Tam gişelere geldiğimde ise, yere upuzun serilmiş mavi örtüyü ve kenarından görünen hareketsiz eli...
Dehşet hissi bütün vücudumu kapladı. Ama arkada oturan oğlumun aynı şeyi görme olasılığıyla kendime geldim. Allah’tan, dergisine bakıyordu ve bir şey fark etmemişti.
Etrafta hasarlı bir araç da olmadığından, ne olduğunu tahmin etmek güç değildi elbette. Sol taraftaki binadan KGS doldurmaya gitmek için otoyolda yürüyen ve OGS’den gelen aracın ölümcül darbesini alan biri daha.. “Ah” dedim, “Kim bilir kimlerin canı yandı, kimler onunla birlikte söndü?”
Asıl, ertesi gün gazetelerde ölenin gencecik bir üniversite öğrencisi olduğunu okuyunca moralim bozuldu.. Bu kaçıncı OGS kazası? Her yıl onlarca kişi gözümüzün önünde kart doldurma uğruna ölüp gidiyor. Yok mu bunun bir çaresi?
OGS’lerin mantığı zaten araçların beklemeden, hızlarını düşürerek, ama kesinlikle durmayarak gişelerden geçmesi. Çoğu OGS sahibi gişelerden hız limitinin üzerinde geçiyor, o kesin. Ama diğer taraftan sadece araçlar için yapılan, hele ki gişelerin yapısı itibariyle, yanına gelmeden bir yayayı asla göremeyeceğiniz otoyollarda, insanların yürümesini gerektirmeyecek başka bir sistem bulunamaz mı? Bu kazadan sonra da Karayolları, KGS kartlarının çıkışta alınabileceğini, dikkatli olunması gerektiğini duyurmuş. Ama, bizim memlekette öyle uyarmayla olmuyor. Dışarıdan gelen biri ya da nisan ayında Torbalı’da kartı basmayan sürücüye yardım etmek isteyen gişe memuru gibi alışık olanlar bile hata yapabiliyor. Hafta sonu otoyola çıkarken bakın, en az 10 araç yolun sağında bekliyor, sürücüleri 6-7 şeriti geçerek binadan KGS doldurmaya gitmiş. Ya bu sistemi tamamen kaldırıp KGS’leri başka yerde doldurtun, ya da yapın sağ tarafa bir otopark ve bir kulübe, herkes oraya park edip doldursun kartını... Bu kadar zor mu?
Çünkü artık biz potansiyel “OGS Katili” olmak istemiyoruz. Hız limiti olan 30 kilometrede geçsek bile o mesafedeki çarpma sonucu ölüm olmasa da sakatlık ve ağır yaralanma kaçınılmazdır. OGS’de durmaya kalksak arkadan gelen araç çarpabilir. Ben artık gişelere yaklaşırken son 50 metrede kornaya var gücümle basıyorum, yine de müthiş bir korkuyla geçiyorum. Çünkü bence hatasız olunsa bile o vicdan azabı hayatın cehennemi demektir… Bize bu korkuyu yaşatmasanız olmaz mı?
Oprah neden bu kadar çok seviliyor
Oprah Winfrey, denince akla dünyanın en zengin ve etkili kadınlarından biri geliyor. Oysa bu, buzdağının görünen yüzü… Geçenlerde meslekte 25. yılını dolduran Oprah’ın ilham verdiği kadınlar ve erkekler, umut olduğu yaşamlar, yüzleştirdiği gerçekler o kadar çok ki maddi zenginliği solda sıfır kalır. Amerika’nın küçük bir kasabasında, yakın akrabalarının taciz ve tecavüzleriyle büyüyen ama müthiş bir yaşam enerjisi, inanç ve adalet sistemi ile donatılmış bu müthiş kadının ışığı televizyon ekranından bile hissediliyor. Mesleğini, insanların kendilerini ve içlerindeki gücü keşfetmeleri için kullanan Oprah, kuşkusuz yüzyılın en etkileyici kişiliklerinden biri.
Efsanevi kemancı, devlet sanatçısı Ayla Erduran’ın, “Tuncay, büyük bir kemancı ve müzisyen. Arşe tekniği ve hassaslığı olağanüstü. Mozart sonatını harika yorumladıktan sonra, Beethoven ‘Kreutzer’ sonatında final karakterini ve aslında bu sonatı baştan sona bambaşka etkileyici ve çok güzel çaldı. Çok mutlu ve gururluyum” dediği Tuncay Yılmaz ile konser sonrası sohbet ettik.
Kemana küçük yaşta aşkla sarıldım
Türkiye’nin ilk Müzik Müzesi’nde konser vermek sizin için ne ifade ediyor?
