Aziz Devrimci

İlk adım...

27 Ocak 2022
“Başlamak için mükemmel olmak zorunda değilsin; fakat mükemmel olmak için başlamak zorundasın.” (Zig Ziglar)

Uyumak için yatağa gittiğimizde çoğunlukla hemen uyuyamaz, birkaç dakikalığına da olsa mutlaka düşünürüz. Neyi düşündüğümüz o günkü ruh halimiz ya da varsa planladıklarımızla, hayallerimizle ilgilidir. Gözlerimizi yumduysak göz kapaklarının ardında, yummadıysak baktığımız yerde; mesela tavanda dev bir ekran belirir ve hayallerimiz, planlarımız ya da düşündüğümüz her ne ise canlanmaya başlar. Filmlerin senaryosu önceden yazılıyor, ona göre çekiliyor ve kurgulanıyor. Hayallerimizin senaryosu ise ruhsal çalkantılara göre anlık dalgalanabiliyor, tavana yansıttığımız görüntülere o günkü duygu yoğunluğumuzla müdahale edebiliyor, değiştirebiliyoruz. Zihnimize giren iyi veya kötü düşüncelerin yönlendirdiği senaryo, bazen beklemediğimiz boyutlara ulaştığında karmaşık duygularla ya uyuyakalıyor ya da uyuyamıyor sabahlıyoruz. Yaşadığımız bu ikilemin kısır döngüye dönüşmesinin altında yatanın aslında “başlamak” fiilini hayata geçirememekten kaynaklandığını düşünmüyor olmamızdır. Gerçekleştirmeyi düşündüğümüz planlarımız için atacağımız “ilk adım” kendi iç dünyamızda kurguladığımız kaygı, endişe ve zamanla kronikleşen başarısızlık korkusuyla sansüre uğradığında, göz kapaklarımızın ardında oynattığımız hayal şeridi de kırpılıyor ve giderek anlamsızlaşıyor, ilk adımı atmak tamamen mucizelere kalıyor. Henüz ilk adımını dahi atmadığımız düşüncelerimizi mükemmel olma arzusu ile imkânsız hale getirirken, adım adım uzaklaştığımızın farkına varamıyoruz. Bana göre mükemmellik, bedensel ölümsüzlük gibi bir şeydir. “Hiç birimiz ölümsüz olmadığımıza göre, mükemmelliğin tanımı da olumsuzdur.” Mükemmelliğe takılmayın, yapabildiğinizin en iyisini yapın, yani “ilk adımı” atın.



TOM YUM ÇORBASI

Uzak Doğu yemeklerinin sağlık öncelikli düşünceyle binlerce yılda biriktirilmiş geleneklerin harmanlandığı kültürün sonucu olduğuna inanıyorum. Tüm bu özelliklerine ilaveten pişirenin kattığı sevgiyle daha da lezzetlenen Uzak Doğu mutfağına has “Tayland” usulü “Tom Yum” çorbasının soğuk kış günlerinizi ısıtacağını düşünerek bahsetmek istiyorum. Tayca’da “Tom” kaynatma sürecini anlatıyor, “Yum” kelimesi de içeriğindeki karışımı ifade eden karışık anlamına gelince, insanın içini ısıtan yudumları hayal etmek de size kalıyor. İçeriğinde “karides, limon otu, limon yaprağı, havlıcan, zencefil, mantar, acı biber ve misket domates” bulunan “Tom Yum” çorbası, Hindistan cevizi sütü ilave edilerek de pişirilebiliyor, o da sizin damak zevkinizi ilgilendiriyor. Ben iki türlüsünü de pişirme ya da gidip yerinde tatma taraftarıyım. Yerinde tatma derken “Tayland’a” gitmekten bahsetmiyorum tabii ki. Hem ruhunuzu doyurmak hem de bedeninizi “Tom Yum” çorbasıyla acılı ekşili ısıtmak istiyorsanız, Ankara’da Uzak Doğu mutfağını en iyi pişiren Ümitköy Galleria veya Maidan’daki “China Bloom” tam da yeri bence. Canınız çektiyse paket istemeyin, gidin yerinde sıcak sıcak için, cidden ısınacaksınız.

