ diye. Yani yeter ki bir terslik olmasın, sinirler bozulmasın.
Fakat dedim ya, boydan boya kırık far. İlk kullanışta dağılır gider, değiştirmek lazım. Hemen karnım ağrımaya başladı. Kahvemi bitirip, mağazaya geri döndüm.
İlk iş standa gittim. Sıra sıra dizili farlara bir daha baktım. En önde köşesi kırık başka bir far daha duruyor. Görevli kadın, ‘Niye değiştirmek istiyorsunuz farı?’ dedi. ‘Ee, kırııık’tan daha mantıklı bir cevap bulamadım. Bu sefer en ‘Sen beni kandırmak kolay mı sanıyorsun’ haliyle, ‘Alırken bakmadınız mı’ dedi. ‘Aklıma gelmedi, bakmadım.’ Oradan değiştirme yapmak mümkün değilmiş, iade bölümüne gidip, değiştirme fişi almak lazımmış. Bir kat aşağıdaki yere gittim. Oradaki görevli de sordu alırken bakmadınız mı diye. ‘Yok, bakmadım işte, salağım ben, kırık mal satmazsınız sandım.’ Karnımdaki ağrı artmaya başladı, belli büyüyecek mesele. Bir saniye diye gitti, beş dakika sonra döndü: ‘Bakın hanfendi, açıkça söyleyeyim, biz kırık ürün koymayız standa’. Orada nevrim döndü işte. Daha demin gözümle gördüm, yavruağzı farın köşesindeki kırığı. Söyledim de görevliye, gözümle gördüm dedim. Siz biraz bekleyin burada deyip, bir daha kayboldu, beş-altı dakika boyunca. Aklımı kaçıracağım, 13 milyonluk şey için harcanan zamana bak. Görevli geri döndü ve ‘Lütfen benimle standa gelip, kırık bir far gösterebilir misiniz’ dedi. ‘Hay hay’ deyip, düştüm önüne. Tekrar bir kat yukarı çıkıldı. Gözüm kapalı uzattım elimi, yavruağzı farın durduğu yere, ama yok, gitmiş. ‘Gördüm, buradaydı’ dedim ve başladım tüm farları tek tek kontrol etmeye. Sinirden ellerim titriyor, bulamazsam yalan söyledim, iftira ettim sayacaklar, 13 milyonluk far için. Eskisini fırlatıp atayım, üzerinde ter ter tepineyim, sonra da çıkıp gideyim istiyorum.
Buldum! Sonunda köşesi kırık bir far daha buldum. Görevli farı alıp yine gitti ve birkaç dakika sonra buyrun size değiştirme fişi hazırlayayım dedi. Bir daha indik alt kata, sonra kasa için bir daha yukarı. Çıktıktan sonra aynı cafeye gittim. Ama bu sefer melissa çayı söyledim, rahatlayayım diye.
Yazının Devamını Oku 26 Mart 2004
42 beden giyen kadınların, 36 beden giyen kadınlardan daha makbul olduğu tespit edildiğinden beri, 42 beden ve üzeri giysiler satan marka piyasası da hareketlenmiş görünüyor. Neredeyse her gün önüme ‘sözüm ona balıketi’ modellerin giydiği tasarımların bulunduğu kataloglar, bültenler geliyor.
ML de piyasaya yeni giren böyle bir marka. Avrupa ve ABD’de pek yaygınmış. 42 beden ve üzeri kadın giysileri satıyor. Üstelik tasarımları hem seksi, hem de trendy. İlk mağaza Capitol alışveriş merkezinde açıldı. İkinci mağaza nisan sonunda Profilo’da açılacak.