İKSEV ve yaratıcısı Filiz Eczacıbaşı Sarper ile çalışmalarım 2006 yılından bugüne dek başarıyla sürüyor. Müziksev açılış konseri için davet edilmek onurdur. Birçok devlet büyüğü, İzmir’li sanatseverler, ailem ve Ayla Erduran’ın huzurunda çalmak çok büyük bir mutluluk oldu…
Müziksev’de birlikte konser verdiğiniz Emre Elivar hakkında neler söyleyeceksiniz?
Emre, harika bir müzisyen ve kendi kuşağının en iyisidir. Bu konserle, onunla beraber çalışmaya başlamaktan son derece mutluyum.
Ailenizdeki ilk müzisyensiniz ve çocukların ilk anda tercih etmedikleri kemana nasıl yöneldiniz?
KASET, internet sansürü, kadın-erkek demeden yapılan hakaretlerle artık seviyesi iyice düşen siyaset zırvalıklarından uzakta dört gün geçirdim Paris ve Amsterdam’da... İstanbul’daki Design Bite firmasının sahibi arkadaşım Banu Önbayrak Kumuşoğlu ve sempatik ortağı Aynur Aksoy’un Paris’te bir tekstil fuarına katılıp oradan trenle Amsterdam’a giderek window-shopping yapacağını duyunca onlara katılmaya karar verdim. İyi ki de öyle yapmışım... Hem ruhum dinlendi hem de iki farklı haber istemeden de olsa ayağıma geldi.
Belki, ‘vitrin alış verişi’ anlamına gelen ‘window-shopping’ terimini daha önce duymayanlar vardır. Bu, moda dünyasında son derece yaygın bir terim... Hatta büyük firmaların dünyayı gezerek sadece bu işi yapan elemanları var. Amaç, farklı ülkelerin sokaklarındaki insanların ve mağazaların vitrinlerindeki giyim trendlerini takip etmek ve fikir sahibi olmak. Yurt dışı tanınmış markalara tasarım yapan ve Türkiye’deki fabrikalarda üretimlerini takip eden yetenekli işkadınları Banu ve Aynur da işte bu nedenle yıl içerisinde çeşitli ülkelere seyahat ediyor ve tasarımları için ilham alıyorlar. Sonrasında da Avrupa’nın en önemli firmaları için üretim yaptırıyorlar... Ben de onlarla gezerken, moda dünyasına daha önce hiç fark etmediğim bir yönden baktım ve bu konuda yeni şeyler öğrendim. Daha önce defalarca gittiğim Paris’in Le Marais ve Etienne Marcel semtlerinin ara sokaklarında harika yerler keşfettim. İlginç olan ise buralarda tanıştığım birçok Fransız’ın İzmir’i ve Çeşme’yi çok iyi biliyor olmasıydı. Hatta son derece tarz sahibi kıyafetler bulunan bir butiğin sahibi Fransız, “İzmirliyim” deyince hemen “Çeşme, Shayna, Sole Mare, nefis pide” demeye başladı. Yurt dışında genellikle İstanbul, Bodrum ya da Antalya’nın tanınmasına alışık olduğumdan bizi bu kadar detaylı bilen birilerine rastlamak beni şaşırttı. Belki, İzmir ve Çeşme diğer turizm yerlerine göre daha geç tanınıyor, ama kesinlikle daha yüksek zevke sahip ve “her şey dahil” turizmine itibar etmeyenler tarafından takdir görüyor... Olması gereken de bu...
