BODRUM’u popülist bir kültür malzemesi olarak sevenler bu yazıdan pek fazla hoşlanmayacak. O nedenle şehirleşmemiş Bodrum’u özleyen, zincir markaların / restoranların değil hala “yerel güzeldir” felsefesinin peşinden koşanların elinden tutup kendi Bodrum’uma götüreyim istedim bu pazar... Keyifli okumalar.
Casa Dell’Arte
Var böyle şeyler hayatta. Ne kadar paranız olursa olsun, sanatla, görgüyle ve estetikle terbiye edilmiş ruhunuz yoksa dokunduğunuz hiç bir şey güzelleşmiyor. İstediğiniz kadar mimarlara, tasarımcılara emanet edin; o mekana bir türlü ruhani bir güzellik katılamıyor. Hani çağlar boyu dünyayı etkisi altına alan sanat akımları vardır ya “empresyonizm, romantizm, yeni romantizm, yeni kavramsal” gibi... Yeni yapılmış devasa tuhaf camilere, balıkçı köyüne yapılma Dubai’den bozma marinalara baktığımda bana göre bu çağın, özellikle de Türkiye’nin şu sıralar içinde yüzdüğü sanat akımının adı olsa olsa “YENİ GÖRGÜSÜZ” akımı olurdu. Allah’tan böyle bir akım adı yok henüz. Bu yüzden Bodrum’un en güzel otellerinden biri Casa Dell’arte’yi gezerken beni en çok etkileyen ailenin büyüğü Fatoş Büyükkuşoğlu’nun Kayseri’de onlarca yıl önce yıkılmakta olan bir konaktan satın alarak yok olmaktan kurtardığı ve bu otel inşa edilene kadar yıllarca özenle sakladığı, gözü gibi baktığı taşların, rölyeflerin, karyolaların otelin çeşitli köşelerinde kendi yerlerini bulmuş olması oldu. Ve tabii odalarca, hollerce, bahçelerce sanat eseri... www.casadellarte.com
Ha lâ Bodrum
5 yıl önce ilk açıldığı hafta tesadüfen keşfettiğim, o günden bu güne aralıksız her yaz geldiğim, 500 yıllık nefis bir taş kule #halabodrum. Ha lâ eski Bodrum gibi, merkezde tek başına bir cennet bahçesi gibi. Bodrum Marina’nin karşı sokağındaki bu 5 odalı, Bodrumlu zarif sahipleri ile daha da güzel otel; Ha lâ Bodrum’u yaşamak isteyenler için. Yüksek sezonda oda fiyatları 2 kişi kahvaltı dahil 300 TL’den itibaren. Kahvaltısı da akasyalar, ıhlamurlar ve limon ağaçları altındaki bahçesi de benim en sevdiklerinden. www.halabodrum.com
Burası Bodrum Çantaları
90’larda çocuk ya da yeni yetme olanlar bilir. Birinin ismi Savaş, diğerininki Barış olan, kardeş ya da ikiz mahalle arkadaşlarımız vardı bizim. Anne babanın kafa artık nasıl gidikse demeyeceğim, çünkü belli ki o yıllarda, naif bir çabayla konulmuştu o isimler. Savaşa karşı barış var bu dünyada der gibi. “Savaşma barış” ya da “savaşma seviş”i sübliminal mesaj olarak verir gibi.
Şimdi 35’lerini aştı bu Savaş ve Barış kardeşler. Ama biz kafalardaki karışıklığı hala aşamadık. Daha da şekillendi, yeşerdi, dallanıp budaklandı 2010’ların sonuna doğru pupa yelken yol alırken. Ortadoğu çukuruna saatte 1500 yıl ışık hızıyla gittiğimiz günleri yaşıyoruz. Bir de buna kendi iç hesaplaşmalarımızı ekleyin. Üzerini oturduğu yerden ülke kurtarıp sosyal medyada sağı solu gaza getiren, klavye kahramanları ile soslayın. Şimdi bunu 360 derecede hem yanan, hem de dönen fırına verin. Hah işte, memleket o halde.
90’larda çocuk ya da yeni yetme olanlar şunu da iyi bilirler. Savaşa savaşa yenişemedik biz. Ama iki gündür şehit edilen polisimizi askerimizi
görünce anlıyoruz ki, savaşa savaşa barışamamışız da.
