Tiyatroyu seyirciyle dijital yollarla buluşturma girişimlerine bir yenisi Zorlu PSM ve Based İstanbul işbirliğiyle eklendi: Dijital Sahne. Genç ve çalışkan yönetmen İbrahim Çiçek’e teslim edilen 10 oyundan şu ana dek dördü (‘Hamlet’, ‘Martı’, ‘Nora’, ‘Antigone’) seyirciyle buluştu. Seri farklı bir yol seçerek klasiklerden seçilen/kurgulanan kesitler sunuyor. Performanslarsa kuşağının dikkat çeken oyuncularına teslim. ‘Hamlet’te Cem Yiğit Üzümoğlu ile Damla Sönmez’i, ‘Martı’da Selahattin Paşalı ile Öykü Karayel’i, ‘Nora: Bir Bebek Evi’nde Bora Akkaş ile Nilperi Şahinkaya’yı, ‘Antigone’de Songül Öden ile Güven Murat Akpınar’ı izledik.
Nora
Bende oyun değil ama seçilen oyunların göz alıcı bir atmosferde hazırlanmış sunumları hissi yaratan seriyi, seyircinin pandemi döneminde tiyatroyla bağını inceltmemek üzere atılan şık bir hamle olarak izledim. Bu dönemde tiyatro adına yapılan her katkıyı müthiş takdir ederek, bağımsız tiyatro sahnelerinde çok iyi performanslarını bildiğimiz ve uzun bir işsizlik/belirsizlik süreci yaşamakta olan oyuncuları da bu ve benzer projelerde görebilme temennimi dillendirip sözü yönetmen İbrahim Çiçek’e bırakıyorum.
İbrahim Çiçek
Oyunların neden tamamı değil de kısa kesitleri hazırlandı?
Proje tam anlamıyla var olamayan tiyatro sezonunun önizlemesi olarak ortaya çıktı. “Bir gün sahnelere dönersek, böyle oyunlar oynayabilir, bu oyuncuları sahnede görebilirsiniz” demek için. Birçok oyundan kültleşmiş sahneleri yorumlamak istedik.
Kostümden sahne tasarımına ve tabii oyunculuk biçimlerine kadar güncel bir yorum getirmişsin klasiklere. Bu nasıl bir fikri sürecin sonucu?
Oyunları zamansız kılmak üzerine bir reji yorumu yapmaya çalıştım. Mültidisipliner bir çalışma yapıldı. Her oyunun farklı bir noktasında zaman algısını kırmaya yönelikti plan. Kiminin kostümü, kiminin aksesuarı, kimininse metninde oynamalar yaparak bu fikrimi görünür kılmayı istedim.
Boş sahnede orta yaşlarda bir erkek oyuncu oturuyor. Oyuncu ama insan değil; insansı bir robot, android. Ya da -oyun hakkında karşılaştığım bir yazıda yer alan isabetli tanımlamayla- bir ‘actroid’. İnsanla yapay zekâ ürünü insansı robotlar arasındaki belli belirsiz sınırları çözümlemeye çalışmak üzere karşımızda oturuyor. Önünde bir dizüstü bilgisayar, oturduğu koltuğuna mecburen bağımlı, dijital perdeye yer yer yansıtacağı görüntüler ve ‘zihninden’ geçenler eşliğinde bize bir sunum yapacak...
‘Tekinsiz Vadi’ (Uncanny Valley), Alman topluluk Rimini Protokoll’un; metin, konsept ve yönetiminde topluluğun kurucularından Stefan Kaegi’nin imzasının olduğu bir iş. Kundura Sahne’nin çevrimiçi programıyla Türkçe altyazılı olarak gösterimde olan oyun, ismini Japon robotist Masahiro Mori’den almış. Mori’nin 70’lerde kullandığı bu tabir, insanların insansı makinelerle karşılaştıklarında yaşadıkları tekinsiz ve varoluşsal belirsizlik alanını kastediyor.
