Akustik, ses ve yankı bilimidir. Katı, sıvı veya gaz haldeki maddelerde dalga yayılımının fiziksel özelliklerini, bunlar arasında gürültüye yol açan titreşimlerin ve gürültünün kontrolü, farklı nesnelerin sesten nasıl ve ne şekilde etkilendiklerini de araştırır. Bana göre akustik; insan zihninde mantıkla eşdeğer olması gereken bir durumdur. İnsan yaşamına uyguladığımızda; yankılanan sesin kulağımıza geliş şekli ve ona verdiğimiz tepkiler hem duygularımızı hem de davranışlarımızı etkiliyor. Şahit olmadığımız herhangi bir durumu; ilk duyduğumuz kişinin ruh hali, o anki ruh halimiz, anlatım tarzı, kullanılan kelimeler, yüz ifadeleri sayesinde zihnin arka planında betimleyerek izlediğimiz bir filme dönüştürebiliyoruz. Aslında görmediğimiz ama anlatım yöntemiyle görmüş kadar olduğumuz belki de çok basit bir olayı büyütebilir ya da tam tersi çok önemlisini sıradan bir olaymış gibi değerlendirebiliyoruz. Uzaktan hoş gelen davulun sesi, yaklaştıkça dayanılmaz bir gürültüye dönüşüyorsa; mantığımız yenilmiştir. Ses ve gürültüyü birbirinden ayıramıyorsak, zihnimizdeki akustik bozulmuştur.
KOKOREÇ’İN ‘SALİM BABA’SI
Salim Baba’yı ziyarete gittiğim Ankara’nın en eski ve yoğun caddelerinden Denizciler Caddesindeki yerinde, kadim esnaflığın kokusu hâkimdi. Babalığın, çocuk sahibi olmaktan ziyade bir duygu olduğunu davranışlarına yansıtan Salim Baba’nın hikâyesinde; emeğin, mücadelenin ve en önemlisi yaptığı işin hakkını vererek çalışmanın kazandırdığı erdemi gördüm. 70’li yıllarda başladığı seyyar yaşamından, bugünkü 70’li yaşlarına kadar yorulmadan hayatın zorluklarıyla oynadığı kovalamacayı anlatırken, ekmeğini taştan çıkarmanın ‘baba’ olmakla paralel duygusunu, yüzündeki derin çizgilerden de okuyordum. Ankara’daki seyyar veya sabit iyi kokoreç yapan başta Tunalı’daki efsanevi mekan ‘Kıtır’ ve Gençlik Caddesi’nde yoğun beğeni toplayan ‘Pikolet’ olmak üzere birçok yer, Salim Baba’nın eşi ve çocukları ile birlikte aile sevgisiyle sarıp sarmaladıkları kokoreçi kullanıyor. Lezzetinde esnaflık var, inanç, emek ve aşk var.
Yüreğimiz kanatlanıp sevinçten uçmuyor artık bayram sabahlarında. Gözümüze girmeyen uyku; sabah giyineceğimiz yeni kıyafetlerimiz için değil muhtemelen. Suskunduk... Pandeminin ilk başlarında ya hastalık kaygısı ya da gelecek endişesiydi bizi uykumuzdan alıkoyan. Şimdilerde; sessizliğin gölgesinde değişen uyku ve yeni geliştirdiğimiz sorumsuz yaşam düzeni. Tembelleşmeye giden bir miskinlik hali ya da ölüm korkusunun bize dayattığı duyarsızlaşma durumu var üzerimizde. Her şeye rağmen hayatımızı cebimize koyup bayram alışverişine çıktık, duygular ateş pahası ne merhamet alabiliyoruz ne de vicdanın fiyatını sorabiliyoruz, dükkânlar kapalı. Vitrinlerden izlediğimiz sevgi, aşk ve mutluluğun fiyatı el yakıyor, yanına bile yaklaşamıyor, sessizce evimize dönüyoruz. Sokakların sessizliği evimize, evimizin sessizliği içimize yerleşti. Bezmişliğin, bıkkınlığın, belirsizliğin sessizliği de var, çaresizliğin hüznü de. Elde avuçta ne varsa konuşacak, konuştuk. Ne varsa düşünecek, hepsini düşündük belki... Cebimizdekini tükettik, şimdi de kendimizi tüketiyoruz. Çocuklar öldürülüyor biz Gazze’ye sessizce bakıyoruz.