Yazının Devamını Oku

Yeniden... hep yeniden...

20 Ocak 2022
“Yaşadığımız ömür boyunca kaç defa hayal kırıklığı yaşadık, kaç defa düştük, kaç defa yeniden ayağa kalktık düşünsenize bir? İnsanoğlu böyledir çünkü defalarca yıkılsa da yeniden ayağa kalkmak zorundadır.” (Gabriel Garcia Marquez)

Bedenimiz ne kadar sağlıklı olursa olsun, hayatla yaptığımız mücadelede bizi düşüren de ayağa kaldıran da ruhumuzun sağlığı aslında. Hayatı keşfederken öğrendiklerimiz ya da öğrendiğimizi sandığımız deneyimlerle yol alıyoruz. Yürüdüğümüz yolun fiziki yapısı elverişli olsa bile, yola uyum sağlamak ya da sağlayamamak ruhumuzun yolla kurduğu dengeye bağlı oluyor. Duygu bütünlüğü kurduğumuzu düşündüğümüz yaşamın, değişken hallerini veya büyüyen sorunlarını yaşamın acımasızlığı diye yorumlarken, yaşamın aslında tüm doğallığıyla sürdüğünü göz ardı ediyor ve tüm kabahati yürüdüğümüz yolun fiziki yapısına yüklüyoruz. Esasında büyüyen de değişen de bizleriz. Duygularımıza şekil veren iyi ya da kötü deneyimlerin ruh halimizi soktuğu durumlarda düşüp yeniden kalktığımızda, bedenimizin de ruhumuzun da yönetiminin biz de olduğunu unutmamalıyız. Düşerken yürüdüğümüz yolun zorluğundan veya başkalarının çelme takmış olabileceğinden şikâyet ederken, kalktığımızda ise sadece beden gücünü kullandığımızı sanıyoruz. Oysa ki düştüğümüzde ruhumuzun gücüyle kalktığımız gibi, ruhumuzun güçsüzlüğüyle tepetaklak olduğumuzu da kabullenmeliyiz. Ön yargılardan kurtulun. Hayatı sürekli ertelemek, yargılamak, yürüdüğünüz yolda yükünüzü ağırlaştırır. Değişimden korkmayın. Mükemmel olmaya çalışmayın. Herkesi memnun edemezsiniz. Ruhunuzu dinginleştirin ki zenginleşsin. Ve asla ama asla kendinizden şüphe etmeyin. Yoksa düşersiniz...



KÜÇÜK HAMUR İŞİ ‘MAKARON’

“Maccarone” İtalyancada “küçük hamur işi” anlamına geliyor. Her ne kadar Fransız tatlısı olarak bilinse de ilk olarak Venedik manastırlarında üretildiği söyleniyor. Yapılmaya henüz başlandığında sadesi, yani; beze(şekerle çırpılmış yumurta akı), badem unu ve tereyağlı krema dolgusuyla yapılan bu minik hamur işleri, şimdilerde farklı “ganaj” dolgularla damaklara büyük keyifler veriyor. Değişik meyve, çikolata ve süt kreması kullanılarak yapılan ganajların, makaronlara verdiği rengârenk görünüm gerek estetik gerekse iştah açıcılık anlamında tahrik edici güzellikte. Ankara’da birçok yerde sıkça rastlamaya başladığımız makaron ve çeşitlerinin hayatımıza iyice girdiğini de görüyorum. Ayrancı-Tirebolu Sokak’taki “Aduja Artisanal Chocolate” ve sevgili şef Derin’in el yapımı çikolatadaki maharetini biliyorum. Çikolata yapımına gösterdiği özenin aynısını lezzetli makaronlarına da yansıtmış. Ağız tadını bilen müdavimlerinin taze taze tükettiği makaronlar günlük olarak sınırlı sayıda üretiliyor. Mesleğinde bir türlü öğrenmekten vazgeçmeyen ve sürekli kendini geliştiren sevgili Derin, “Gerçek makaron, dışı hafif çıtır, içi yumuşacık, kırılgan ve ağızda eriyip gitmelidir” derken, vitrine yerleştirdiklerini görenler kapışmış, nefis makaronlar bir anda eriyip gitmişti. Gidin, siz de eriyeceksiniz... Ama keyiften.