Peki Kaegi ne yapmış? Alman edebiyatçı Thomas Melle’nin fiziki özelliklerini klonlayıp, kişilik özelliklerini ve davranış biçimlerini de programlayarak Melle’nin oyundaki tabiriyle onun ‘demode bir kuklasını’ yaratmış. Evet, sahnedeki Thomas Melle’ye tıpatıp benzeyen bir android. Seyirciyle buluşup çocukluğundan itibaren kendisinden, edebiyat yolculuğundan ve psikolojik sıkıntılarından bahsediyor. Melle ortadan kaybolsa bile tüm o sıkıcı ‘yazar işlerinde’ (söyleşiler, imzalar, çekimler vs..) hazır bulunabilecek biri. Baksanıza, sahnede kendini çoktan ispatladı!
Boğazını temizleme sesi bile aynı
‘Tekinsiz Vadi’ seyirciyi bu ‘tiyatro makinesi’ aracılığıyla insanın kendisi ve kopyasının var oluşları, ikisinin arasındaki tuhaf, hakikaten tekinsiz ilişki üzerine düşünmeye çağıran bir iş. Oyun esnasında kullanılan görüntülerle ‘gerçek’ Melle de oyuna dahil oluyor. ‘Gerçekçi’ olması adına boğazını temizleme sesini bile atlamadığı robotu, bize insan olmanın temel ölçütünün duygular ve hayattaki rastlantısallıklar olduğunu anımsatırken bir yandan da soruyor: “Neden sizin gibi davranıyorum? Bende kendinizi görün diye mi? Ben sizinle empati kurabiliyorum, peki siz?”
Sinemaya ve edebiyata defalarca kez konu olan ‘insansı robot’ meselesi, 2018 yapımı bu işle tiyatroda bizzat özne olarak kendisini gösteriyor. Benim için en tuhaf ansa izlediğim kayıtta seyircilerin sahnedeki robotu “Bravo!” sesleri eşliğinde coşkuyla alkışlaması oluyor.
Dijital tiyatro tartışması bile henüz tazeyken aktrislerin, aktörlerin yerini ‘actroid’lerin alma ihtimalini gündeme getiren bir oyun ‘Tekinsiz Vadi’.
Karantinayla birlikte tiyatrolar için süren tatsız belirsizlik, karşımıza gündelik alışkanlıklarımız arasına çoktan giren podcast’lerde oyun dinleme seçeneğini getirdi. Yaz ayları boyunca ses tiyatrosu formunda farklı örneklerle karşılaştık ama en kuvvetli kanalardan biri Podacto oldu.12 Eylül’den beri sesli kitap uygulaması Storytell üzerinden dinleyiciyle buluşan Podacto’nun ses tiyatrosu serisi geçen dört ay içinde 50 oyuna ulaştı. İçeride klasiklerden güncel metinlere, yerli ve yabancı oyunlardan Podacto için yazılmış işlere her geçen gün genişleyen bir arşiv var.
Deniz Türkali, Reha Özcan, Canan Ergüder, Esra Dermancıoğlu, Ülkü Duru, Serra Yılmaz, İpek Bilgin, Tuğrul Tülek, Salih Bademci, Gonca Vuslateri, Damla Sönmez, Halil Babür, İştar Gökseven, Selen Uçer ve daha nice isimden oluşan kuvvetli bir oyuncu kadrosu ses veriyor oyunlara.
Nisan Ceren Göçen ve Faruk Özerten’in yapımcılığında gerçekleşen bu ‘kulak tiyatrosu deneyimi’ en çok da incelikle hazırlanmış ses tasarımıyla öne çıkıyor. Kulaklıklarınızla dinlediğinizde kendinizi bir tiyatro anının içinde hissetmeye başlamanız en çok birkaç dakika sürüyor. Birkaç oyunla başladığım dinleme deneyimim benim için hızla alışkanlığa dönüştü. Dahası, ekrandan oyun izleme konusunda kendimi yorgun hissetmeye başlamışken, iyi hissettiren bir tiyatro duygusunun içinde buldum kendimi.