KOLLAJEN NEDİR?
Kadın-erkek fark etmiyor, cildini yenileyerek güzelleşmek veya gençleşmek isteyenler, güçlenmek isteyen sporcular, eklem ağrıları çeken yaşlıların yanı sıra; dişleri, tırnakları ve saçları dökülenlerin de rağbet ettiği bir tür antioksidan (hücre hasarını önleyen moleküller) ‘Kollajen.’ Özellikle bayramlarda aşırı yüklendiğimiz hayvansal protein ‘Kelle-paça, kemik suyu, jölemsi ilik’ten kazandığımız, faydaları yüzyıllardır bilinen ve ilaç niyetine özellikle pişirerek tükettiğimiz geleneksel bir lezzet ve tedavi yöntemi diyebilirim. Geleneksel ve tamamlayıcı tıp (GETAT) Hekimi Prof. Dr. Murat Hökelek’in aslında tıbbi terim ve dil kullanarak verdiği bilgilerin, halk diline dönüştürdüğüm halini okudunuz. Son zamanlarda sıkça duymaya başladığımız kollajen ve yaygınlaşan kullanımı ile ilgili çokça sorulan soruları da sordum; Sevgili Murat Hökelek cevapladı:
Birlikte güzel yaşamak, kulağa ne hoş geliyor değil mi? Hepimizin aslında çok özlediği, hep istediği, ancak önceliklerimizi; bencil tavırlarımız ve büyüyen egolarımız belirlemeye başladıkça arka sıralarda kalan hoşgörü ile birlikte unuttuğumuz bir düşünce biçimi ‘Muaşeret’, yani birlikte güzel yaşamak. Eskiden çok güçlü ve yazılı olmayan kurallardı ‘Adabımuaşeret.’ Yazılı kurallardan bile güçlü olmasının sebebi; toplum içindeki davranışlarının başkaları tarafından takdir görmesinin kazandıracağı öz güven ve insanlardaki beğenilme arzusuydu. Okumuş olsun ya da olmasın, beğenilmeyi; adabımuaşeret kurallarını iyi bilmek ve ona göre davranmakla elde eden insan düşüncesinden, sosyal medyaya koyduğu fotoğraflardaki havalı arabası, pahalı evi ve marka giysilerle elde etmeye çalışan insan tipine ulaştık. Okuduğu onlarca kitaptan sonra sahip olduğu bilgi derinliğini kullanırken bile, karşısındakini sabırla anlamaya çalışan davranış biçiminden, internetten okuduğu birkaç cümle ile her şeye hâkim olduğunu zannedip, aksine tahammül edemediği gibi bilgisizliğinin de farkında olmayan kibir abidelerine dönüştük. Önce haddimizi bilmemiz gerek... sonrası zaten ‘Muaşeret.’