Yazının Devamını Oku

Klimataryen olun!

13 Ocak 2022
“En kof ceviz bile kırılmak ister. Olgun yemişler tutunamaz ağaca. Öyleyse kabuğum kırılacak diye hayıflanmamalıdır insan. Toprağa düşmemek için çırpınmamalıdır meyve. Düşün! Bir şeyin geldiği yere dönmesi kadar sevindirici ne olabilir.”(Lev Tolstoy, Ölüm Manifestosu)

Hayda! Bu nedir ki? Bu da nereden çıktı şimdi? Serzenişlerinizi duyar gibiyim. Merak etmeyin. Aslında bilmediğiniz, yabancı olduğunuz bir durum değil. “Klimataryen” olmak, iklim dostu tüketici olmakla aynı anlama geliyor. Başta çiftçiler olmak üzere yaşanan iklim değişikliği ve küresel ısınmanın son yıllarda hayatımıza giren bir karabasan olduğunu hepimiz biliyoruz. Bunun sebeplerinin en başında, çok fazla enerji gerektiren endüstriyel gıda ile konvansiyonel hayvancılık üretimleri olduğunu da bilmeniz gerek. Endüstriyel ürünlerin, üretim aşamasından paketlenmesine, sevkiyatına, oradan da tüketiciye ulaşmasını sağlayan devasa marketlere gelene kadar oluşan atık ve harcanan enerjiyi düşünsenize... (İnşaat, karayolları, yakıt, ağaç kesimi, hayvan ölümleri vs.) Bunların tümü atmosfere karbon gazı açığa çıkmasını ve sera etkisine yol açarak küresel ısınmayı tetikliyor. İçiniz karardı değil mi? Başka türlü nasıl olabilir ki? Sorusunu da sorduğunuza eminim. Cevabı belli: “Klimataryen olun.” Marketlerden alışveriş yapmayarak yukarıda saydığım tüm olumsuzlukları kendi adınıza bertaraf edebilirsiniz. Dolayısıyla enerji tüketiminiz ile karbon ayak iziniz azalacak. Yiyecek atıklarını azaltın, sorgulayarak alışveriş yapın. Yani doğaya saygıyla üretilen ürünleri tercih edin. En önemlisi de lokal ve yerli ürünler tüketin. Çok değil, belki de 30-40 yıl öncesine gittiğimizde atalarımızın ismi konmasa da bu yöntemle beslendiğini göreceksiniz. Yoksa yine çok değil, 30-40 yıl sonrasına gittiğimizde torunlarımızın açlık ve susuzluktan kırıldığını göreceğiz.

AÇIK GIDA AĞI

Son birkaç yılda ve özellikle pandemi sebebiyle gündeme oturan, önce dışarı çıkamayışımızı kullanan, sonra da üzerimize çöken miskinlik ve tembelliği kalıcı hale getiren çevrim içi alışveriş ve sipariş sitelerini sevmiyorum. Bunların hepsi, yukarıda bahsettiğim endüstriyel yok oluşun tetikçileri konumundalar. “Yerel, adil ve temiz” gıda ve üreticilerinin bir arada olduğu doğaya saygılı bir platform hayal etmiştim. Dönemine uygun üretim, hasat ve tüketimin bilinçli yapılabildiği bu platformun varlığını keşfettiğimde havalara uçtuğumu söyleyebilirim. Orijinal ve dünyadaki bilinen adı “Open Food Network” Avustralya’nın Victoria eyaletinde yerel gıda üreticilerini desteklemek amacıyla kurulan bu yazılım platformu, şimdilerde Türkiye’nin “Açık Gıda Ağı” ismiyle içinde olduğu 20 ülkede daha gönüllü faaliyet gösteriyor. Bu platformda dükkan açan yerel üreticiler, katkıda bulundukları sadece yüzde iki gibi düşük bir oranla platformun ayakta kalmasını sağlıyorlar. Buradan alışveriş yapan bilinç düzeyi yüksek tüketicilerin de katkısı çok büyük olacaktır. www.acikgida.com adresini tıkladığınızda Anadolu’nun yerel üreticisine can, kendi sağlığınıza da canan olacaksınız.