Aralarında evvelden sahnede izlediklerim ya da metnini bildiklerim de var ama ilk önce yazarların bu proje için ürettiği işleri merak ettim. Biraz tesadüfi bir şekilde ikisi yeni, biri kült olmak üzere üç kadın oyunuyla başlamış oldu ‘kulak tiyatrosu’ deneyimim. İşte 50 oyunluk seriden ilk buluşmalar...
BIRAK BU KURT KADIN AYAKLARINI: Derem Çıray’ın yazdığı tek kişilik oyunda Canan Ergüder’in performansıylayız. 30 yaşında, dördüncü evre endometriosis hastası bir kadın. Hastalık üzerine bir tıp kongresinde de görüyoruz onu, bir konserde de ameliyathanede de… Bir ‘kurt kadına’ dönüşme öyküsü. Sadece metniyle değil, Ergüder’in insanın derinlerine ulaşabilen ses performansıyla da çarpan, kısa bir anlatı. (10 dakika)
UNUTULMAZ:
Pandemi yüzünden kapılarını kapatmak zorunda kalan tiyatrolar bir senedir ıssız. Yazın aldıkları küçük nefesler dışında oyun yok, ışık yok, ses yok, prova yok, seyirci yok. Haliyle hayatını tiyatro yaparak kazanan oyuncular, yönetmenler, teknisyenler, gişeciler, dramaturglar, yazarlar ve tiyatro mekânlarını ilmek ilmek emeklerle yürüten ödeneksiz tiyatro işletmecilerine de ayakta durmak için tutunacak dal yok.
Zihin açan metin
Önümüzde belirsiz bir gelecek, kapanan sahneler, parça parça dayanışma kampanyaları, üretimlerini dijitale yönlendirmeye çalışan ekipler, vergi borcu nedeniyle bakanlık desteğine başvurma aşamasına bile gelemeyen tiyatrolar var. Tiyatronun içinde bulunduğu çıkmazı, kısa ve vurucu bir şekilde dillendiren iki metin performansından bahsetmek istiyorum: Platform Tiyatro ve Alican Yücesoy’un ortak yapımcılığında hazırlanan, YouTube’da ücretsiz izleyebileceğiniz bu iki video günümüz tiyatrosunun tanıdık ve ironik kaleminden çıkan Erce Kardaş’ın Türkçeye kazandırdığı metinleri, Mark Levitas’ın yönetiminde ve iki çok iyi oyuncu aracılığıyla bize getiriyor.
Olanaksız Tiyatro
Çağdaş Alman tiyatro yazarı Wolfram Lotz’un (Bizde Bakırköy Belediye Tiyatrosu’nun sahnelediği ‘Gülünç Karanlık’ oyunuyla tanınıyor) ‘Olanaksız Tiyatro’su adeta kısa bir ‘Tiyatro ne işe yarar’ manifestosu. Elif Ürse’nin yorumladığı metin tam da şu ana, sürreel bir kâbusun içinde debelenen bir gezegene sesleniyor: “Hakikat, sen kim oluyorsun ki hayallerimizi belirlemeye cüret edersin? Hayatlarımıza hükmedecek kadar kusursuz musun ki!” diyor, bir nevi… Özgürleşmenin yolunun ‘hayalle hakikatin çarpıştığı yer olan’ tiyatrodan geçtiğini anımsatıyor. Hakikatin sunduğu koşullardan kaçmak için nefesimizle aramıza maskeler koyduğumuz bu dönemde, Lotz’un gidişata çomak sokan metni zihin açıyor. Finalde oyuncunun ıssız bir şehir meydanına yerleştirilmiş olması da performansı pandemi gündemine akıllıca bağlıyor.