LA PETİTE NONA ‘BRİGADEİRO’
“Erkek işine geleni, kadın kafasına koyduğunu yapar” anonim deyimi; kadının başarısındaki en önemli sebebin, yaptığı işi özümseyerek, çok isteyerek ve samimiyetle yapması olduğu sonucuna varıyor. Kadın; her dilde kadındır, her renkte de, her yaşta da kadındır. Sevgili Mara Cömertoğlu 20 yıl önce evlenip ülkesini bırakarak Türkiye’ye geldiğinde, Brezilya’da kafasına koyduğu çikolata dükkânı hayalini de birlikte alıp gelmiş. Mesa Koru, Kavaklı Sokak’taki küçücük dükkânında, anne ve anneannesinden öğrendiği, kendi ülkesine has ve geleneksel yöntemlerine bağlı kalarak hazırladığı tatlı ve çikolataları sergilerken mağrur halini mutlaka görmeniz gerek. Eşi Metin Cömertoğlu’nun yaptığı çevreye duyarlı paket tasarımlarının çikolatalarla uyumu, iki aşığın kavuşması hissiyle birbirlerine olan aşkın simgesi olmuş. ‘Küçük Nine’ anlamına gelen ‘La Petit Nona’ da sergilenen 200 farklı ürün arasında en önemlisi ve gelenekseli ‘Brigadeiro’nun kelime anlamı ‘General.’ Brezilya’da geçmişte önemli bir askeri ve siyasi figür olarak bilinen ‘Eduardo Gomes’in bekar oluşundan esinlenilmiş olduğu rivayetleri var. İçerikleri farklı ama bizdeki lokum gibi; Brezilya’nın dünyada en çok bilinen çikolatası (tatlı veya şekerleme de deniyor.) ‘Brigadeiro’nun içeriğinde kullanılan ‘yoğunlaştırılmış süt’, süt, tereyağı ve şekerle yapılıyor, kaliteli kakao ile birlikte oluşturduğu ahengin lezzetiyle de mest ediyor. Sevgili Mara, yuvarladığı Brigadeiro topçuklarını süslediği çikolata parçacıklarını yurt dışından özel getirterek lezzetini katlıyor.
Son bir buçuk yıldır bize farklı bir hayat deneyimi yaşatan pandemi sürecinin gelip gelip gitmesi, ruh sağlığımızın da gidip gidip bilmediğimiz hallerle geri gelmesine, akışkanlığını yitiren alışkanlıklarımızın değişimine de sebep oldu. Pandemiden önce önemsemediğimiz hatta unuttuğumuz ailece birlikte vakit geçirme, paylaşma ve yardımlaşmanın, eve kapandığımız dönemlerde yeniden canlanacağı düşüncesi çoğunluğu heyecanlandırmıştı sanırım. Maalesef öyle olmadı... Evet hepimiz birlikte eve kapanmıştık ancak bununla yetinmedik, önce kendi odalarımıza sonra da içimize kapandık. Elimizdeki telefona ya da tablete kapıldık, önce tembelleştik sonra da duyarsızlaştık. Yan odada kalan kardeşimiz, anne veya babamız saatlerce odasından çıkmasa bile merak etmedik. Şu kısacık ama muhtemelen size bitmeyecekmiş gibi uzun gözüken ömrünüzde sevildiğinizi bildiğiniz sevdiklerinize katlanamamak duygu yoksulluğu değil de nedir?
YARDIMLAŞMAK FİİLİ
İnternetimiz ortaktı ama soframız ortak değildi, bütçemiz ortaktı belki ama herkes kendi telefonundan online sipariş siteleri kanalıyla farklı yerlerden ihtiyacını giderdi. Ne mi oldu? Birlikte zaman geçirme ve konuşma ihtiyacı duymadığımız ailemizden iyice uzaklaştık. Eve gidip gelirken zincir marketlerden almayı unuttuğumuz herhangi bir şey için girdiğimiz mahallemizin bakkalı, manavı, kasabı, fırını veya lokantasında karşılaştığımız tanıdık yüzler ve güzel sohbetlerin maneviyatımıza kazandırdığı saf duygulardan da mahrum kaldık. Mutlak kazananı olan, size güya engin olanaklar sunan alışveriş ve sipariş sitelerinin, makineleştirdikleri alışverişin, tüketim çılgınlığına, oradan da tatminsizliğe, duygusuzluğa ve haliyle mutsuzluğa uzandığını bilin. Esnafın size en çok ihtiyaç duyduğu dönemlerdeyiz, elinizdeki telefonu bırakın, sipariş sitelerini aradan çıkarın, alışverişinizi veya siparişinizi esnafa doğrudan kendiniz verin. “Bir mum diğer mumu tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez” diyor Mevlana. Siz manevi duygularınızı, esnaf da kendine olan güvenini yeniden kazansın.