Bana soracak olursanız, 42 beden giyen kadınların makbul olduğu tezi büyük bir yanılsamadır. Eğer değilse neden hálá çarşaf çarşaf ‘Nasıl 25 kilo verdim’ haberleri yapılmaktadır ve şiddetle okunmaktadır? Neden indirim dönemlerinde rafta kalan giysiler hep 42 ve üzeri oluyor? Ben itiraz ettikçe, Oscar gecesi kırmızı halıda yürüyen kadın yıldızları gösterip, ‘Ama bak Charlize Theron’a, Catherine Zeta-Jones’a’ diyorlar. Siz siz olun televizyondaki görüntülere aldanmayın sevgili okurlar. Bir defa insan ekranda, olduğundan daha şişman görünüyor. Yani o kadınların yanına ben şu 36 bedenlik halimle geçsem, kesin odun gibi kalın dururum. Üstelik Charlize Theron, rolü için kilo aldı, Zeta-Jones da doğum yaptıktan sonra bir daha eskisi kadar incelemedi. Keyiflerinden kilo almadılar yani. Yine de 42 beden popülaritesinde ısrar edenler varsa, benim en azından kesin emin olana kadar bir gram kilo almaya niyetim yok. Sağlam kanıtlar getirsinler, hemen başlayayım yeniden yemek yemeye.
*
İstanbul’da ilk mağazasını açan diğer bir marka da Peacocks. İngiltere kökenli bir mağazalar zinciri. 1884 yılında kurulmuş, 1990’larda yayılmaya başlamış. Her yıl ortalama 40 yeni mağaza açıyorlar. Üstü kapalı Salı Pazarı diyorlar Peacocks için. Kaliteli ürünleri uygun fiyatlarla bulabiliyorsunuz, iki parça giysi almak için sezon sonu indirimlerini beklemek zorunda kalmıyorsunuz. Kadın, erkek ve çocuk giyim, ayakkabı, ev tekstil ürünleri, iç çamaşırı, aksesuvar, ne ararsanız var. Carrefour Ümraniye’deki ilk mağazayı Bursa ve Ankara’da açılacak olan diğerleri izleyecek. İlle de fiyatlar hakkında net bilgi isterim derseniz; saten gecelik 21 milyon,
bebek jean pantolonu 12.5 milyon, bebek sandaleti 10 milyon, erkek atleti 10 milyon, uniseks jean pantolon 36.5 milyon, spor ayakkabı 36.5 milyon, kadın ayakkabısı 36.5 milyon, kadın ceketi 54 milyon, eteği ise 36.5 milyon liraya satılıyor.
*
Avrupa’nın her kentinde üçer beşer mağazası bulunup, bir türlü Türkiye’ye gelemeyen ve fakat ürünlerinin pek çoğu Türkiye’de üretilen H&M’in meğer burada mağazası yokmuş da pasajı varmış. Beyoğlu İstiklal Caddesi’ndeki Atlas Pasajı’na ıvır zıvır ev aksesuvarları ve hediyelik almak için uğrarım aslında. Her şeyin en fosforlusu, en janjanlısı orada bulunur. Gece lambasının da, çantanın da, tişörtün de... Bu sefer giyim eşyası satan mağazalara girip alıcı gözüyle bakayım dedim. Yahu burada neye elinizi atsanız H&M çıkıyor! Merter’den gelen ihracat fazlası malları satıyorlar. Fiyatlar 15-20 milyon civarında. Gömlekler, bluzlar, etekler... H&M ürünlerine rastlayacağınız 3-4 yer var. Mallar çabuk tükendiğinden sık sık uğramakta fayda var. Her gün yeni bir şeylere rastlayabilirsiniz.
Yazının Devamını Oku 18 Mart 2004
Meğer 9 Mart Dünya Tüpçüler Günü’ymüş, yazık, çok geç haberim oldu. Nesrin Nas’ı televizyonda tüpçülere özel bu günü kutlarken görünce, içim cız etti, ben de işin alışveriş tarafından bir iki satır yazabilirdim diye düşündüm. Neyse, atladık bir kere. Kısmetse seneye gelenekselleşir, o zaman kutlarım. Ajandama not aldım bile. 15 Mart da Dünya Tüketiciler Günü’ydü sevgili okurlar. Benim cuma merkezli haftalık takvimime uymadığından bu gün hakkında da yazamayacaktım ama Allah’tan gündemin göbeğine düştü de, mevzu pazartesiden cumaya kadar söndü.