Yazının Devamını Oku

Her şeye rağmen...

6 Ocak 2022
“Her şeye rağmen sıcaktı güneş. Her şeye rağmen üstesinden geliyordu insan. Hayat, bir şekilde günleri birbiri ardına eklemenin bir yolunu buluyordu, her şeye rağmen...” (Virginia Woolf)

Zihnimizde yılbaşı gecesini tasvir ederken, karın soğuk beyazını, yanımızda sevdiklerimiz, iki avucumuzun arasına aldığımız sıcak kahve fincanı ve şöminede yanan ateşin kırmızı tonları ile ısıtmaya çalışır; giysilerimiz, eşyalarımız ve hediye kutularını hep bu tonlardan seçerken manevi sıcaklığın ısısını da hayal ederiz. Yazın sıcak günlerindeyse zihnimiz bizi yine sevdiklerimizle deniz veya göl kıyısına, yüksek ağaçların sarkan dallarına değerek sükunetle akan bir nehrin kenarına götürürken derin bir “ohhh” çektirmeyi de ihmal etmez. Bu sefer serin sulara bakarken, iki avucumuzun arasındaki içeceğimizi buzun beyazı soğutur. Şapkamız, üzerimizdeki giysiler, eşyalarımız beyazın serinleten tonlarından seçilmiştir. Geçirdiğimiz yılda hastalıklar, ölümler, geçim sıkıntısı hepimizi psikolojik olarak yıprattı, hatta iyice hırpalandık diyebilirim. Her şeye rağmen zihnimiz bize sevdiklerimizle beraber yaşamın güzelliklerini hatırlatmalı; sağlığı, mutluluğu, huzuru, sevgiyi, aşkı ve tabii ki gülümsemeyi... Eğer “siz isterseniz” hatırlatacaktır mutlaka. Buddha’nın şu sözünü unutmayın: “Her sabah tekrar doğarız, bugün yaptığımız en önemli şeydir.” Hepimize “derin bir ohhh” çektirecek şahane bir yıl olmasını diliyorum.



KADIN YÜREKLİ HEKİMLER(KAHEV)

Kadın Hekimler Eğitime Destek Vakfı(KAHEV), kurulduğu 2018 yılının 30 Aralık gününden bu yana tam üç yıl geçmiş. Vakfın öncelikli hedefi, eğitim giderlerini karşılayamayan tıp öğrencilerine sağlayacakları burs desteğiydi. O tarihlerde bu vakıftan bahsettiğimde henüz 500 civarı bursiyeri varken, üç yılın sonunda ulaştıkları rakam iki binden fazla. Özellikle köy okullarına yönelik çalışmalara odaklanan KAHEV gönüllüleri; onlarca okula kütüphane ve laboratuvar kurdu, onlarca okulu baştan aşağı boyadı, kültür sanat atölyeleriyle sosyal çalışmaları canlandırdı. Bugünlerde günümüz çocuklarının teknolojik yaşamla iletişimini sağlayan ve pek çok okulda bulunmayan “Robotik kodlama atölyeleri”ni tüm ekipmanını sağlayarak kuruyorlar. Yaklaşık 25 bin civarı kadın hekimin maddi manevi desteğinin yanı sıra; kendi elleriyle ürettikleri amigurami bebek satışları, gezi gurupları, çevrim içi eğitimler ve tabii ki dışarıdan aldıkları bağışlar da var. Ödüllü projeleri “Emanetiniz, Emanetimizdir” ile COVID 19’dan hayatını kaybeden 127 sağlık çalışanı çocuklarının tüm eğitim masraflarını üstlendiler. Detaylı bilgi ve değerli destekleriniz için www.kahev.org.tr adresine gitmeniz emsalsiz bir yeni yıl başlangıcı olacaktır.