Size güzel bir dünya hazırlayamadık çocuklar. Yüzünüze farklı söyledik, arkanızdan iş çevirdik. Ne mi yaptık? Size yalan söyledik, siz uyuyun diye mutlu biten masallar uydurduk. Sizi yok saydığımız dünyada hedefimiz ölümsüzlüktü ancak başkalarını öldürerek bulmaya çalıştık. Hırsımıza yenik düştük, para için savaştık, güç için savaştık, siz bizi izlerken ya öldünüz ya da nefreti öğrendiniz. “Bir daha mı geleceğiz dünyaya?” deyiminin önderliğinde, size üretmeyi değil tüketmeyi öğrettik. “Benden sonra tufan” dedik, güya sizin için hazırladığımız dünyada, yaşam kaynağımız suyu neredeyse tükettik, sevginin kaynağı diğer canlılar, ağaç, yaprak, rengârenk çiçekler, tükenmek üzere. Oysa ki; bencildik, ölümsüzlüğü kendi şahsımız için ararken, siz aklımızda bile yoktunuz. Ölümsüzlüğün; aslında sizin geleceğinizi hazırlamak olduğunu kabul etmek istemedik. Biz yetişkinlerin içinde ihanet var çocuklar, ben olsam bizi affetmem, çünkü; Size paranın hâkim olduğu hastalıklı bir dünya bırakıyoruz. En iyisi; Siz bize bakmayın çocuklar! Kitap okuyun, kitaplar okuyun, biz olamadık, siz insan olun! 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nız kutlu olsun.
ELAZIĞ GÜVECİ
Geleneklerimizin bizi geleceğe güvenle taşıdığına inanıyorum. Kanaatkâr düşüncenin yarattığı geleneklerimizde öncelikle sevgi var. Saygı, hem kişide hem de toplumda dikkate alınmış. Üretim var, paylaşım var, çevreye ve diğer canlılara karşı duyarlılık var. Tüketim de var elbette, ama savurganlık yok. Yetinmek var, “kara gün” hesabı var, geleceğin aydınlanması ile ilgili yapılan fedakârlıklar da var. Gelenekleri ve geleneksel yemekleri yaşatma konusundaki hassasiyetini bildiğim sevgili hocam Semahat Sanaç’ın “Patile”sinde ramazan menüsüne koyulan “Elazığ güveci” gerek hazırlanışı gerekse lezzeti açısından yukarıda geleneklerle ilgili sözünü ettiğim tüm özellikleri barındırıyor. Anne Patile, Birlik Mahallesinde kızı Ümitköy’de, geleneksel ramazan sofrasına yakışacak yemekler pişiriyorlar, siz de onlara uğramayı gelenek haline getirin, hakkediyorlar
Mazeretle birlikte başka şeyler de üretiyor insanoğlu. Başkalarının mutsuzluğunu, kendine mutluluk sayıyor, dedikodu üretiyor mesela. Diğerlerinin hayatına bakarken unuttuğu kendi gerçeklerinin, başkaları için mutluluk kaynağı olabilme ihtimalini de unutuyor. Ürettiği yalanlarla kurduğu dünyasına girenleri etkilediğini düşünürken, asıl etkilenenin kendisi olduğu gerçeğini görmezden geliyor. Başkalarını alçaltarak kendini yüceltmekten aldığı sinsi hazdan vazgeçemiyor insanoğlu, kıskançlık üretiyor, nefret üretiyor, kin üretiyor, acı ve ölüm üretiyor... Hayatın yönünü değiştirdiğini sanarak felsefe ve teoriler üretiyor ama ürettiği bencil felsefenin temeline koymayı unuttuğu ‘paylaşmak’ odaklı sevgi ve saygı eksikliği, sonunda her şeyi allak bullak ediyor... Değil mi?
BEYPAZARI’NIN LEZZETLERİ
‘Üretim’ derken aklıma Beypazarı’nın gelmesini yadırgamadım. Geçenlerde hafızamı tazelemek için uğradığım Beypazarı’nın ürettiklerine bir kez daha şahit olmanın verdiği şaşkınlığı yaşadım. Hepimizin bildiği gibi, havuç başta olmak üzere envai çeşit sebzenin üretim yeri de Beypazarı. Beypazarı kurusu, köfter, cevizli sucuk, pekmez, tarhana, erişte ve daha sayamadığım geniş bir yelpazeye sahip. Belediye Başkanı sevgili Tuncer Kaplan’ın nazik armağanı el işi gümüş telkari işleme ay-yıldız figürü tanıdıktı. “Bu bizim memleketin işi” derken Mardin’i kastetmiştim. Sevgili başkan Mardin’in gelip Beypazarı’ndan telkari işleme gümüş aldığını söylemesi üzse de Beypazarı’nın bu işi sahiplenmesi adına sevindirmişti.