Şov Devam Edemez
İkinci videoda bir başka çağdaş Alman yazarın, Roland Schimmelpfennig’in pandemi sürecinde yazdığı ‘Şov Devam Edemez’i Alican Yücesoy’dan izliyoruz. Yine dijital bir konseptle hazırlanmış ortamda, duvarlar arasında sıkışmış bir tiyatrocu var karşımızda. ‘Serbest düşüşteki’ tiyatroda olan biteni anlatıyor. Bir ‘hayalet tiyatro’ tarif ettiği. Müthiş bir tanım yapıyor Schimmelpfennig tiyatro için: “Analog bir dinozor ve bir cennetkuşu gibi”. Evet, birkaç ay öncesine kadar en küçük, en dar olanaklı tiyatro sahnesinde bile her şeyi yapmak mümkündü, şimdiyse bu analog dinozor, bu cennetkuşu her geçen gün üstüne daha fazla kapanan duvarların arasında sıkışmakta.
Özenli prodüksiyonlarla hazırlanmış iki performans da tiyatro gündemine, tiyatronun içinden bir bakışla, teatral bir dille sesleniyor. İzlemediyseniz 20 dakikanızı ayırın derim.
EVLİLİKTEN SAHNELER / VERSUS TİYATRO
Ingmar Bergman’ın kült filmi ‘Bir Evlilikten Manzaralar’ın sahne uyarlaması olan oyunda Pınar Göktaş, Ece Dizdar, Öner Erkan ve Kayhan Berkin rol alıyor. Uyarlama ve yönetmenliğini Berkin’in üstlendiği oyunun provaları sürüyor, sahnelerin açılabildiği sağlıklı koşulların sağlanması halinde sahnede olacak.
TİYATR(O)DAN
Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu’nun ses tiyatrosu projesi. Ocakta dijital mecralarda seyirci/dinleyiciyle buluşacak. İlki, Prof. Dr. Süreyya Karacabey’in yazdığı Fakir Baykurt oyunu ‘Orada Bir Köy Vardı Uzakta’. Diğer oyunlarsa son dört senedir Nilüfer Belediyesi ve Mitos Boyut Yayınları ortaklığında düzenlenen ‘Sahne Eseri Yazma Yarışması’nda ilk üçe giren eserler olacak.
DEMİRYOLU HİKÂYECİLERİ / KUMBARACI50
Oğuz Atay’ın ‘Korkuyu Beklerken’ adlı eserindeki ‘Demiryolu Hikâyecileri’, ‘Unutulan’, ‘Beyaz Mantolu Adam’ öykülerinden Yiğit Sertdemir tarafından uyarlanan oyun, aralık başında sahnelenmeye hazırdı esasında. Ancak sertleşen pandemi koşulları nedeniyle 2021’e ertelendi. Sertdemir’in, DOTOrmanda için mekâna özgü bir tasarım olarak hazırladığı bu tek kişilik anlatıyı açık havada, sağlıklı koşullarda izlemeyi bekliyoruz heyecanla…
Bir araya gelemeyen aileTERK EDİLMİŞ KIYILAR / NEGATİF FOTOĞRAFLAR
Galata Perform ekibi, İstanbul Tiyatro Festivali’ne hazırladıkları işleriyle, kafamızda tiyatronun başka nasıl olabileceğine dair yeni sorular belirmesine vesile oldu. Hem de bunu; hikâyesi Türkiye siyasi tarihine değen bir aileyi, ‘bir araya gelememe’ konsepti üzerinden anlatarak yaptı. Özenli bir prodüksiyonun sonucu olarak ekrandan izlediğimiz oyunu, bomontiada’daki enstalasyonu ziyaret ederek bütünledik. Benim için 2020’nin en nitelikli dijital tiyatro projelerindendi.
Ses tasarımı son derece tatmin edici
PODACTO (ÇEŞİTLİ OYUNLAR)
Podacto, ‘yeni nesil ses tiyatrosu’ olarak radyo tiyatrosu geleneğini canlandırıyor. Klasiklerden yeni metinlere yerli oyunlardan yabancılara -şimdilik yayında olan 15 oyun var- 100 oyunu yetkin oyunculardan dinliyoruz. Ses tasarımı son derece tatmin edici. Bir oyun deneyin, muhtemelen zincirleme devam edeceksiniz!