Her iki taraftan da akan bu kanı durduracak aklı selim insanlar yaşamıyor mu hala bu ülkede? On yıllarca aynı kabusu yaşamaktan yorulduk. Gencecik çocukların şehit düşmesinden, şehit haberleri gelirken işe gitmekten ve aile geçindirmeye çalışmaktan, hayat normalmiş gibi yapmaktan yorulduk. Çocuklarımızın ölmesinden yorulduk.
Size bu yazıyı Kopenhag’daki son günümde yazıyorum. Yaz nedeniyle burada olan milyonlarca turistten hiç biri, tırnaklarını kemire kemire sosyal medya ve haber siteleri başında uyuya kalıp, sabah gözlerini karın ağrısı ve endişe ile açmıyor eminim. Ben açıyorum. Benim gibi dünyanın başka başka yerlerinde yaşayan Türkler de açıyor.
90’larda çocuklarının ismini Savaş ve Barış koyan anne babalar gibi endişeliyiz. En az onlar kadar kafamız karışık. Tek sorun, artık aramızda “naif” kimse kalmadı.
Park İzmir geliyor
AN itibariyle İsveç’in başkenti Stockholm’deyim sevgili okur... Burada ne işim var hepsini yazacağım. Ama önce bu kış yaşadıklarımı ve bayram sabahı kahvaltısının dünyanın en değerli nimeti olduğunu, nasıl öğrendiğimi anlatayım. Uzun zor bir kıştan çıktım, sen tabii başıma gelenleri bilmiyorsun. Yazmıştım geçen yaz başı, canım babam bizi artık uzaklardan izleyecek diye. Aradan 8 ay geçti, geçmedi bu sefer de annem 16 Mayıs gecesi, babama kavuşmak için melek oldu, uçtu gitti. Çok ağladım, içimi çeke çeke ağladım. Ama ikisi de geri gelmedi.
En değerli mücevher kasanızdakiler değil, yanınızdakiler
Sonra bana bir şey oldu. Hayatımda ilk kez sahip olduklarımın ne kadar değerli olduğu kafama dank etti. Ablam, yeğenlerim, eniştem, akrabalarım ne kadar değerlilerdi. Dostlarım, arkadaşlarım, iş ortağım, ruhuma mutluluk veren herkes ne kadar da değerliydi Allah’ım. Bunca sene nasılsa oradalar diye baktığım, beni kalpten seven herkes bildiğin mücevherdi. Arayanlar, soranlar, hadi bizde kal bu gece eve gitme diyenler, gazetedekiler, arkadaşlarım, başımı koynuna soktuklarım, çocukluğumu bilenler, yeni tanıştığım halde elimi hiç bırakmayanlar, bas baya cumhuriyet altını gibi yastığımın altında biriktirdiklerimdi.
En zoru seçim günüydü. Çünkü biz, her zaman, hep birlikte, üçümüz giderdik oy kullanmaya. Belki bu yüzdendi başka bir semtte bazen başka şehirlerde yaşadığım halde ikamet adresimi baba evi olarak bırakışım. Her seçim sabahı gider, onları evden alır, oy kullanır, sonra da kahvaltıya giderdik. Seçim günü zor geçti.
Derken 3 gün önce bayram geldi. Bu sefer hazırlıklıydım. Bayramı gelişinden 2 ay önce, uzaklara, çok uzaklara, 5 yıldır görmediğim ve çok özlediğim üniversite arkadaşlarımın yanına gitmeye karar verdim: Stockholm! İzmir’den direkt uçuş buldum, Sunexpress’ten. Üstelik gidiş dönüş 135 Euro’ya, gözlerime inanamadım. Bilet işi tamamdı, vizem de vardı, biliyorum Oral ile Ceren ve 2 yaşındaki minnakları Deniz bana çok iyi bakacaklardı, artık bayram gelebilirdi.
Bayramda dünya markası, gevrekli kahvaltı sofrası!
ÜNİVERSİTEDE yüksek lisans tezi yazıyor olsaydım, konu başlığım kesinlikle bu olurdu. Ama ben turizm işletmeciliği değil, metin yazarlığı okudum ve okulumu zar zor bitirdim. Yüksek lisans mı yapsam acaba diye sesli düşündüğümde, hocalarımdan biri “okulu kapatır gideriz” dedi. O kadar sevilirdim.:))) Dolayısı ile biraz sonra yazacaklarıma akademisyen çerçevesinden değil, sürekli yollarda olan bir seyahat yazarının izlenimleri gözünden bakmanız icap etmekte.
