İstanbul’un artık Nobel’i var

Newsweek dergisi "Cool İstanbul" diye kapak yaptığında, bizim gazeteler haberi kapak fotoğrafıyla birlikte birinci sayfalarından vermişti.

İtiraf ediyorum biz (dış haberler) atlamıştık. Her neyse, İstanbul’un gece hayatıyla saçtığı seksapel pek bir övünç kaynağı olmuştu. Orhan Pamuk da 32 yıldır İstanbul’u yazıyor, 40 dilde okunuyor ama, Nobel’i kendimize zehir etme meşguliyetinden kafamızı kaldırıp bir türlü bu zevkin tadına varamıyoruz. Başka kaç kalem, bir şehrin labirentlerine bu kadar dalmıştır bilmiyorum. Nobel almış başka bir şehir var mı, onu da bilmiyorum. Bu şehri, renkli hayatları için değil, o yıkık dökük hüznüne rağmen sevmek için bir anahtardır Orhan Pamuk.

Kendisini "İstanbulluyum" diye ifade edenlerle ilgili bir araştırma yapılmıştı. Şehirdeki en kalabalık İstanbullu olmayanlar topluluğunu oluşturan Sivaslılar, "Sivaslıyız" demiş, Rizelisi Tokatlısı derken, İstanbullular azınlıkla kalmıştı. Her 10 kişiden biri de, kendisini kesinlikle İstanbullu hissetmek istemediğini beyan ederek meydan okumuştu.

Şimdi İstanbullu olanlar ve "İstanbul’da oturanlar" için yeni bir hayat başlıyor. Artık topluca, Nobel’li bir şehrin insanlarıyız.

Orhan Pamuk’un Hatıralar ve Şehir’de harikulade bir şekilde tanımladığı, başka dillerde benzersiz ve tarifsiz hüznün de bir Nobel’i var.

Şehirlere ve kelimelere Nobel verilir mi?

Verilir. Nobel Komitesi, ödülün gerekçesinde "şehrin melankolik ruhundaki arayışından" bahsetmedi mi? Aslında Pamuk literatüründe hüzün ile melankoli arasında, birincisi kolektif, diğeri bireysel olduğu için derin bir ayırım var ve dış basındaki Nobel yazılarının çoğunda "melankoli"nin İstanbulca’sının "hüzün" olduğu Pamuk tarifiyle belirtiliyor.

Hüzün artık enternasyonal bir kavram. İngilizce egemenliğine nüfuz edebilmiş, düşünce ve edebiyat hayatının Almanca kavramlarıyla kıyaslıyorum ben hüznü. Aynı Leitmotif, Doppelgaenger, Weltanschauung, Das Böse gibi. Bir gün dünyanın değişik köşelerindeki yazarlar, aynı İstanbul’daki gibi ortaklaşa yaşanan bir oluşu, iki kültür arasında kıstırılmışlığı tarif ederken, daha isabetlisini bulamadıkları için "hüzün" kelimesini kullanacaklar.

Bir roman, romancının elinden çıktıktan sonra her okunuşta yeni bir eser olur. İstanbul, Orhan Pamuk’un zihninden her okunuşunda, farklı bir algıyla daha zengin bir İstanbul olur. Cevdet Bey ve Oğulları’nda, Beyaz Kale’de, Kara Kitap’ta, Benim Adım Kırmızı’da. Ayrıca Hatıralar ve Şehir’de.

İstanbul’da, dünyanın başka şehirlerinde kolayca rastlayamayacağınız, "çöp dökmek yasaktır, çimlere basmayınız, çiçekleri koparmayınız" levhalarını görmemek imkansızdır. Peki şehre nasıl davrandığımıza, onun nesnelerinden üçüncü şahıs olarak nasıl bahsettiğimize hiç dikkat ettiniz mi? Burada olumsuz bir çağrışımla "davranmak" derken, çokça rastladığımız vandalizm ya da pervasız bir hoyratlıktan söz etmiyorum.

İSTANBUL’DA YOL TARİFİ

Orhan Pamuk, Hatıralar ve Şehir’de, Dostoyevski’nin Cenevre’deki bir gözlemini şöyle aktarır: "En basit şeylere, hatta sokaktaki direklere bile çok güzel ve şahane şeylermiş gibi bakıyorlar." Dostoyevski, Batı’ya olan hiddetini, Cenevrelilerin şehirlerini bu kadar sevmelerine öfkelenerek dile getirir. Yaşadığı çevreyle gururlanan Cenevreli, "O şahane ve çok zarif bronz çeşmeyi geçtikten sonra" diye yol tarif eder. Oysa bir İstanbullu için yol tarifi, "Şu kör çeşmeden dön, yangın yeri boyunca sokaktan yürü" ifadesinden ya da her sokakta nişan olarak bulabileceğiniz bir bakkal dükkanı veya kahvehaneden ibarettir.

Çünkü büyük bir imparatorluğun geçmiş zaferlerinin artığı, yıkık dökük, acıklı eserlerle doludur İstanbul. Batı’nın yıkılmış büyük imparatorluklarından geriye kalan şehirlerinde ise tarihi anıtlar birer övünç kaynağıdır.

Ama o şehirlerde de kenarda köşede kalmış, keşfedilmeyi bekleyen esrarlı işaretler yoktur. O şehirler hem Batı’yı, hem de Doğu’yu barındırmaz. O şehirlerde odun sobalarının dumanından ıslak sokaklara sinen o koku da yoktur. Orhan Pamuk, İstanbul’un keşfedemediğimiz köşelerini, romanlarında zengin hayal gücüyle kurgunun içinde ya da Hatıralar ve Şehir’de olduğu gibi şehre yazılmış bir aşk mektubu şeklinde bize sunar.

