Tiyatroyu var eden unsurlar (oyuncu, seyirci, seyir yeri, ses, görüntü, hareket) aynı anda bir araya gelmeksizin ortaya çıkan işe tiyatro diyebilir miyiz? Bir tiyatro oyunu ne eksik kalırsa olmaz? Ya da eksik parçaları sonradan tamamlamak mümkün mü? Pandemiyle birlikte tiyatronun tanımına, yapılış biçimine dair yeni yollar arayan süreç -başladı demeyelim, halihazırda mevzuyu çalışan çok sayıda teori ve pratik iş vardı- iyice görünür oldu.
Türkiye’de bu konuya haylidir kafa yoran topluluklardan biri Galata Perform. İstanbul Tiyatro Festivali’nde prömiyer yapan oyunları ‘Terk Edilmiş Kıyılar // Negatif Fotoğraflar’ bugüne dek peşine düştükleri sorulara verilmiş somut bir yanıt, çok yönlü bir iş olarak önümüzde duruyor.
Oyunu önce ekrandan, kaydedilmiş bir performans olarak seyrediyoruz. 40 dakikalık bu iş metni ses, performans ve videoyla buluşturuyor. Sıradaki adım bomontiada’daki enstalasyonu görmek. Burada anlatıyı tamamlayan objeler, ses ve video enstalasyonu çıkıyor karşımıza. Böylelikle ‘Terk Edilmiş Kıyılar // Negatif Fotoğraflar’ bildiğimiz anlamda bir ‘oyun’ olma çabasından çıkıp bir tür araştırma/uygulama platformuna dönüşüyor. Tiyatronun asal unsurlarını farklı zaman düzlemlerinde ama en nihayetinde buluşturan bir platforma… Nihayetinde elimizde; beş oyuncunun yer aldığı bir performans kaydı ve bir canlı seyir yeriyle (enstalasyon mekânı) bütüne ulaşan bir anlatı var.
Bir araya gelemeyen bir aile hikâyesi bu. Bir yemek masasında ve birkaç kare fotoğrafta bir araya geldiklerini gördüğümüz ama aslında, anlatıcının, ailenin kızının seslendirdiği metni dinledikçe hem fiziken hem ruhen ayrı düştüklerini gördüğümüz bir aile. İlk 10 dakikayı ailenin ‘derdini’ çözmekle geçirmeniz olası, en azından öyleyse, kendimi yalnız hissetmeyeceğim. Lakin anlatı; genç kadının günümüze gelip hikâyeyi geçmişle, bugün aklından geçenlerle ve hayalleriyle harmanlamasıyla ‘gizemini’ açıveriyor önümüzde ve oyunun anlamı içinizde genişleyen bir yer ediniyor.
Oyunun, nasıl demeli, ‘şifrelerini’ çözmeye çalışmayı izleyicilerine bırakıp, Türkiye’nin yakın siyasi tarihine değen bir hatta ilerlediğini akıldan çıkarmamayı tavsiye edelim naçizane. Ferdi Çetin’in sezdirmeden, incelikli bir üslupla kaleme aldığı bir öykü bu. Ama oyun boyu karşınıza çıkacak bazen açık, bazen belli belirsiz göstergeleri takip ettiğinizde, zihninizin açıldığını hissederek çözeceğiniz bir öykü...
Oyun hem öyküsü hem sahneleme diliyle (Video efektleri, oyunun merkezine de yerleşen bir iletişim aracı olan fotoğraf başta olmak üzere) bir araya gelmenin imkânsızlaştığı pandemi süreciyle hissi ve kavramsal bir bağ kuruyor. Öte yandan oyun esnasında sahnede beliren reji ekibi gibi ‘sahne arkası’ detaylarıyla da bu hibrid işin teatral yanına özel bir vurgu geliyor. Her bir detayı titizlikle hazırlanmış prodüksiyonuyla da (mekân tasarımı, ses ve görüntü yönetimi, animasyonlar vs.) çıtayı yükseğe koyuyor iş. Oyunla ilişkimi zorlaştıran tek noktaysa seslendirmenin -belki de bilinçli olarak- tekdüze bir dramatik tonda akması oldu.
Görülmeye ve hem anlatısına hem de tiyatronun açtığı olanaklara dair kafa yormaya fazlasıyla değer bir iş.