Neredeyse 8 yaz önce başladı Yunan Adaları ile hemhal oluşumuz. Kuşadası’ndan kalkan feribota 3 kız arkadaş, sırt çantalarımız ve taksitle aldığımız ilk ipod’larımız ile heyecan içinde bindik. Oradan ver elini Samos, yine feribotla Naxos, Paros, Anti Paros... Cebimizdeki para sınırlı, kalacak yerimiz yok, nerede ne yenir bilmiyoruz, ben anneanneden kalma 3-5 kelime Rumca biliyorum, yerli yersiz o kelimeleri söylüyorum ki, kazıklanmayalım. Adamları, kadınları bir gülme tutuyor. Sonra bakıyoruz ki, kardeşim zaten kalacağımız küçük otelin gecesi kişi başı 25 eu! Zaten lokantalarda kişi başı 13-15 arası bir şey ödüyoruz. (Bknz: Türkler keşfetmeden önce Yunan Adaları) Mecbur, Yunanca sevdamdan vazgeçiyorum.
Sonuç: Türkiye’de bir hafta sonu harcayacağımız parayla adalarda 10 gün gezip (evet ucuz ama tertemiz otellerde kaldık, evet ünlü değil ama şahane küçük lokantalarda yedik) yine feribotla geri dönüyoruz. Sonra aradan geçen yazlar boyunca adalarla nişanlılığım artarak devam ediyor. Kaç adaya ayak bastım saymıyorum. Ama hep gözlem başındayım. Bu arada euro da gayet istikrarlı davranarak benim ada sayımla birlikte yükseliyor da yükseliyor. Ama nasıl oluyorsa adalar hala ucuz. Sonra 3-4 yıl önce bir şey oluyor. Türk nüfusu adaları keşfediyor, yakın adalarda fiyatlar inceden (bazısı kalından) yükseliyor. Sakız Adası’nda 16 eu’ya kiraladığın dandik küçük araba, gün geliyor 50 euro’ya bulunmaz oluyor. Yakın adalar yavaş yavaş Türkleşiyor, sen de tırıs tırıs başka adalara doğru uzuyorsun... Bu madalyonun bir yüzü.
Şimdi döndürelim madalyonu, Akropolis manzaralı diğer yüzüne... Başta “yerli ayşe”ler olmak üzere, Rusları dahi, Yunan’a kaptıran Türk turizminin nasıl bu noktaya geldiğine.
1. Adalarda rant yok: Dolayısıyla dükkan kirası, otel konaklaması astronomik değil. Misal, Antiparos Adası’ndaki Yorgo’nun bakkal dükkanının mülk değeri, 50 yıl önce de aynı paraydı ve bu yıl da aynı para. O öğle uykusuna gittiğinde dükkanı 80 yaşındaki aksi annesi Eleni işletiyor. Kimse gelip “burayı bize 1 milyon’a sat, bar yapalım” demediği için de dünyadan habersiz yaşayıp gidiyorlar. Aynı şey karşı sokakta evinin odalarını pansiyon olarak kiraya veren Eftalya teyze için de geçerli. Zaten bir mülkü satmak ya da kiraya vermek için anneannenin doğum belgesine kadar 10 göbekten adalı olmanı istiyor Yunan yasaları. Kimsenin öyle kanına girip, öyle kolayca, köyünden yurdundan edemiyorsun.
Ilıca Plajı hızla kirleniyor
PERŞEMBE günü yazdığım “Çeşme Alaçatı’dan ibaret değil” yazıma, adeta e-posta yağdı. Ortak serzeniş şu:
“Ilıca Plajı (henüz deniz olarak değilse bile) sahil şeridi olarak hızla kirleniyor. Her gelen çerini, çöpünü, pisliğini, izmaritini plaja bırakıp gidiyor.”