Yazının Devamını Oku

Bir parça mutluluk

23 Aralık 2021
“Eğer mutluluğunuz bir başkasının yaptıklarına bağlıysa, çok ciddi bir sorununuz var demektir.” (Aldous Huxley)

SORU: “Hayata karşı borçlu muyum, alacaklı mıyım?” Son yıllarda doğallığımızı gittikçe yitirdiğimizi düşünüyorum. Evet... doğallığımıza mutlaka etkisi vardır ancak tükettiğimiz hormonlu gıdaların endüstriyelleşip doğallığını kaybettiğinden bahsetmiyorum. Biz insanların giderek doğallığından uzaklaştığını söylemek istiyorum. Yeni yıl yaklaşıyorken insanların mutluluk endeksini doğrudan etkileyecek hediye alışverişinden elde edeceği ‘bir parça mutluluk’ heyecanına kapılmasının doğallığı konusunda endişeliyim. İnsanlar eskiden de yakınlarına ve sevdiklerine hediye alırlardı elbette. Aldıkları hediyenin maliyeti asla önemsenmez ‘hatıra’ olarak saklanabilmesi, yani manevi yoğunluğunun yüreği ısıtan cinsten olması önemliydi. Hediye vermekteki amaç karşıdaki kişiyi mutlu etmek değildi, mutluluğu paylaşmaktı. Sözgelimi hediye bir kitapsa eğer, söylenmese bile hediyenin anlamı belliydi; ‘ben bu kitabı okudum ve çok sevdim, sen de oku, hakkında konuşalım’ demekti. Bu davranış biçimi; bir samimi iletişim kurma yöntemi, duygu alışverişi ve mutluluğu paylaşma vaadiydi aslında. Şimdilerde bu tür doğal yaklaşımlara rastlamak çok zorlaştı. Hediyeler karşıdaki kişinin maddi manevi gücüne göre seçiliyor. Hediye alınacak kişiyle iletişim kurma düşüncesi var tabii ki; ancak ‘kaz gelecek yerden tavuğu esirgememek’ için hediyenin ve maliyetinin geri dönüşünün garantisi de önem kazandı. Benimle hemfikir olduğunuzu biliyorum. İnsanların birbirleriyle kurduğu samimiyetten uzak menfaat çıkar ilişkilerini gördükçe midenizin bulandığını da söyleyebilirim. O halde hemen aynanın karşısına geçin ve kendinize paragrafın başında yazdığım soruyu sorun. Acele etmeyin biraz düşünün isterseniz. Cevabınızın samimiyetinden eminseniz cevap verin, hangisi? Aslında verdiğiniz her iki cevap için de vay halinize, bu konuyu iyice düşünün, zira sorununuz ciddi.



TARSUS YEMEKLERİ

Mersin’e bağlı bir ilçe olmasına rağmen; Tarsus’un kültürel yapısı, başta Mersin olmak üzere tüm Çukurova bölgesini de etkisi altına almayı başarmış. İnsanlarının yaşam tarzları ile çok kültürlülüğün ve geleneklerin günümüze kadar korunmuş olması, geçmişindeki kadim ortak yaşamın derinliğinden olsa gerek. Geçmişten gelen aynı hoşgörü ve derinliğin yemeklerini de etkilemiyor olması mümkün değil tabii ki. Geleneksel yemeklerin kayıt altına alınması, bir nevi geçmiş yaşamların da arşivlenmesi anlamına geldiği için fazlasıyla önemsiyorum. Tarsus gönüllüsü Sevgili Nuray Okyay’ın ‘Anılarla Tarsus Yemekleri’ isimli kitabına göz gezdirirken, yemeğin aslında hayatın bir parçası değil hayatın ta kendisi olduğunu yeniden fark ettim. Nuray hanımın büyük bir aşkla bağlı olduğu Tarsus’taki yaşamından duyguları ve dinlediği hikâyelerini birebir deneyimlediği ağız tadıyla birlikte hazırladığı kitap tüm kitapçılarda var, kütüphanenize yakışacaktır. Kitapta gezinirken, Musevi, Hıristiyan ve Müslüman nüfusun geleneklerini harmanladığı mutfak kültüründe sevgi, saygı ve hoşgörünün eşsiz denebilecek damak zevkinin oluşmasındaki derin izlerine rastlayacaksınız.

