Sessizlik saygıdır kimi zaman, kimi zaman dinginlik, huzur... Kimi zaman kifayetsizlik ve suçluluk duygusuyken... İyiyi de, kötüyü de kabullenmek oluyor kimi zaman... Bazen sonsuzluğa kapı açarken, bazen de ölüm olabiliyor. Tekdüzeliğin de sıkıntının da sebebi oluyor, sonrasında kopacak fırtınanın, gürültünün kaynağı da. Her şey sessizce oluyor; biz farkında olmadan dünya dönerken, gecenin sessizliği, günün cıvıltılı aydınlığına zemin hazırlıyor. Ağaçlar sessizce büyüyor, çiçekler sessizce açıyor. Okyanusun derinliğinde köpek balığı avına sessizce yaklaşıyor. Duygularımızın girdiği kalıplarda, zihnimizin algısında, yanılsama ya da sanrı ihtimalinde, iç dünyamızın şekillenmesinde de ‘sessizlik’ var. Ana karnında cinsiyetini seçme şansı olmadan sessizce şekillenen cenin; doğduktan sonra; erkekse gürültüye, kadınsa sessizliğe alıştırılıyor. Kadın çocuk yaşlarda cinsel obje olarak algılanmaya başlanırken, erkeğin o yaşlarda tuvalet eğitimi henüz devam ediyor. Evliliklerde kimi seçeceği erkeğe bırakılırken, “çocuğa sorulmaz” diye kadın sessiz kalıyor. Kadının çocuk olması önemsenmezken; erkek hangi yaşta olursa olsun, cinsel iktidara sahip olması yetiyor. Doğanın adaletinde tüm canlılar eşitken, sessiz kalan insan adaletinin; erkekler tarafından yazıldığı sessizce gün yüzüne çıkıyor. Osho “Dinleyeni olmadığından değil, anlayanı olmadığından sessizleşir insan” derken, tüm çocuk gelinlerin sessizliğini özetliyor. Ses-siz-siniz...
SES-SİZ // SILENT
Girişteki yazımın da içerdiği mesajın da ilham kaynağı; Güzel sanatlar Üniversitesi’nde doktor öğretim üyesi ve seramik sanatçısı sevgili ‘Sevinç Köseoğlu Ulubatlı’nın Farabi’deki ‘Tosca Art Gallery’de açtığı bir sergi oldu. Halen toplumsal yaramız olan ‘Çocuk gelinler’ gerçeğine dikkat çekmek ve toplumsal farkındalığı harekete geçirmek için hazırladığı seramik enstalasyon ve formlardan oluşan sergisini gezdiğimde etkilenişimden kaleme yansıyanlar. Sevgili Sevinç Hoca’yla ayaküstü sohbetimizde, “Görmezden gelip sessiz kaldığımız yanlışların, bir süre sonra hayatımıza doğru olarak yerleştiğinin farkında olmalıyız” sözü su götürmez bir gerçek. Sanatın dili de ‘sessizlik’ olduğuna göre, Sevinç Köseoğlu Ulubatlı sizi sessizlikten doğan çok sesliliğe, farkındalığa ve duyarlılığa davet ederken, en güzel eseri sevgili kızı ‘Asya’ya sıkıca sarılıyor.
Günlük yaşam, sorumluluklar, zorunluluklar bir yana çekerken; hayaller, arzular ve gelecekle ilgili düşünceler farklı bir yana sürüklüyor. Bir nevi boşluktayız; evrene sorgu, sual kar etmiyor. Alıştırıldığımız yaşamın, ensemizde hissettiğimiz nefesi bize “Koş” diyor, biz de koşuyoruz. Bazen hayatın olması gereken akışına, bazen de dayatılan yaşamın akıntısına kapılıp gidiyoruz. Her halükarda koşarak; hayatı yormayı ve yenmeyi düşünüyoruz. Hayatı yorabilmiş miydik? Emin değilim ama biz insanların hırsları, egoları, arzuları yorulmuyordu. Nefes nefeseydik ancak yine de durmuyorduk, dinlenmek ya da önümüze bakmak için de durmamıştık. Hele ki düşünmek... Hiç ama hiç aklımızda yoktu. Ne istediğimizin farkında değildik, daha iyisi ve daha da iyisi diyerek anlık ve geçici hazlar veren; ego tatmininden ileri gidemeyen duygulara ‘Hayat’ derken, uyuyakalmıştık. ‘Hayat’ bizdik aslında, bilen var mı ki? Kimsenin bildiğini, biliyorsa da memnun olduğunu sanmıyorum. Neden mi? Çünkü... Hâlâ uyuyoruz... Geçenlerde Doğan Cüceloğlu, Rasim Öztekin ve Kartal Tibet öldü. Öncesinde Münir Özkul, Erol Günaydın, Levent Kırca... Daha da öncesinde Kemal Sunal ve Barış Manço ölmüştü. Ben çok üzgünüm. Bizi ‘biz’ yapan, ‘bir’ yapan, diğerleri gibi Ferhan Şensoy da öldü. Hislerim yalnızlık ve uyku hali. “Uyumak güzel de, kitle halinde uyuyunca sıkıntı büyük oluyor” demişti büyük usta Ferhan Şensoy. Uyanın...