BİR OYUNCUNUN AŞIRI ACIKLI ÖYKÜSÜDUBLÖRÜN HİKÂYESİ - TİYATRO MİTOS
Kemal, empati duymaktan kendinizi alamayacağınız bir karakter. Aslında bir oyuncu. Ama ‘oyun alanı’ diğer oyuncuların ‘gölgesiyle’ sınırlı olmuş. Hep oyuncu olmak istemiş ama tüm hayatını dublör olarak geçirmek zorunda kalmış, bir yandan da hayatta tek başına ayakta durmaya çabalayan bir adam. Yine de başına gelenlerle de hayalleriyle de dalga geçebilen biri. Hayatının sıkıştığı ranzasının önünde karşımıza çıkacak ve içinden bolca hayal kırıklığı, sakarlık, başarısızlık geçen öyküsünü anlatacak seyirciye. Kemal Uçar’ın kaleme aldığı, Şenol Önder’le birlikte yönettiği ve oynadığı, temposu ve ironisi yüksek bir oyun.
24 Kasım ve 25 Kasım, 20.00, Moda Sahnesi’nde. Öğrenci 45, tam 85 lira.
BU İKİ OYUNA KULAK VERİN!
VARLIK & EFTEN PÜFTEN ŞEYLER - PODACTO
Yeni nesil ses tiyatrosu Podacto yapımı iki oyun, festival kapsamında seyirciye ‘sesleniyor’. Aksel Bonfil’in kaleme aldığı ve yönettiği ‘Varlık’ ile kendimizi 1940’ların İstanbul’unda, hayatları Varlık Vergisi’nin ezici yüküyle tepetaklak olan üç kişilik bir ailenin evinde bulacağız. Cengiz Bozkurt, Esra Dermancıoğlu, Salih Bademci, Ahsen Eroğlu’ndan dinleyeceğiz.
Eften Püften Şeyler
Kulağını bugünün insanının kalbine dayayarak yazanlardan David Greig. İskoç yazarın ‘Prudencia Hart ve Bir Tuhaf Dibe Vurma Öyküsü’nü görmek üzere geçen ay Kemerburgaz Kent Ormanı’ndaki yeni oyun alanına yerleşen DOT’un orman sahnesine doğru ilerliyoruz. Burası Murat Daltaban’ın deyişiyle kendimizi ormanın rastlantısallıklarına bırakacağımız bir alan; al işte, hikâyenin tepe noktasına gelmişken birden yağmur başlıyor. Her yeri şeffaf kocaman çadırda beş oyuncu ve iki müzisyen bize ‘tuhaf’ bir öykü anlatırken... Dizlerimizde battaniyeler, elimizde kahvelerimiz, etrafımızda ısıtıcılar; Prudencia’nın yaşadığı fantastik olaylarla baş başayız.
28 yaşındaki Pru, İskoç sınır baladlarını araştıran bir akademisyen. Bir konferans için gittiği kasabada yoğun kar fırtınasına yakalanıyor. Ve pek hazzetmediği Colin Syme ile mahsur kalıyor. Takvim ‘geçmişle geleceğin gecenin ortasında öpüştüğü’ 21 Aralık gecesini göstermektedir ve gece ‘şarkı koleksiyonu yapan’ Pru’yu, ‘ruh koleksiyonu yapan’ Şeytan’la buluşturur…
Kamp sandalyelerine gömülüp oyunu izlerken ateş başında masal dinliyormuş duygusunda kaldım. Ekibin “Şimdi size bir hikâye anlatacağız” tadındaki sıcak karşılaması, ara ara oyunu kesip hal hatır soruşları, oyunu masaların üzerinde tüm enerjileriyle devinerek anlatışları, Tomris Kuzu imzalı etkileyici masklar ve canlı müzik de esasen bu duygunun taşıyıcıları. Ama beni o duyguda tutan asıl şey ormanda, açık alanda, gecenin ortasında, her şeyden uzakta olma hissiyle Pru’nun hem gerçek hem fantastik düzlemde yaşadıklarının örtüşmesi oldu.
Hepimize iyi gelecek türden bir deneyim
‘Prudencia Hart…’ zorunlu koşullar sonucu ilk mekânına (DOTKanyon’da) göre tasarlanmış haliyle ormana uyarlanmış değil de sıfırdan burada tasarlanmış bir oyun olsaydı çok daha başka bir hikâye kurulmuş olacaktı karşımızda muhakkak. Zira ormanlık alan Pru’nun ‘büyülü’ gecesinin ruhuna çok uygun. Öte yandan Mert Öner’in oyunun bir an bile sarkmasına müsaade etmeyen yüksek performansı ve ekibin hikâyeyi uçuş uçuş bir hareket koreografisiyle, canlı şarkılarla, dönüşümlü anlatıcı rolleriyle sağlam bir şekilde sırtlandığını söylemeli.