Yazının Devamını Oku

Henüz vakit varken...

16 Aralık 2021
“Her şeyi zaman varken yapmak gerek. Geciktirilmiş sözler, askıya alınmış hayaller, ertelenmiş itiraflar; bir gün hepsi pişmanlık olarak geri dönmeden önce, henüz vakit varken.” (Murathan Mungan)

Zaman; elle tutulur, gözle görülür bir madde olsaydı ne iyi olurdu değil mi? Parayla satılsa mesela. Marketlerde yaptığımız alışverişlerde kasaya geldiğimizde iki kilo domates, bir bağ maydanoz, tuvalet kâğıdı ve diş fırçası ile birlikte zamanı da satın alabilsek keşke. Doğum günleri veya diğer özel yıldönümlerinde birbirimize zaman hediyesi verirken, sonsuzluğu da armağan etmek çok anlamlı olurdu mutlaka. ‘Vakit gerçekten nakit’ olabilirdi belki de kredi kartıyla yaptığımız alışverişlerde bilmem kaç liralık alışverişten sonra kartımıza puan olarak zaman yüklense; uçakla sık yaptığımız yolculuklarda mil yerine zaman birikse. ATM’lerden bile yükleyebildiğimiz zamanı hovardaca harcarken ‘nasılsa zamanım var’ ruh haliyle “anneciğim sana zaman yükledim sonra uğrarım, bana yaprak sarma yaparsın, zamanımız var babacığım bir ara balığa gidelim, vakit var oğlum parka sonra gideriz” diyerek sevdiklerimizi rahatlıkla erteleyebilirdik. ‘Acele etmeye gerek yok’ düşüncesi ile kariyerimizi, hayallerimizi, aşklarımızı, pişmanlıklarımızı da ötelerdik muhtemelen. Böyle bir şeyin olduğunu ‘düşünsenize’ deyip; sizi ütopik fantezilere sokmak istemiyorum. Bence düşünmeyin, çünkü... ‘Yok böyle bir şey’ ama varmış gibi yaşıyoruz. Siz iyisi mi her şeye rağmen olumlu düşünün, sevgiyle yaşayın, sevdiklerinize ve sevdiğiniz şeylere vakit ayırın. Farkında mısınız bilmiyorum ama yaşamı ertelemek çok pahalı, canımızdan ödüyoruz... Unutmayın!



KELLE PAÇA

Temizlemek, tüyleri yok etmek hem de ön pişirim için, ekmek tandırının közüne bırakıldığından olsa gerek; Mezopotamya’da tadı da, kokusu da, lezzeti de tütsülenmiştir kelle paçanın. Kürtçede ‘ser’ baş, ‘pi’ ayağın paçası demek ‘ser û pi’ tüm Güneydoğu şehirlerinde kelle paça yemeğinin de ismidir. Tüm Anadolu’da olduğu gibi kış ayları başta olmak üzere, iyileştirici ve rahatlatıcı özelliği ile çoğunluğun ilaç gibi tükettiği bir tür çorba ya da yemek kale paça. Geçenlerde ‘kibe/işkembe dolma’ pişiren Nusaybinli Emel sultan pişirdi yine. Kelle ve ayak paçaları mahalledeki tandıra yollamış önce. Mahalle komşusu Laleş hanım tandırdan çıkardıktan sonra kaba temizliğini yapıp geri göndermiş. Emel sultan, bulaşık teli ve bıçak kullanarak sıcak suyla kelle ve paçalardaki karalık ve tüyleri iyice yok etmiş. Önceden ıslattığı nohutla birlikte normal tencerede ağır ağır pişirmiş. “Suyuna bak, temizliği anlarsın” dedi. Yemeğin suyu hakikaten çok berraktı, nohut yumuşacık, kelle ve paçalardaki et ve ilikler lokum gibiydi. Sarımsak dövüp suyuna karıştırdık, kimi limon sıktı, kimisi ekşi istemedi. Genişçe lenger’in içinde ve sofranın ortasındaydı ‘ser û pi’, tandır ekmeği bandık, soğan ve acı biberi katık yapıp yedik. Canınız çekti biliyorum, buyurun misafirimiz olun.