KÖROĞLU’NDA ‘SARDUNYA’
Geçenlerde epeydir uğramadığım G.O.P Köroğlu Caddesi’ni baştan başa yürüdüm. Zihnimde, bir yandan gençlik yıllarından kalma anılar ve mekânlar canlanırken, diğer yandan Köroğlu Caddesi’nin yıllardır yaşadığı durağanlığı atlatarak yeniden canlanışının keyfini yaşadım. Gözüme çarpan ilk mekândı ‘Sardunya.’ Meze ve atıştırmalık restoranı olarak değerlendirmek üzereyken ‘ara sıcak’ ve ‘ana yemek’ servisi yapıldığını görünce, keyifli bahçesinde iştahla yemek geçti içimden. Üç çocukluk arkadaşı; eczacı Kutlu, mimar Ahmet ve mühendis Cihangir, kafa kafaya verip sevdikleri yiyeceklerin bir arada olduğu Sardunya’ya, kendi güzel lezzetlerini de katınca iştah açıcı bir mekân oluşmuş. Sardunya’nın en hoşuma giden tarafı; Anadolu’nun her yanından ulaşabildikleri kadın üreticilerin elinden çıkan butik ürünleri kullanmaları fikri oldu, bayıldım. Herkesin kullandığı plastik paketleme yerine, kavanozlara koydukları mezeleri evinize götürebiliyorsunuz. Bildiğimiz klasik mezelerin lezzeti nefis, klasik olmayanlar için herkesin damak zevkine göre seçim ve beğeni değişir.
CİBES OTU
Ege bölgesine has şifalı bitkiye ‘Lahana patlağı, azman ve cibez’ de deniyor; Karadeniz deki ismi ‘Cici otu.’ C vitamini açısından zenginliğinden dolayı soğuk algınlığının yanı sıra, uzun süre tok tutmasıyla; zayıflamak isteyenlerin de son zamanlarda müptelası olduğu bir bitki Cibes. Bağışıklık sistemini güçlendiren bu bitkinin, Egeli kadınlar tarafından aşkla hazırlanan salamurasına, biraz zeytinyağı ve baharat, biraz da sevgilerini katıp servis ediyor, Sardunya.
Yaşamın anlık zevklerine kapılarak yaşarken, kolaycılığa ve tüketime alıştırıldığımız bakış açısıyla geleceğimizin de tüketildiğinin farkında olmamız gerekiyor. Çoğalan insan nüfusu ve bu sebeple gereksinim duyulan endüstriyel üretim hızının, doğanınkinden kat be kat hızlandığı gerçeği de var. Hazıra konduğumuzu düşündüğümüz doğanın ‘sonsuz üretici’ olduğu yaklaşımı doğru olsa da son yıllarda teknolojik gelişmelerle birlikte edindiğimiz ‘kullan at’ yaşam tarzı; doğurganlığını sekteye uğrattığımız doğanın ‘ölüyorum’ çığlıklarını duyduğumuz anlamına da gelmiyor. Sevgi temelli ruhun gereksinimlerinin giderilmesi kalıcı bir mutluluk sağlarken; zevk temelli bedensel ihtiyaçlar, anlık hazların giderilmesi ile verdiği mutluluk gelip geçiyor; yenisini elde etmek için yine, yeniden tüketiyoruz. ‘Kullan at’ yaşam tarzının, gelecek nesillerin soluyacağı nefesi, yiyeceği yemeği kullanarak, hovardaca attığımız türde bir bilinç olduğunun farkında olmamak hazin bir durum. Sürdürülebilir yaşam tarzı, özünde doğa ve doğaya gösterilecek saygıyla, gelecek nesillere sağlıklı bir şekilde aktarılmasını öngörüyor. Goethe’nin yukarıda yazdığım tavsiyesine kulak verin derim. Müzik, edebiyat, güzel sanatlar; yaratıcı, estetik, merhametli ve faydalı bir ruh hali edinmemizi sağlar. Her şeyden önemlisi bize bir kalbimiz ve ruhumuz olduğunu hatırlatır.