Yıllardır, dünyanın en güzel plajları arasında yer alan Ilıca Plajı’na özellikle temmuz ve ağustos aylarında, hafta sonu adım atmanın mümkün olmadığını zaten Çeşme’nin yerlileri olarak gayet iyi biliyoruz. Bu, yeni bir şey değil. Beyaz Türklük yaparak (kendimi de ötekileştirerek) “gelmesinler kardeşim” demenin alemi yok. Herkes denize girecek. Üstelik beach’lerden şikayet ediyorsak, halk plajlarını desteklemek zorundayız. Benim meselem ve Çeşme’de yıllardır yaşayanların meselesi başka. Kirletiyoruz. Genci de yaşlısı da okumuşu da hayat okulu mezunu da kadını da erkeği de izmaritlerimizi kuma söndürüyoruz. Pet şişelerimizi ardımızda bırakıyoruz. Daha bin türlü şey. Yüksek sezonda Hafta içi yaklaşık 2 bin, hafta sonu yaklaşık 5 bin kişinin geldiği bir plajın insan eliyle ardında bıraktığı kirlenmeye hangi belediye yetişebilir?
Not: Bundan böyle gözüm üzerinizde, gittiğim her fırsatta, çöp bırakanın izmarit atanın fotoğrafını çekip sosyal medyadan yayınlayacağım (anne ben atarlı oldum).)))
Kaz Dağları’nda çocuklar için: Analı Kuzulu Kampı
HAYATTA en sevdiğim insanlardan ikisi (Çiler Geçici ve Mehmet Kırali) evlendi geçen hafta. Üstelik alışıla gelmiş bir şehirde değil, bir adada. Rodos’ta. Bir Yunan Adası’nda neden evlenilir? sorusunun cevabını, bizim düğün ekibinden Nilay Örnek; Sözcü’deki köşesinde çok güzel yanıtlamış:
* Davetiye bastırmak gerekmiyor. * Samimiyetsiz insanları çağırma derdi yok. * Patronunu nikâh şahidi yapmak zorunda değilsin. * Onlarca kişiyi eğlendirmek yerine kendin eğlenirsin. * Nikâhını sevdiğin arkadaşların ve çekirdek ailenle minik bir tatile dönüştürebilirsin. * Türkiye bu! Gerilimsiz günü az; köprüler kapanabilir, eylemler olabilir... Senin düğün gününde de tüm davetlileri gerebilecek kötü sürprizleri en aza indirmiş olursun. * Ha kimse gelemedi; evlenir, düğününü balayıyla birleştirir, dönüşte çalgılı çengili bir yemek yaparsın yine de çok eğlenirsin. * Başkonsolosluk binasına yakın bir otelde kalır düğününe yürüyerek gidersin. * Kenti güzel seçersen çok havalı düğün fotoğrafların olur.
Burun kıvırdığım ada Rodos, meğer ne güzelmiş
Çok üzülüyorum bu ülkenin gözde turizm merkezleri, her geçen gün fiyat artırınca. Ve Yunan her geçen yıl fiyatlarını (üstelik aynı malzeme kalitesiyle) düşürünce. Biz de daha gayrimenkulde başlıyor sorun, kimseye kabahat bulmamak lazım. Çeşme, Bodrum gibi yerlerde arsa ve bina rayiçleri o kadar yüksek, restoran – otel kiraları o kadar astronomik ki; o işletmeyi açan da, o oteli işleten de, müşteri de mülkün ilk sahibine çalışıyor. Hepimiz bu astronomik emlak fiyatlarının cezasını ödüyoruz, hala anlamadık. İşte hal böyle olunca, adalarına çivi bile çaktırmayan Yunanistan, üstelik krize rağmen fiyatlarını korumayı başarıyor. Çünkü ülkede rant yok, güzel kardeşim. Dolayısıyla her yer 20 yıl önce bıraktığın gibi. Rodos da öyle. Az biraz şehirleşmiş, ama ne ruhundan ne muhteşem plajlarından hiç bir şey kaybetmemiş.
Düğün işe yarasın, Rodos bilgileri sana gelsin
15 yaşımdan beri bağlasan durmaz bir bünyem var benim. Önce harçlıklarımdan sırt çantasıyla ‘interrail’ (gençler için ucuza trenle Avrupa turu), ardından üniversiteden mezun olup çalışmaya başlayınca maaşımla ucuz uçak bileti peşinde koştum hep. Ne uçak bulduysam uçtum, ne hostel (Avrupa’da öğrencilerin ucuza konaklayabilmesi için öğrenci yurtlarına benzer bir sistemle çalışan pansiyonlar ama şimdi artık her yaştan insan konaklayabiliyor) bulduysam kaldım.