Yazının Devamını Oku

Sakin olmak gerek

9 Aralık 2021
“Bir gün uçmak isteyen kişi önce yürümeyi, koşmayı, tırmanmayı ve dans etmeyi öğrenmelidir; uçmaya, uçarak başlayamazsınız.” (Friedrich Nietzsche)

Kurguladığımız hayatı yaşarken attığımız adımların dengesi ve sürati, başarı veya başarısızlıkları belirleyici unsurların başında geliyor. Hedeflerimize yürürken daha çabuk ulaşacağımızı düşünerek atacağımız hızlı adımlar dengemizi bozabilir, tökezleyebilir hatta düşürüp hedeflerimizden daha da uzaklaştırabilir. Sabırsızlık ve aşırı özgüven sizi fevri (birdenbire ve düşünmeksizin yapılan) adımlar atmaya yönlendirir, fevri adımlar da fevri davranışlar gibidir; gözünüz kararır önünüzü dahi göremezsiniz. Kendinize geldiğinizde yoldan çıktığınızı fark edersiniz ancak tekrar yola dönmek için geç kalmışsınızdır. Yeniden başlamak gerekir; öğrenmişsinizdir, bu sefer adımlarınızı daha sakin atarsınız. Kimilerine uzun ve sıkıcı gelse de benim en sevdiğim yolculuk trenle yapılanıdır. Birçok durakta durması ve tüm gürültüsüne rağmen “sakin, sabit ve dengeli” hızda gider. Ormandan geçerken doğanın güzelliğine iç çekerken, çölden geçtiğinde yaşamın bittiğini sanırsınız, içiniz sıkılır. Dağları aşarken yerden metrelerce yüksek viyadüklerde nefesiniz kesilir, yüzlerce metre uzunluğunda karanlık tünellerde korkuyla yüzleşirsiniz. Deniz kıyısında ya da nehir boyunda ferahlarken, şehrin içinden geçtiğinde başka yaşamlara kapılırsınız. Yolculuk bittiğinde uzun olsa da gördüklerinizin duygularınıza kattığı zenginliğin farkına varıp gülümseyerek trenden inersiniz. Hayatı adımladığınızda yürüdüğünüz yolun keyfini çıkarın, yürürken yaşadığınız gecikmeleri engel, güzellikleri de hedefe ulaşmak görmeyin. Hayatı tren, kendinizi de yolcu varsayın. Yolunuz uzun, daha göreceğiniz, öğreneceğiniz çok şey var; o yüzden önce “sakin” sonra da “metin” olun.



KİLİS LEZZETLERİ

Özgün ve geleneksel özelliğini halen koruyan Kilis mutfağı, bana göre Antep mutfağının da esasını oluşturuyor. Daha önce Antep’in ilçesi olan Kilis’in yemekleri, bağlı olduğu Anteplilerin mutfağında işlenirken “Kilis” adı gölgede kalmış. Yakın zamanda Sancak Mahallesi Tiflis Caddesi’nde rastladığım “Yorgun’s” lokantasında Kilisli anne Ayşe Gesoğlu kızı Tuğçe Yorgun’la birlikte Kilis yemeklerini ön plana çıkaran bir atıştırmalık, meze ve ev yemekleri menüsü hazırlamışlar. Güncel ve geleneksel mezeleri günlük taze pişirerek kavanozlara paketliyorlar. Her Cuma dibine pirzola et yerleştirerek pişirdikleri Kilis usulü etli kuru dolmayı servise sunarken üzerine döktükleri sosta; biber salçası, zeytinyağı, sarımsak, kırmızı toz biber var. Kilis’teki akrabalarının evde yapıp yolladıkları malzemeleri kullanıyorlar. Her şey doğal olunca Ayşe hanım ve Tuğçe’nin ellerindeki lezzet de kendini gösteriyor.