Amsterdam’da İzmirli bir moda tasarımcısı
Kanallar ve bisikletler şehri Amsterdam’a ilk gidişim. Hava sevimli değildi ama şehrin genç enerjisi ve özgür ruhundan etkilenmemek mümkün değil... Van Gogh Müzesi’ni gezmek ise bana göre mutlaka yapılması gerekenlerden... Tabii bizim esas konumuz moda olunca, Amsterdam’da bolca bulunan butikler ve tasarım dükkanlarını da gezdik. İşte bunlardan birinde hoş bir sürprizle karşılaştım. Amsterdam’ın merkezi olan Dam Square’dan iki sokak ötedeki çok hoş bir butik olan La Rosa Curiosa’nın İzmirli sahibi Tolga Çifçi De Koning... İzmir’de Türk Koleji’ni bitirdikten sonra İtalya’da moda tasarımı okuyan Tolga, dönüşünde İstanbul’da Zeki Triko’da stilist olarak işe başlamış. Orada çalıştığı üç yıl boyunca Cindy Crawford, Claudia Schiffer ve Stephanie Seymour’un üzerinde gördüğümüz tüm harika mayo modellerini tasarlayan İzmirli Tolga daha sonra Beymen Academia’nın Ayakkabı Yarışması’nı kazanıp ödül almış. Sonrasında da onlara ayakkabı koleksiyonları hazırlamış. Derishow’da da kısa bir süre stilist olarak çalışan Tolga Çifçi, daha sonra Cosmopolitan, Vizyon, Esquire ve Harpers Bazaar dergilerine moda editörlüğü yapmış. Bir dönem Çukurcuma’da da bir atölye açan Tolga, Kuşadası’nda Hollandalı eşi Peter ile tanışınca her şeyi bırakıp onunla Amsterdam’a yerleşmiş. Son derece romantik ve büyülü bir havası olan ‘La Rosa Curiosa’ adlı butiğinde vintage kıyafetlerin yanı sıra kendi tasarımlarını da satan Tolga, Amsterdam’da ciddi bir müşteri kitlesine ulaşmış. Hatta geçen yıl yaptığı defile Hollanda basınında da yer almış. Amsterdam’ın en iyi otelinde Spa Müdürü olan eşi Peter ile artık Türkiye’ye dönmeyi istediklerini söyleyen Tolga, İzmir’i çok özlediği halde İstanbul’a yerleşmeyi düşündüklerini söyledi. Aslında, İzmir’e gelin demek istedim, ama daha fazla iş fırsatı bulabileceklerini söyleyince aksini iddia edemedim... Yine de yolunuz bir yıl içinde oralara düşerse La Rosa Curiosa’ya mutlaka uğrayın... Buralardan esip gitmiş farklılığın rüzgarını hissedeceksiniz...
Paris’te “Uzan”ları elimle koymuş gibi buldum
Herşeyin, doğduğumuz ailenin bile bir sebebi var
- Aile dizimi nedir ve nasıl bir sistemdir?
- Aileler ve bireylerde bağımlılık, evlilik ve ilişki problemleri, bedensel ve ruhsal hastalıklar, evlat edinme, elem-keder, iş ilişkileri, parasal sorunlar, içsel boşluk, mutsuzluk gibi konuları ve bunların nedenlerini daha iyi anlamaya yarayan bir ruhsal görüntüleme aracı ve düzenleyicisidir. Aile diziminde zihnin ötesinde yaşamımızı etkileyen güçlere ve bağlara bakılır.
- Her şeyin bir anlamı var mı yani?
- İnsanın en büyük travması, ‘Başka türlü de olabilirdi’ imkansızına sarılmasıdır. Aile dizimleri, bu imkansızlığı tüm açıklığıyla kişinin gözleri önüne serer. Açık yürekle bakılarak, arzu edilen dünyadan gerçek dünyaya gelinir. Yaşamda olan hiçbir şey anlamsız ve gerekçesiz değildir. Hangi aile içine doğacağımız ve ne zaman öleceğimiz gibi yaşamın iki temelini yani başlangıcı ve sonunu bizler seçmiyoruz. Bir aileye, daha doğrusu bir aile matrisinin içine, kadere doğuyoruz. Aile matrisi, içine doğduğumuz ailede kan bağı ile bağlı olduğumuz insanlar ve onlara ait yaşamda var olan ilişkiler ve yaşanmışlıkların bütünüdür. Bizler özde önce bir aile matrisine, ama bütünde çok daha büyük olana yaşam’a aidiz.
Kanser kendisini değersiz hissedenlerde çıkıyor
- Travmaların kanser gibi fiziksel hastalıklarla ilgisi için neler söyleyeceksiniz?
ÇEŞME Marina Halkla İlişkiler Müdürü İlknur Güzel’den bir davet aldım geçen hafta. 106 yıllık Hulda gemisi, Çeşme’ye gelmişti ve tam bir yıl burada konuk olacaktı. Tanınmış heykel sanatçımız İlhan Koman’ın 21 yıl boyunca hem evi hem de atölyesi olan çift direkli bu harika tekne, Çeşme Marina’ya bambaşka bir hava getirmiş.
Teknenin güvertesinde bir sergi var ki, kesinlikle kaçırmayın. Sanatı bilimle buluşturan evrensel yaklaşımın temsilcilerinden olan İlhan Koman’ın son dönemde ürettiği ve her biri bilimsel bir ilkeyi irdeleyen çok ilginç yapıtları 9 Haziran’a kadar sergileniyor.
Bu sergiyi, Hulda Festivali adı altında 3 yıldır birçok limana götürmüşler. Mart 2009’da Stockholm’den yola çıkan Hulda, Amsterdam, Anvers, Bordeaux, Lizbon, Barselona, Napoli, Selanik ve İstanbul’dan sonra Çeşme’ye gelmiş ve bu uzun yolculuğun yorgunluğunu bir yıl burada kalarak atacak.