Belki bir küçük ev ya da bir araba parası harcadım bu 20 yıl içinde seyahate. Hala bir evim yok. Ama hiç pişman olmadım. Asla olmayacağım. Tüm bunları yaparken dünyayı görmek dışında bir amacım daha vardı. ‘Dünyadaki festivalleri görmek’. Ya festival bulup gittim ya da gideceğim şehirlerde o ara ne festival var diye araştırdım. Torino çikolata festivalinden tutun da Hong Kong film festivaline kadar pek çok etkinliği, yerinde yaşama şansı verdi bana hayat.
Sonra geçtiğimiz hafta ulusal bir seyahat dergisi bir röportaj yaptı benimle Temmuz sayısı için. Sorulardan biri, ‘dünyada en sevdiğiniz festival hangisi’ydi. Bir anda ağzımdan hem de hiç planlamadan Uluslararası İzmir Festivali çıkıverdi. Röportajı yapan da belli ki dünyanın ucubik ya da çok havalı bir şehrinden cevap bekliyor olmalıydı ki şaşırdı. Evet ya dedim kendi kendime. Dünyadaki en sevdiğim sanat festivali Uluslararası İzmir Festivali benim.
Düşünsenize; dünyanın en ünlü müzisyenlerini, orkestralarını, bale temsillerini bu şehirde izledim ben İKSEV sayesinde. Omara Portuanda’yı Çeşme Kalesi’nde, New York Flormoni Orkestrası’nı Adnan Saygun’da, Paris’te parasızlıktan, New York’ta bilet bulamamaktan gidemediğim Martha Graham Dans Company’yi evimin dibindeki Kültürpark Açık Hava Tiyatrosu’nda izledim yahu. Bu mutluluğun bir sanat sever için izahı yok.
Diyeceğim şu ki, bir Uluslararası İzmir Festivali daha geldi çattı. Programlar, konserler çoktan başladı. www.iksev.org sitesine girin tüm program orada var. Bense mutluluktan uçuyorum, çünkü 16 yıldır dinlemelere doyamadığım Buena Vista Social Club, dünya veda turnesi kapsamında, 29 Haziran’da İzmir’e geliyor, bilet almaya gidiyorum. Bu yaz da yine festival gibisin katılmak istiyorum İzmir. (Destek veren tüm kuruluşlara ayrıca teşekkürler)
Bu yıl kimler var?
İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı (İKSEV), 29. Uluslararası İzmir Festivali’ni 26 Mayıs – 2 Temmuz 2015 tarihleri arasında düzenliyor. Bu yıl festivalde Ricordo Muti ve Orkestrası, dünyanın en büyük klasik müzik dâhilerinden biri ITHZAK PEARLMAN (gerçekleşti), kural tanımaz giyimi, sıra dışı saç stili ve aksesuarlarıyla “Orgun Çılgın Virtüözü” olarak adlandırılan Cameron Carpenter, Franz List Oda Orkestrası bu yılki festivalin bomba isimleri.
Bekle bizi Boena Vista
35’ime gelip dünyayı gezip Ankara’ya hiç ayak basmamış olmak benim ayıbım mı, yoksa Ankara’nın benim için fazla takım elbiseli bir şehir olmasından mıydı bilmiyorum. Ama geçtiğimiz mayıs ayında bu makus talihimi yenip, 1 hafta sonumu Ankara’da geçirdim. Üstelik Beypazarı’ndan girip Gaziosmanpaşa’dan çıktım. Hiç de fena bir şehir değilmiş Ankara. Tam da memlekette bu kadar Ankara konuşulurken, buyurun sivil bir İzmirli’nin gözü ile Ankara notlarına...
Ankara, taşın toprağın takım elbise
Kendi memleketimde kış günü bile çorapsız makosen üzeri polo yaka tişörtlü adam görmeye alışkın bünyede ağır alerji yaptı tabi önce bu kadar takım elbiseliyi bir arada görmek. Daha havaalanında başladılar, otelde, şehirde, akşam yemeğinde devam ettiler. Ki, bu durum kendilerine aristokrat bir hava da katmıyor değil. Ancak yazın da böyle geziyorsa bütün Ankara, vay hallerine.
Vatandaştan çok makam aracı
Ankara’da metrekare başına 300 takım elbiseli düşüyorsa, rahat 150 de makam aracı ve şoförü düşüyor. O kadar çoklar ki, insanın sokakta taksi yerine makam aracına el kaldırası geliyor.
Anıtkabir’in rafine mimarisi