Yazının Devamını Oku

Yemeğin iyileştirici gücü

2 Aralık 2021
“Bir kalbi kazanmak ile kaybetmek arasında ince bir çizgi vardır. Adı, üslup.” (La edri)

Yemeğin esas anlamı sorulsa ben “paylaşmak” derim. Tabii ki yemeği paylaşmak en başında geliyor. Yemek pişirmenin iyileştirici gücünün farkında olanlar, yemek pişirmenin bir terapi yöntemi olduğunu bilir, yalnızlıklarını yemek pişirerek atlatır, pişirdikleri ile geçen zamanda mutluluğu duyumsarlar. Acı, sevinç, hüzün ve neşenin hiç kimse olmadan yaşanamayacağını düşünenler de yemeğin birleştirici gücüne inanırlar. Özelikle yemek pişirmeyi zül sayıp, yemekten içmekten kesildiğiniz zor günlerde; eş, dost, akrabanın sevgiyle pişirip getirdiği bir tencere çorbayı birlikte kaşıklarken aslında çorbayı değil içindeki sevgiyi kaşıkladığınızı fark edersiniz. Hastaysanız, içtiğiniz çorbanın şifa olduğunu sanırken, şifanın çorbayı pişiren elde olduğunu sevgisinden anlarsınız. Acı günlerinizi atlatmak için ihtiyacınız olan yemek değildi zaten, çorba bahaneydi kaybolacağını düşündüğünüz sevginin dostlarla birlikte geri dönüşü şahaneydi. Evlenirsiniz, bebeğiniz doğar, yeni işe başlarsınız, taşınırsınız, acıyı paylaştığınız gibi mutluluğu da paylaşmak gereksinimi duyarsınız. Dost, akraba, komşu yine devrededir, kimisi börek yapar, kimisi kek, kimisi bir tencere kuru fasulye pişirir, tuzu biberiyle sofrayı kurar kimisi... Hepsinde hedef paylaşmaktır ve bu paylaşımla açığa çıkan samimi sevginin ruhumuza verdiği güvende olma hissidir. Doğum ya da ölümün ağırlığı paylaştıkça hafifliyor; paylaşmanın en samimi yolu ise sevgiyle pişirdiğiniz yemeğin bahanesiyle sevdiklerinize sımsıkı sarılmaktır.



İŞKEMBE DOLMASI (KİBE)

Çok yakın zamanda yukarıda giriş yazısında bahsettiğim duyguları aile olarak bire bir yaşarken, kaybımızın acısını akraba ve dostlarımızın yakın ilgisiyle, sevgisiyle hafiflettik. Sevgili kardeşim Metin’in aramızdan ayrılışının kırkıncı gününü zikredene kadar tek gün dahi dost ve akrabadan yoksun geçirmedik. Geçirdiği ağır hastalığı yeni atlatmasına aldırmadan, çok ağır emek isteyen, külfetli ve kadim Mardin yemeği ‘işkembe dolması’ üşenmeden pişiren Emel (Avcı) sultanın gösterdiği sevgi eşsizdi. Gerek hazırlanışında, pişirilişinde, gerekse tüketildiğinde; bir toplanma ve paylaşma yemeği olan işkembe dolması yılda sadece kış aylarında birkaç kez tüketiliyor. Kuzu İşkembelerinin iyice temizlenmesi için birkaç gün boyunca sürekli sıcak su ve tuzla ovalayarak tüm kirlerinden arındırmış Emel Sultan. İri kuzu kuşbaşı etleri, kuyruk yağı ve pirinçle birlikte kavurmuş, üzerine kuru nane, tuz, karabiber azıcık da yenibahar serpiştirmiş. İşkembenin dikdörtgen parçalar haline bölünmesi, iplikle üç kenarının dikilip, içi doldurulduktan sonra kalan son kenarının dikilmesine ayrı bir emek harcamış. Yürek büyüklüğündeki parçaları tencereye dizerken arasına kendi yüreğini de koymayı unutmamış. Pirincin miktarı kadar suyu ekleyip, üç saat kısık ateşte pişirdikten sonra sonuç muhteşemdi. Yemek biraz ağırdı ama biz sevgiden hafiflemiştik.

Yazının Devamını Oku