Prudencia’nın, baladları kitaplardan çıkarıp gerçek hayatına sızdırdığı 75 dakikalık ‘dibi bulma’ keşfiyle ormanda buluşmak, bugünlerde hepimize iyi gelecek türden bir deneyim… Pru’nun peşinde kendinizi şehirden, gerçeklerden koparın gitsin! Ha bir de sıkı giyinin.
Ağır bir kayıpla baş etmenin kaç yolu vardır? Ya da baş edememenin? Aynı acıyı paylaşan iki insan, başlarına gelenden sonra yola aynı tarifle devam edebilir mi? Ya da etmek zorunda mı? Peki evlat kaybı gibi tarifsiz bir acıdan sonra yeni bir sayfa açmak mümkün mü? Ya da bu, şart mı?
Hollandalı yazar Lot Vekemans’ın 2010’da ülkesinde Taalunie Toneelschrijfprijs Ödülü’nü alarak ‘en iyi oyun’ seçilen eseri ‘Zehir’, tek çocuklarını, Jacob’u kaybeden bir çiftin, seneler sonra bir araya geldiği bir buçuk saati kurguluyor.
20 dakika gerilimle geçiyor
Trajik olaydan bir süre sonra adam bir yılbaşı akşamı evden çıkıp gitmiş, kadın ve adam yıllarca görüşmemiştir. Adam Hollanda’dan Fransa’ya taşınıp yeni bir hayat kurmuşken, kadın eski hayatının içinde, acısının yangını neredeyse hiç sönmeden, söndürmek için pek çaba da harcamadan yaşamaya devam etmektedir…
Oğullarının da yattığı mezarlığın toprağına bir zehir karışması hasebiyle 200 mezarın taşınması söz konusu olunca, mezarlıkta yapılacak bir görüşmede bulunmak üzere burada buluşur ikili. Ve seyirciyi, aralarında oyun boyu sürecek ‘kabullenmek/kabullenememek, hayata devam etmek/etmemek’ uçlarında salınacak gerilimli bir tartışmaya ortak ederler.
Bir mezarlık şapelinde geçen görüşmenin ilk 20 dakikası gerilimle, birbirini tekrarlayan diyaloglar ve karakterlerin kararsız hareketlerinden oluşan bir mizansenle geçiyor. İkilinin arasındaki huzursuzluğu yansıtmak açısından gerçekçi belki ama seyircinin oyuna dahil olmasını zorlaştıran bir açılış. Pandemi koşulları sebebiyle oyuncuların dönüşümlü rol aldığı, Şaban Ol yönetimindeki ‘Zehir’i Sevinç Erbulak ve Ahmet Saraçoğlu’nun performanslarıyla izledim. (Eraslan Sağlam ve Aslıhan Kandemir de oyunun ikinci kadrosu.) Ne yazık ki çok fazla yerde şu fena, ‘çeviri kokan oyun’ izliyor hissinde buldum kendimi. Özellikle de Saraçoğlu’nun bastıra bastıra vurguladığı nidalarında… İlk yarıda içine girmek için kendimi hayli zorladığım oyun; hikâyenin açılmasıyla, yaşananların -daha doğrusu kadınla erkeğin duygularının- detaylarına hâkim olmaya başlamamızla ayağa kalkar, koşmasa da yürür hale geldi.
Kıyıya vurmuş iki yetişkin
Seda Yüz’ün adına ilk kez sosyal medyada rastladım. Hemen her yaş ve sınıftan erkeğin dilinde hazır bekleyen; bağlaç ve bilimum noktalama işareti olarak kullanılan, kadının cinsel organından bahseden küfre bir alternatif getiriyordu. Geçen hafta, gösterisinin tanıtım videosuna (ikiz çocuklarıyla ilgilenirken bir yandan şaka yazmaya çalışan halini gösteriyordu) rastlayınca koşarak gittim izlemeye.
Duymalara doyamadığımız “Kadından komedyen olmaz”la girdiği gösteri 35 yaşındaki bir kadının genç kızlığından annesiyle ilişkisine, erkeklerle diyalogundan gündelik hallere, annelik deneyiminden eşiyle iletişime tanıdık duraklardan geçiyor.
Seda Yüz tam da iyi bir stand up’tan bekleneceği üzere bir bütünün içinden yolluyor şakalarını. “Geçen gün başımdan şöyle bir şey geçti” kopukluğunu bir an dahi yaşatmıyor, tek bir hikâye anlatıyor esasında. Hepimizi bir ‘kadınlık deneyimi’ tünelinden geçirir gibi... Gündelik olanın, yerel olanın, topluma, aileye dair olanın içindeki kanıksanmış tuhaflıkları aktarıyor. Şakaları ‘bulunmuş’ gibi değil; çok zekice bir yerden, “Yahu size de tuhaf gelmiyor mu bunlar?” diyor aslında. Bize 2020 senesinde, bu gezegende kadınların neler yaşadığını nokta atışıyla gösteriyor. Ha bir de tatlı tatlı vurguluyor: “Erkeklerden de komedyen olur!”