Instagram’dan yayımlandı
Funda Eryiğit dinleyenleri sesiyle yönlendiriyor.
Evlerimiz neredeyse bir senedir aynı zamanda ofisimiz, okulumuz, kursumuz, spor salonumuz, dans stüdyomuz, barımız, kafemiz, kuaförümüz, kütüphanemiz... Dışarıda akmasına alışık olduğumuz hayatı içine sıkıştırmaya, içinde genişlemeye, ferahlamaya çalıştığımız alanlar; evlerimiz. Şimdi de evlerimizde ‘müze gezen bir turist’ gibi dolanmaya ne dersiniz? Size hem evimizin içine hem kendi içimize biraz daha derin bakmaya davet eden bir oyundan bahsedeceğim: Kazan Dairesi’nin İstanbul Tiyatro Festivali’nde prömiyer yapan işi ‘Olağan-içi Bir Gezi’.
14 Aralık’a kadar deneyimleyebileceğiniz bu oyunda tek yapmanız gereken şey kulaklığınızı takıp oyuncu Funda Eryiğit’in komutlarına kulak vermek. Eryiğit’in ‘evinizdeki gezi rehberiniz’ gibi sizi yönlendirmesine alıştıysanız şimdi kendinizi evinize başka bir gözle bakmak üzere serbest bırakın...
Heykel niyetine buzdolabı
Barış Arman’ın yazdığı oyun ‘Evini ne kadar iyi tanıyorsun?’, ‘Evinde güvende misin?’ gibi duyguların üzerine kurulmuş. Eryiğit’in seslendirdiği metin, bahsedilen anlara uygun ses tasarımıyla da çevrelenmiş. Dolayısıyla yer yer eviniz sizinle konuşuyormuş gibi hissedebilirsiniz. Evinizin en büyük penceresine bir tablo gözüyle, buzdolabınıza heykel niyetiyle bakmak gibi günlük perspektifimizi tersine çevirmeye çalışan bir çabası da var oyunun. Ayrıca evinizdeki yüzeylerin detaylarını, dokusunu, kokusunu ve hatta sesini size duyurmaya da niyetli... Evinizin, binanızın, sokağınızın, komşularınızın rutin sesleri arasında yaşam alanınıza sıradanın ötesinde bakışlar atarken bir yandan da -belki halihazırda içinizde var olan- bir dizi kaygıyla yüz yüze geleceksiniz. Hırsızlık, yangın, su baskını, asit yağmuru, deprem ve belki de camlarınızı parçalayacak bir tanker kazası... Evimiz bizi dış tehlikelerden koruyacak kadar güvenli mi? Peki ya iç tehlikelere ne demeli?
‘İçeride’ baş başa kalmak
Ben ‘Olağan-içi Bir Gezi’yi deneyimlerken evimi dinlemeye çalıştım en çok. Evimin geçmişini, benden öncesini geçirdim aklımdan. Rehberin yönlendirmesiyle evimin merkezini algılamaya uğraştım mesela. Oyunun duygu dünyasına girip evimin canlı bir organizma olduğunu, bir hafızaya, bir kırılganlığa ama bir o kadar da beni koruyacak bir güce sahip olduğunu hissettim. Bu deneyim bizi, şu sıra ‘kapanmak’ gibi olumsuz çağrışım yapan bir ifadeyle andığımız ‘ev’lerimizle baş başa kalıp birbirimize ‘açılmaya’ çağırıyor. Mecburi olarak evde geçirilecek hafta sonunda evinizin içinde ‘olağan’ bir ‘iç gezi’ denemeye değer.