YARATICI TÜRK KADINI
Uzaktan kadın çığlıkları duyuyorum... İçim paramparça ve asla iflah olmayan bir garip insanoğlu, doğayı ve kadını yok ederek, kendi çukurunu kazarken sevinçten dört köşe. “Kadınlar insan, biz erkekler insanoğlu” der ozan Neşet. Ah be insanoğlu... Her güzel şeyi tahrip etmeyi nasıl başarabiliyorsun? Sevgiye, güzelliğe karşı bu hırsın, düşmanlığın neden? Nedir bu içindeki yok etme arzusu? Kendin de bilemiyor ama mutlak güç yani ‘para’ diyorsun değil mi? ‘Ana’ dediğimiz doğaya karşı ilan ettiğin savaş, aslında kadına ve güzelliğe hükmetme arzusu olmasın sakın. Düşündün mü hiç? Suyu, toprağı kirletmeyi, kadını ve hayvanları öldürmeyi tasarlayan şeytan zihnin; seni de yok oluşa sürüklediğini söylemedi mi? Peki binlerce yıldır yılmadan, yorulmadan yok etmeye çalıştığın doğanın ve kadının her şeye rağmen ayakta olduğunu ve yıkılamayacağını da mı görmüyorsun? Uzaktan kadın çığlıkları duyuyorum. Cevabı Maya Angelou veriyor. Söyler şarkısını kafesteki kuş. Sesi bilinmezliğin korkusuyla titrer. O kadar çok ister ki; duyulur uzak tepelerden, kafesteki kuşun. Özgürlük şarkısı...
BESTEM ‘BUL BENİ’ DİYOR...
Anadolu kadınının sahip olduğu özgüvenin içinde yatan ‘Atatürk’ siluetinin, diğer ülke kadınlarına da ilham olduğunu bütün dünya yakından biliyor. Medeni cesaret kazandığı önderi sayesinde, kendini ifade edebilme yeteneği edinen kadınımız; Anadolu halkının yürekli anası olarak kadının varlığını hissettirirken kul da olmadı köle de. Uzaktan duyulan kadın çığlıklarının şifresini çözemeyenler; genç sanatçı ‘Bestem Yuvarlak’ın son single’nı dinlerken, sözlerine kulak kabartsın, anlamaya çalışsın. Uyuyorsa, uyanabilir. “Kalabalık ruhum, elemle kaplanmış, kabuk bağlamış yaram, yosun tutmuş gözlerim. Karanlık içindeyim. Soru işaretleri, bir değil, birden çok. Bul beni, bul beni...” Tüm dijital platformlarda, genç Türk kadını Bestem’i bulun ve dinleyin, uzaktan gelen kadın çığlıklarını da duyacaksınız.
ZELİHA ‘ANA’ MUTFAĞI
Türk kadınının en önemli meziyeti; pişirdiği yemeğe de yetiştirdiği evlada da verdiği emek ve sevgi dolu lezzet olmalı. Balgat Ceyhun Atıf Kansu Caddesi’ndeki ‘Zeliha’ Boşnak mutfağında pişen yemekleri tattığınızda hayırlı evlatlar ‘Ramazan ve Raşit’ ustaların analarından aldığı lezzeti yemeklerine yansıttığını da göreceksiniz. Marketlerdeki hazır tavuktan ve yemeklerinden soğuduğunuzu biliyorum ancak Zeliha’nın özellikle Kızılcahamam’dan getirdikleri köy tavuğunu saç altında 4-5 saat pişiriyorlar, gerçek tavuk yiyorsunuz.
KAYMAKLI CEVAPİ KÖFTE
Boşnak böreği ve Boşnak mantısının lezzetlerini önceden anlatmıştım, unuttuysanız mutlaka yeniden tadın. Yeni keşfedip tadına doyamadığım ‘Kaymaklı cevapi köfte’ye ise müptela olacaksınız. Kızartılmış boş Boşnak mantısı üzerine sos, üstüne yüzde 70 dana, yüzde 30 kuzu etlerinden yoğrulmuş ızgara köfte yerleştiriliyor ve Hatay tereyağı dökülüyor. Yanında tavuk suyuna pişmiş bulgur ve Afyon kaymağı konup güveç tabakta servis ediliyor, yerken önce hafifliyor sonra da bayılıyorsunuz.