Adeta “Neden hepimiz feminist olmalıyız”ın abartısız ve komik bir dersini veren Seda Yüz’le bir araya geldik.
Seni stand up gösterilerinle tanıyana kadar neler yapıyordun?
Marmara Üniversitesi’nde kamu yönetimi, Studio Oyuncuları’nda oyunculuk okudum. Orada Ümit’le tanıştık, 2012’de Gri Sahne’yi kurduk. Şişli’deki mekânımız yıkılınca yeni yer arayışına girdik. Hep “Stand up yapsana” dediğim bir tiyatrocu arkadaşım vardı, ona bir şeyler yazıyordum. Bir gün “Niye ona söylüyorum ki” dedim kendime. Çıkıp bir şey anlatmak bana çok uygun, zaten oyuncuyum. Karar verdim ama iki ay sonra hamile kaldım. Sonra Tophane’deki mekânımızı bulduk, çocuklar 1 yaşına geldiğinde provalara başladım. “Bu gerçekten benim işimmiş” gibi hissetim. Arada ‘Açık Mikrofon’lara katılıyordum, stand up ekibi Tuz Biber’e dahil olmam da karantina öncesine denk geliyor. O küfür şakasının olduğu videom da orada çekildi, sosyal medyada yayıldı.
HAYATIMIZIN SON ‘SİYAH KUĞU’SU COVID-19Kuğu Gölü
Bu klasik masalın pandemi cenderesiyle ne ilgisi olabilir? Koreograflar Guy Weizman ve Roni Haver’ın kurduğu uluslararası dans topluluğu Club Guy&Roni’nin gösterisi hayatımızın son ‘siyah kuğu’su COVID-19’dan ilham alıyor. Bu, masal dünyasına kaçma arzumuzla gerçeklikle ilişkimizi kaybetme riskini bir araya getiren bir performans. Gösterim çevrimiçi takip edilecek. (İlk gösterim: 18 Kasım Çarşamba, 20.00, çevrimiçi)
‘GELECEKTE TİYATRO NASIL OLACAK’ DİYENLERE...Map to Utopia
‘Tiyatro bundan sonra nasıl olacak’ sorusuna verilmiş yanıtlardan biri bu oyun. İstanbul’dan Platform Tiyatro ile Bonn’dan Fringe Ensemble’ın ortak projesi olan oyuna dilerseniz bir uygulamayla katılacaksınız, dilerseniz fiziki mekândaki yerinizi alacaksınız. (25 ve 26 Kasım, 20.30)
EVLERİMİZE BAŞKA TÜRLÜ BAKTIRACAK BİR OYUNOlağan-içi Bir Gezi
Evlerimize fazlasıyla doyduk ama Kazan Dairesi yapımı bu projede evlerimizde alışılmadık bir gezinti yapacağız. Barış Arman’ın yazıp yönettiği oyunda tek yapmamız gereken kendimizi evimizin içinde kulaklıktan bize seslenecek rehbere teslim etmek. (14 Kasım-1 Aralık tarihleri arasında, çevrimiçi)
ÇAĞDAŞ DANS DÜNYASINDA NELER OLUYOR?Dare to Say
Bir oyun bittiğinde insan artık ‘oyundan çıkmış insan’dır, Yusuf Atılgan’ın ‘sinemadan çıkmış insan’ının bir kardeşi olarak. Artık İstanbul’un ‘oyundan çıkmış insanları’ aynı zamanda ‘ormandan çıkmış insanlar’ da olarak karışacak kendi rutinine.