İlki 1989’da düzenlenen, ülkenin en köklü tiyatro etkinliği İstanbul Tiyatro Festivali bu sene pandemi nedeniyle belki de tarihinin en zor programını gerçekleştirdi. Avrupa’daki festivallerin hemen hepsi iptal edilir ya da tamamen çevrimiçi platformlara çekilirken İstanbul Tiyatro Festivali aylar öncesinden farklı senaryolar çalışarak pandemi koşullarında en sağlıklı şekilde işleyebilecek programı oluşturdu. Sonuçta ortaya hibrit bir program çıktı. 21’i yerli, toplam 25 oyunu takip ettiğimiz festival bizi şehrin farklı noktalarındaki tiyatro sahnelerine, Beyoğlu boyunca uzun bir gezintiye, görkemli bir kiliseye, bir avluya alıp götürdüğü gibi yer yer de bizi evlerimizin içinde, kulağımızda kulaklıklarla tura çıkardı. Kimi zaman ekran başında otururken kendimizi oyunun parçası olarak bulduğumuz veya oyun bitiminde uygulamanın ‘barında’ yaratıcı ekiple sohbet edebildiğimiz yeni nesil oyunlara götürdü bizi festival. Kısıtlı sayıda seyircinin maskeli ve mesafeli olarak yerini aldığı fiziki gösterimlerin yanı sıra farklı sürprizleriyle 10 çevrimiçi gösterim izleme şansı yakaladık.
Sık sık güncellenen kısıtlamalarla oyun saatlerini anlık olarak değiştirmek zorunda kalan, adeta organizasyon akrobasisi yapan ekibe kocaman birer geçmiş olsun ve teşekkür dileği yollamak isterim. Biraz buruk ama kesinlikle benzersiz ve unutulmayacak bir festivaldi. Hele ki yılın çarpıcı yapımları ‘Gomidas’, ‘Tut! Bırak’ ve ‘Unutmak’ı tüm zorlu koşullara inat canlı izleme şansı bulduğum için... Fiziki gösterimler 1 Aralık’ta sonlandı ama çevrimiçi gösterimleri
14 Aralık’a dek sürüyor. Evlerde geçireceğimiz süre uzamışken en kısa zamanda sağlıkla ve neşeyle sahnelerde buluşma umudunu diri tutarak bu süreyi ekiplerin çevrimiçi gösterimler için ürettiklerini değerlendirmek en güzeli.
Ortaya ‘yas yemeği’ çıkıyor
Festivalde prömiyer yapan Kadro Pa oyunu ‘Lear Mutfakta’ 55 dakikalık bir obje tiyatrosu. Ekip daha önce ‘Macbeth Mutfakta’ ile eğlenceli bir işe imza atmış, Shakespeare’in ölümsüz trajedisinden bir menemen tarifi çıkarmıştı. Bu kez ‘Kral Lear’ metni var tezgâhta. Kelimenin gerçek anlamıyla mutfak tezgâhındayız, metni uyarlayan ve oynayan Simge Günsan hem oyunun anlatıcısı hem de bize üç peynirli menemen tarifi verecek aşçı olarak karşımızda. Üç peynir (kaşar, tulum, mozzarella ya da Kral Lear’ın kızları Goneril, Regan ve Cordelia), menemen harcı olarak kavanozun içinde, tezgâhta beliren yaşlı ve pek bahtsız -eh azıcık da akılsız- babaları Kral Lear’ın etrafına dizilir ve hikâyemiz başlar… Yanlış anlaşılmalar, kıskançlık, hırs, ihanet ve intikamla süren, bolca ölümle finale erişen bu klasiği yumurta, tereyağı, sos, rende gibi gıda ve mutfak malzemeleri eşliğinde izliyoruz. O kadar kan dökülünce, haliyle ortaya çıkan da bir ‘yas yemeği’ oluveriyor.
Heyecan düzeyi ‘Macbeth Mutfakta’ kadar yüksek olmasa da ‘Lear’ menemeni de lezzet standardını koruyor. Yine de ‘tereyağı’ Gloucester’ın gözlerinin oyulması, ‘yumurta’ Edgar’ın kılık değiştirmesi gibi, objelerin dinamik olarak oyuna katıldığı fikirler daha çok olsaymış keşke…