Küresel ısınmanın sadece yeşili değil, başta biz olmak üzere tüm canlıları yok edeceğini bilip de umursamamak nasıl izah edilebilir ki? Uzun yaşamın sırrını ararken, asıl yaşamı yok etmenin mantığını anlamak çok güç. Ormanlarımız karardı, ruhumuz da öyle; yeşili görmeden yaşamın altını çizmek kolay olmayacak. Evet... Uzaktan da olsa doğayı seviyorduk ama korkuyorduk. İçine girmeye, bütünleşmeye... Aslında parçası olduğumuz doğaya uygun yaşamı kabullenmeye korkuyorduk. Müptelası olduğumuz sanal yaşamdan uzaklaşıp gerçekle yüzleşecek mertliğimizi de kaybetmiştik. Zihnimizin bizi aldatan, sevgimizi değil arzularımızı tetikleyen oyunlarına maruz kalmanın, güçsüzlüğümüzün değil, sahtekârlığımızın bir sonucu olduğu hakikatinden kaçarken arkamıza bile bakmadık. Ruhumuz istemese de; gerçeklerden koparıp alıştırdığımız sahte ve bize ait olmayan yaşam tarzının içinde mutant hale geldiğini göremezden gelirken de sahtekârdık. Ruhumuz, gerçekte ait olduğu doğaya hasretken; bulduğunda ulaşamamanın ya da yeterince içine girip hissedememenin bilinçaltına yüklediği asabiyetle yok ediyor olma ihtimali ürkütücü değil mi?
MARMARİSLİ BAL ARILARI
Geçen hafta üzülerek değinmiştim, ne kadar önemli olduklarını, doğanın canlılık döngüsüne büyük orandaki katkılarını anlatırken içim de, ellerim de titremişti. Yok etmekte mahir kudretli insanoğlunun; hayatının bu minicik arılara bağlı olduğunun farkında olmayışı ya da kabullenemeyişinin acizliğinin korkak itirafıydı titreyişim. Çevre ve Arı Koruma Derneği (ÇARIK DERNEĞİ) ile konuştum, Marmaris’teki çam balı üreticilerinin yanan ormanlarda uzun süre üretemeyeceği çam balını yeniden yeşertmek için desteğe ihtiyacı var. Dernek, küçük aile bal işletmelerinin ellerindeki yayla ballarını satıyor. Hem doğanın hem Marmaris’in hem de canlılığa sebep bal arılarının sürekliliği ve detaylı bilgi için www.carik.org.tr web adresini ziyaret edin.
DESTEK İÇİN TATİLE GİDİN
İmkânınız varsa ve henüz tatil yapmadıysanız; Manavgat, Marmaris, Hisarönü, Bodrum, Ören ve aklıma gelmeyen, orman yangınlarının etkilediği diğer beldelere tatile gidin. Bir damla katkınız bile olsa hem yanan ormanların yeniden yeşermesi hem de etkilenen yerel halkın yalnız olmadığını hissetmesi açısından çok ama çok önemli!!
PINK FLOYD
Çok üzgünüm... Bu hafta yemek, mekân yazmak gelmedi içimden. İnsanlığımızı, doğa bilincimizi sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum. Tolstoy şöyle diyor: “Bozulduğu zaman insandan daha korkunç bir yaratık yoktur.”
Şuna emin olun ki yanan, yok olan ormanlar değil. Yok olan biz insanlar, yanan da binlerce yılda düşe, kalka öğrenerek, deneyimleyerek oluşturduğumuz insanlık onurumuz. İnsan, edindiği onuru sonradan bozmuştur. Oysaki başta doğa olmak üzere, içinde yaşayan tüm canlıların onuru hem doğaya uyumlu hem de içgüdüseldir; yani doğasında vardır. Susturamadığımız yapmacık hırsımız, dizginleyemediğimiz şımarıklığımız ve asla üstlenmediğimiz sorumsuzluklarımızla doğayı suçluyor, tahrip ediyor ve düzenini bozarak inatla savaşıyoruz. Çok iyi biliyoruz ki; doğa bizden çok ama çok daha güçlü, hem öyle güçlü ki yaptığımız her türlü kötülüğü, tahribatı kendi kendine onarmakla kalmaz, üstüne üstlük, bozduğumuz dengesini yenilerken bedelini de ödetir. Tarihte binlerce örneğinin yaşandığı ve bizlerin afet dediği, aslında doğanın kendi döngüsünü sürdürme çabası ve mutlak hâkimiyetinin ilanıydı. Esas canlı da yaşam kaynağı da bizlere yaşama şansı veren doğaydı. Bizler sadece doğanın canlılığından sebeplenen asalaklardık. Fakat ne yazık ki farkında değildik, halen de değiliz. Kendimizi mutlak hâkim ve gerçek sahip görerek, aldığımız nefesi sabote ediyor, bu kibirle de kurmaya çalıştığımız hükümranlığın altında eziliyoruz. Ağacın yeşermek için varlığımıza değil, yokluğumuza ihtiyacı var artık. Asıl olan insanlığımız, vicdanımız, merhametimiz ve en önemlisi onurumuz yeniden yeşerir mi? İşte o muamma!