Ateşin etrafında buluşan hikâye dinleyicileri gibi
Şehrin kıyısında, 5.5 milyon metrekarelik bir alanda geçen sene açılan Kemerburgaz Kent Ormanı’na giden yolda başlayacak yolculuğu. Kapıdan girdiğinde ağaçların arasında 2.5 kilometre daha içeri uzanıp bir oyun alanına rastlayacak: DOTOrmanda. Ve burada izleyeceği her ne olursa olsun, ayrıldığında renklerin ve gökyüzünün bir parçası onda kalacak. O artık ‘oyun ormanından çıkmış insan’…
15 senede altı mekân değiştiren, Kanyon AVM’deki yerinden çıkmak zorunda kalan DOT şimdi bizi ormana götürüyor. DOT, 2005’te Mısır Apartımanı’nda başlayan yolculuğundan itibaren her girdiği mekânı dönüştürüp yeni bir oyun alanı kuran bir ekip. DOTKanyonda’yı kapatmak zorunda kalıp bir yandan da İskoçya’da oyun çalışırken pandemiyle eşzamanlı olarak kafalarında yeni fikirler dönerken (Atların çektiği oyun arabası fikrini hayata geçirecekler dilerim!) orman çıkmış karşılarına…
Etrafı üç kulübe (atölye, kulis, mutfak olarak kullanılacak) ve göz alabildiğine ağaçla çevrili taş alanda oturup buraya nasıl geldiklerini konuşuyoruz. Murat Daltaban orman fikrinin kafasına bir süre önce girdiğinden bahsediyor: “Bir senedir ormanda bir oyun yapalım deyip duruyordum. Her şeyin steril, tasarım olmasından çok sıkılmıştım. İnsanın doğayla kavga eder hali beni çok bunaltmıştı. Gördüğümde ‘Burası!’ dedim. Bu daire formunda bir şamanik hal durumu var, ateşin etrafında toplanan hikâye dinleyicileri gibi… Çok güçlü bir tiyatro ruhu hissettim.”
Özlem Daltaban yeni yerlerini iki seneliğine kiraladıklarını anlatıyor: “Burası üretim mekânı da olsun, özellikle pandemiden etkilenmiş gruplar da gelsin istiyoruz. Kumbaracı50 oyunlar, atölyeler yapacak. Kasımda Yiğit Sertdemir buraya özgü tek kişilik bir oyun yapıyor. Çocuklara, yetişkinlere, profesyonellere yönelik atölyeler, müzik dinletileri, kadın, edebiyat buluşmaları olacak. İnsanların atıştırmalıklar alabileceği küçük alanımız da olacak. Ormanda oyun dinlediğimiz, bir botanikçiden ormanı dinlediğimiz, çocuklarla kuşları dinlediğimiz yürüyüşler olacak…”
Özlem ve Murat Daltaban. Fotoğraf: Levent KULU. 22 ve 23 Ekim’de 20.30’da ‘Limon Limon Limon Limon Limon’ izlenebilir.
‘Bir tesadüfler alanı...’
İki yaşındaki kızıma, doğduğu gün hastaneden gösterdiğim ilk İstanbul parçası, ağaçlarla kaplı bir park olmuştu. Kızım bu şehrin eski bir semtinde büyüyor. Bu şehrin eğri büğrü sokaklarında koşacak, gülecek, sarhoş olup ağlayacak, âşık olacak, kendini denizin kıyısına atmak isteyecek, devasa binaların arasında yıldızları bulmaya çalışacak. Benim denizin ucunda çay içtiğim Beşiktaş’taki eski çay bahçesini, kapılarında büyüdüğüm, öğrendiğim Emek Sineması’nı eski AKM’yi, Kemancı’yı hiç bilmeyecek. Belki doğduğunda ona gösterdiğim park bile durmayacak yerinde. Ama büyüdükçe, İstanbul onun o da İstanbul’un bir parçası olacak. “Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin” diyeceğim ona. Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun bu şehre, bu şehrin kadınlarına eşsiz armağanı olan oyununun adını ödünç alarak…
İstanbul’dan daha güzel üç kadının anlattığı bu oyunu bu şehri içinde hisseden herkes izlesin istemişimdir hep. Şimdi çok daha geniş kitlelere erişebilecek şekilde, şehrin gözbebeği tiyatrosunda, İstanbul Şehir Tiyatroları sahnelerinde anlatıyor kendi öykülerini ve kendi İstanbullarını; Melis, Başak ve Ayfer. Kız, anne ve anneanne…
Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun yazıp yönettiği; BAM İstanbul prodüksiyonu olarak üç sezon oynayan, Melis Öz, Başak Kıvılcım Ertanoğlu ve Ayfer Dönmez’in aklımızdan kolay kolay çıkmayacak nefis performanslarıyla izlediğimiz oyunu; üç başka iyi oyuncu Yeliz Şatıroğlu, Esin Umulu ve Şebnem Köstem devraldı. Şehir Tiyatroları da bu oyunla kapılarını kuşağının dikkat çekici ve üretken kalemlerinden Mahmutyazıcıoğlu’na açmakla kalmadı bir yandan da bizatihi bu şehre, bu şehrin kadınlarına dair bir oyunla, şehrin tiyatrosuna taptaze bir soluk getirmiş oldu.