Dünya Tüketiciler Günü’nde, bizim Tüketiciler Birliği belirli alanlarda ödül veriyor. Bu sene de Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun’a Tüketiciye Saygı Özel Ödülü vermeyi kararlaştırmışlar: ‘4077 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkındaki Kanun’un değişikliğine ilişkin 4822 sayılı yasanın hazırlık ve yasama sürecindeki kararlı tutumu, ilgili sivil toplum kuruluşlarının görüş ve katkılarına önem vererek katılımcı demokrasinin güzel bir örneğini oluşturan çalışma yöntemi ve sonuçta çağın ve ekonominin gereklerine uygun tüketici yasasının çıkmasına ilişkin çaba ve gayretleri’ nedeniyle.
Ödülden sonra Ali Coşkun, katılımcı demokrasinin güzel bir başka örneğini daha vererek Clarins’in selülit kremi reklamını pornografik bulduğunu, ‘Türk örf ve adetleri’ne uymadığını, yasaklanması gerektiğini belirterek soruşturma başlattı. Ben çok merak ediyorum nedir bu Türk örf ve adetlerinin içeriği diye. Canı isteyen, başı sıkışan, başka açıklama bulamayan, aslında sadece kendine ait olan fikirlerin arkasına destek arayan herkes Türk örf ve adetlerinden dem vurmaya başlıyor.
Mesela reklam fotoğrafında kadının neresi gösterilse uygun düşecekti? Ya da şöyle mi sormak lazım: Türk örf ve adetleri nerelerin görünmesine izin veriyor? Elleri, ayakları mı, yüzü mü? Hayır bu selülit dediğin meret de, elde ayakta olmuyor ki! İlle de kalçada, ille de popoda.
Önümüz yaz, bikini-mayo mevsimi geliyor. Kışın yağ bağlayan bölgeleri inceltmek lazım. Bunun için spor yapmak lazım ama fazla zahmetli olduğundan kadınların pek işine gelmiyor. Biz de ne yapıyoruz, koştura koştura gidip, dünyanın parasını sayıp, selülit kremleri, jelleri satın alıyoruz. Hem para harcadığımızdan, hem de ‘bugün selülitlerin için ne yaptın’ yükünden kurtulduğumuzdan rahatlıyoruz. Fakat dediğim gibi spor ve bilinçli bir diyet yapılmadığından bu kremlerin fazlaca bir etkisi olmuyor. Buna karşılık biçimli kalçalara sahip olma ihtirası dinmek bilmiyor. Etrafta sadece selülit kremi kullanarak incelmiş doğa üstü yaratıklara rastlanamıyor. O zaman ne yapılıyor, reklam fotoğrafında en güzel, en pürüzsüz popo olan ürün seçiliyor. Çünkü tıpkı onun gibi olmak isteniyor.
Bu reklamlarla ilgili ancak bir itiraz noktası olabilir. O da, bu tip idealize edilmiş, üzerinde oynanarak mükemmelleştirilmiş kadın vücutları kullanan reklamların, kalçalarında selülitleri, çatlakları, yağları olan gerçek kadınları ulaşılması neredeyse imkansız hedefler göstererek hasta ettiğidir. Türk örf ve adetlerine ne kadar uyduğu veya uymadığı değil.
Clarins’in Türkiye temsilciliğini yapan Guellen Kozmetik’in sahibi Musa Yahya, ‘Bazı ürünlerde mandallı çıplak kadın fotoğrafları kullanılıyor, ama görüyoruz ki mandalsız kadınlar daha çok ilgi çekiyor’ demiş. Eee, tabii mandallı fotoğrafta kadıncağızın selülitleri görünüyor. Demek ki, selülit Türk örf ve adetlerine uyuyor. Neyse, en azından bir ipucu bulduk.
Yazının Devamını Oku