ŞEHRİN PERSPEKTİFLERİ

İstanbul bir arka plan değil, eserlerin ana karakterlerinden biridir.

Pamuk bir gezgin değildir, bu şehre kök salmıştır, bu şehri yazar. Hem de şehrin kuytu köşelerine takıntılı olanların bile asla bakmadığı açılardan yaklaşarak. Mesela açık denizden Ahırkapı yönüne yaklaşırken İstanbul nasıl görünür, bilir misiniz? Bu şehrin insanı olmak, bu şehri sevmek ve dolayısıyla güzelliğini, iyiliğini istemek, çirkin binalar ve anıtlar yapmamak için bir anahtardır Orhan Pamuk.

Orhan Pamuk’un hayatımızı zenginleştirmesi, kendisini İstanbullu hissetmeyenler için bir anlam ifade etmeyebilir. Özellikle de onun bir vatan haini olduğunu düşünenler için.

Peki, bir İsviçre gazetesine söylenmiş bir cümleye Nobel verip, bir yazarın hayatının eserini o cümleye indirgeyelim. Hatta romanlarında Ermeni ve Kürt sorunundan bahsettiğini zannedelim. Ama hayatı boyunca hiç çalışmak zorunda kalmadığını yazmak, yazdığının Türkçe olmadığını iddia etmek, şerefsizlikle suçlamak, Avrupa’daki ciddi edebiyat çevrelerine göre yerinin en altta olduğunu söylemek, haksızlıktır.

"Ben yazdıklarını anlamıyorum, demek ki o iyi bir yazar değil" demenin bilimsel tarifi ise safsatadır. Kaynağında da anlayış kıtlığı, zeka kumaşında defo, kıskançlık ya da doğrudan okuma üşengeçliği vardır.

PINTER’İN SİYASİ NOBEL’İ

Nobel Komitesi’ne kızanlara ben de katılıyorum. Ama, kararından ötürü değil, Pamuk’un eserlerinde "kültürler arası çatışmaya dair yeni semboller bulduğunu" iddia ettiği için. Çünkü o eserlerde çatışma değil, kültürleri birbirine yakınlaştırma çabası vardır. "Çatışma" kavramını kaldırırsak, gerekçenin "kültürler arası örgü" kısmı doğrudur.

İşte bu noktada, "ödüle siyaset karıştı" iddiasıyla ilgili bir gerçeklik payı bulunabilir. Doğu ve Batı, İslam ve modernlik arasında yaşanan gerilime gönderme ve teröre karşı savaş nedeniyle kutuplaşmış dünyayı uyuma davet niyetine bir siyasi karardan söz edilebilir.

Ve bu da bizi geçen yılın Nobel Edebiyat Ödülü’ne götürür. Irak işgalini şiddetle eleştiren Harold Pinter’e verilen ödül, Pamuk’un ödülünden çok daha siyasi, çok daha taraflıdır.

Ama şu doğrudur, Nobel Komitesi’nin de dediği gibi, roman bir Batı icadıdır ve Orhan Pamuk çok güzel anlattığı hikayeleri, yer değiştiren karakterleri ve gerilimi ile Batı’nın edebiyat geleneğine göre fevkalade kurgulayıp, şapkadan tavşan çıkarmıştır.

TÜRK VE HİNT FİLMLERİ

Şimdi şapkadan yeni bir tavşan bekliyoruz. Kritiklerde satır aralarında rastladığım bir-iki ipucu vereyim. Orhan Pamuk, Newsweek’e verdiği mülakatta, yazmakta olduğu yeni kitabın Türk filmleriyle ilgili olduğunu, film seyredip, okuduğunu ve düşündüğünü anlatıyor. Yazarı şahsen tanıyan bir Hintli kalem ise Orhan Pamuk’u yeni yeni keşfetmekte olan Hintli okuru sevindirecek haberleri olduğunu söyleyip, "Yeni romanında, kendi çocukluğu ve gençliğinde Türkiye’de pek tutulan Hint filmleriyle ilgili bir şeyler de olacak. Bu filmlerin, Türk tarihi ve Türk hayat tarzını belirleyen hüzün duygusunu yansıttığını söyledi bize" diyor ve "hüznü", iki kültürün yaşam tarzı ve değerleri arasında kıstırılmış insanların derin melankolisi diye tercüme ediyor. Alman basınındaki bir yorumda ise Pamuk’un şu sıra, masumiyetin yitirilmesiyle ilgili bir aşk romanı üzerinde çalıştığı yazılı.

Yabancı basında Ermeni meselesinden soyutlanmış, edebiyat eleştirmenlerince kaleme alınmış çok güzel Nobel yazıları yayınlandı. Ancak siyaset bulaştırılmış yazılarda yer yer kantarın topuzunu kaçıranlar oldu. Orhan Pamuk’un romanlarında Ermeni meselesini yazan bir dava adamı olduğunu zannedenler, daha da ileri gidip "rejim aleyhtarı" (dissident) diye bahsedenler, Nobel’in Türkiye’nin suratına tokat gibi indiğini düşünenler çıktı.

Hayır sille filan yemedik, çocuklar gibi sevindik.

Çünkü şunu çok iyi biliyoruz ki, o hak edilmiş bir ödüldü. Yaşar Kemal’in dediği gibi "O çocuğun romanını sevdiler."
Yazarın Tüm Yazıları