Havamız kime? Eş, dost ve akrabanınkinden daha pahalı ve konforlu bir arabaya binmenin, bir evde oturmanın bize verdiği üstünlük duygusunun ne kadar adil olduğu konusunu düşündünüz mü hiç? Bilgi ve görgüyle donatamadığımız kişiliğimizden elde edemediğimiz saygınlığa, parayla donatıp her yönünü teşhir ettiğimiz yaşam tarzımızla sahip olabileceğimizi düşünmek insanlık onuruna hakaret değil midir? Satın aldığımız pahalı arabanın ya da evin güvenli olduğunu bahane ederken, asıl güvenliğin trafik ya da inşaat yapım kurallarına riayet etmek olduğu bilinç ve bilgi birikimi, kurallara uymayı zül sayıp maddesel ayrıcalığı üstünlük gören havalı egomuza mı yeniliyor. Bizi toplu taşımayı kullanmaktan uzak tutan yüksek ego ve kibrimiz; şahsımıza gösterildiğini sandığımız saygının, aslında bir metal veya beton parçasına gösterildiğini neden anlamak istemez ki? Bizden daha iyi olunmasını hazmedemiyoruz değil mi? Peki bu hazımsızlık, havalı arabamızla kırmızı ışıkta durduğumuzda, arka koltukta tabletiyle oyalanan çocuğumuza gıptayla bakan, sokaklarda dilendirilirken okuldan uzaklaştırılan, savunmasız çocuklara karşı neden yok? Verdiğimiz bozukluklar hazmı mı kolaylaştırıyor? Yüreğimizin suskunluğu neden? Kanadımız yok ama havalarda yaşayabiliyoruz. Asıl muamma, yüreğimiz olmadan, insan olabiliyor muyuz? Havamız batsın da... Görelim!
‘GUŞGANA’
Anadolu geliyor aklıma hemen, gelenekler geliyor, kültür ve edebiyat geliyor. İnsan çağrıştırıyor, ana, nene, lala, bibi ve onların gönül sıcaklığı ile Guşgana’da demledikleri yemeklerin kokusu yayılıyor hemen. Velhasıl; Guşgana güzel kelime! Erzurum ağzında ‘Tencere’, Beypazarı’nda tavan arasındaki, kuş yuvası gibi küçük pencereli odacıklara deniyor. Son 20 yıldır Çayyolu eski köy girişindeki kebapçıya da deniyor ‘Guşgana.’ Pişirdikleri yemeklerin geleneklere uygun yöntemlerini uygulamada hassas davranan, Ankara’daki ender yerlerden biri diyebilirim. Sevgili Mustafa, ağabeyi ve amcası ile birlikte, çalışanlar ve misafirlerinin de içinde olduğu kocaman bir tencere veya Anadolu evi tavan arası, yani kısaca ‘Guşgana.’
Ölümsüzleştirmek istediğiniz manzaranın, aşkın ve mutluluğun o eşsiz enstantanesi için doğru zamanda tam dokunuşu beklerken geçen sürenin yaşattığı gizemli bilinmezliği...
O anlarda tesadüfen kadraja giren martının deniz üzerindeki süzülüşünü kıskandığınız ama nefesinizi kaçırmamak için yutkunduğunuz sabrın, damağa bıraktığı lezzeti...
Tam dokunuştan sonra duyduğunuz deklanşör sesi ve boşalttığınız nefesinizin ısısıyla yeniden canlanan yaşamın oh! dedirten rahatlığını...
Her karesi hayal meyalken yıkandığında berraklaşan film şeridinde, merakla beklediğiniz “o ölümsüz anların” kâğıda basılı kokusunun kalp ritmine de yansıyan hazzını...
Bilir misiniz?