KESTANE, GÜRGEN, PALAMUT
‘Kestane, gürgen, palamut, altı yaprak üstü bulut, gel sen burada derdi unut, orman ne güzel ne güzel. Dallar kol kola görünür, yaprak yaprağa sürünür, kışın karlara bürünür, orman ne güzel ne güzel...’ Herkesin çocukluğunun bu güzel şarkısını hangi yüzle söyleyeceğimizi bilemiyorum. Kızılçamın yüzüne nasıl bakacağız, Halep çamı gölgesini sakınmaz mı bizden? Sarıçam, kayın, meşe üzülmez mi sanıyorsunuz; dallarına tüneyen kuşların ölümüne... Gövdesinin son öz suyu kuruyana kadar dik durup, ayakta ölen ağaçların yeniden yeşermeye hazır tohumlarını serptikleri toprağa bastığımızda utanır mıyız? Ve bizlerin bir açıklaması olacak mı, nefes almamızı sağlayan yeşil canlara...
Anadolu denince aklıma kadın geliyor, köy denince de kadın, doğa, toprak, su, ağaç, denince... Süt, buğday, bereket dendiğinde en önde kadın... Tencere, tandır, ekmek de kadın... Sevgi, şefkat, canfeda da kadın demek. Emek denince, yemek denince, lezzet denince de hep kadın. “Bir kadın ana... Kucağında insan... Hem de... bir dünya.”
SEMİH URAL ANISINA ‘SUFY’
Birkaç ay önce duyurduğum, fotoğraf sanatçısı Semih Ural anısına yakın arkadaşlarının birincisini düzenlediği, ‘Anadolu Lezzetleri’ başlıklı ve sadece öğrencilerin katılabildiği ‘Semih Ural Fotoğraf Yarışması’nın (SUFY) dereceye giren fotoğrafları açıklandı. Yarışmanın derece alan yemek fotoğraflarının öznesinde ‘Anadolu kadını’ ve güzel yüreklerinin iz düşümüyle pişirdiği yemeklere harcadıkları emeğin an’a yansıyan ana lezzeti var.
BİRİNCİMehmet ASLAN
İKİNCİMeriç AKTAR
ÜÇÜNCÜEbubekir BÜRÇÜNBÜYÜLEYEN ‘KAPI’
Halk edebiyatının doğal ilham kaynağıydı tabiat ana. Ozanlar, etrafta gördükleri doğal güzelliklerden etkilenir, sazın teline vurur. Türküler; çiçeğe, ormana, dereye, tepeye dokunur. Hatta kuzuya, kuşa, kısrağa, bülbüle dokunur. Ve bir de allı turnaya... Hasret olur, gurbet olur türküler. Sevda olur, mektup olur, sevgi olur, aşk olur.
Şimdilerde ne ozan kaldı, ne de halk edebiyatı. Varsa yoksa güruh halde istila ve adına değil edebiyat ‘bi-edep’ denecek bencil zevkler, davranışlar.
Görmüşsünüzdür... Tuz Gölü’nün kurumuş görüntüleri ile kuluçkadaki binlerce genç ve yavru flamingonun(allı turna) cesetlerini.
Duymuşsunuzdur... Mersin Aydıncık’ta bin 500 hektar, Hatay Hassa’da 200 hektar yanan ormanları ve telef olan binlerce ağaç ve yaban hayvanını.
Ve bayramla birlikte plastik çöp istilasına uğrayan Bozcaada plajını.
Ve İstanbul trafiğinden kaçıp, güya kafa dinlemeye gittiği Bodrum’da trafiğe yakalanan yurdum insanlarının yol kenarlarına fırlattıkları plastik şişe ve naylon poşetlerini.
Rize’deki sel felaketini izlerken gözlerinizi yummadınız umarım. “Bayram” diye takındığımız sorumsuz tutumumuz yüzünden artan koronavirüs vakalarını da düşünürsek, “Ah gülüm gülüm, kırıldı kolum, tutmuyor elim turnalar ey!”