Mürettebat da çok sıcak... İlhan Koman’ın oğlu Ahmet Koman ile Çeşme’ye kadar olan bu gezi hakkında röportaj yaptım, daha sonra yazacağım. Ama bir de sergi için mihmandarlık yapan, İsveç’te okurken tanıştıkları aile dostları ve İlhan Koman Vakfı Lojistik Müdürü Kaya Hoştaş var ki, mutlaka tanımalısınız. Son derece derin sanat ve bilim bilgisi içeren eserleri müthiş sempatik, esprili ve anlaşılır anlatan Kaya Bey, Hulda’nın 3 yıllık tüm yolculuğunu baştan sona tamamlayan tek kişiymiş. İlhan Koman’ın en bilinen eseri Akdeniz Heykeli’nin de minyatür bir kopyasının yanı sıra sonsuzluk, hacim, pi gibi soyut kavramları somutlaştıran eserler de gemide mevcut. Kaya Bey, “Sonsuzluk” eserinin Göteborg Üniversitesi tarafından yapılamadığını, birçok profesörün incelediğini ve anlamaya çalıştığını anlatıyor.
Özellikle çocuklara yönelik atölyelerin de yapılacağı Hulda gerçek bir bilim-sanat festivali vadediyor, kaçırmayın...
Çeşme’nin albümlerdeki eski fotoğrafları kitap oldu
Hafta sonu, Avusturyalı arkadaşım Andrea ile Dalyanköy’de balık yerken ‘Şu güzelliğe bak. Harika bir ülkeniz, her şeyiniz var, ama nedense insanların çoğunun suratı asık ve mutsuz. Elinizdekilerin değerini mi bilmiyorsunuz acaba?’ dediğinde ‘Bu güzelliklere çok aşina olduk da Çeşme’nin büyüsünü fark edemiyor muyuz’ diye düşündüm. Aslında, Çeşme’nin nereden nereye geldiğini düşünsek buna daha fazla kafa yoracağız belki de..
Çünkü, 30 yaşından sonra aldığı şan eğitimi sonucu ailesinden aldığı sanat yeteneğini geliştirmiş ve çok başarılı bir opera sanatçısı olmuş. Türkiye ve İtalya’da birçok konserler veren Angelisanti gerçek bir profesyonel gibi emek verdiği sanat hayatında 20. yılını kutluyor. İzmir’i çok sevdiğini ve asla ayrılmak istemediğini ifade eden Angelisanti bana göre de İzmir’in en değerli sanatçılarından biri…
-Aileniz Türkiye’ye ilk ne zaman gelmiş?-Dedem Cezar Angelisanti, geçen yüzyılın sonuna doğru Roma’dan gelmiş. Fransız-İtalyan konsolosluğunda Adana’dan Halep’e devam eden demiryolu inşaatı için görevliymiş. Sonrasında babam da İstanbul’da doğmuş, kalmış. Anne tarafım ise Marsilyalı, Fransız. Yani anadilim Fransızca ama babamla da İtalyanca konuşurdum.
-Siz nerede doğdunuz?-İstanbul Yeşilköy’de doğdum. İtalyan vatandaşıyım.
-Nerede eğitim aldınız?-İstanbul İtalyan Lisesi’nde eğitim gördüm. İtalya Trieste’de siyasal bilimler okudum ve akademik doktor oldum.
İzmir’den ayrılmamak için Roma’da bakanlıktan gelen teklifi kabul etmedim-Tekrar Türkiye’ye gelişiniz nasıl oldu?-23 yaşımdayken İzmir İtalyan Konsolosluğu’nda sınav açıldı. Türkçe bildiğim için girdim, kazandım ve İzmir’e geldim.
-İlk İzmir’e geldiğinizde bu kadar uzun kalmayı düşünüyor muydunuz?-Düşünmüyordum. Aslında dünyayı gezmek istiyordum çünkü bizim mesleğimizde böyle bir imkan var. Ama ilk 10-15 yıl konsoloslukta bir sınav açılmadı. Biz de İzmir’de kendimize güzel bir hayat kurduk.
- Hiç İtalya’ya gitmeyi düşünmediniz mi?-2000’lerin başında bir sınav açıldı. Girdim ve kazandım. ‘Roma’ya Bakanlığa mecburi hizmete gel, sonra da seçeceğin bir ülkeye gidersin’ dediler. Ama bu İzmir defterini kapamak demekti. Türkiye’yi bırakmak istemedik.
Duygusal açıdan İzmir veTürkiye’ye bağlıyım-Hayatınızın büyük kısmı İzmir’de ve İstanbul’da geçmiş. Siz kendinizi nereli kabul ediyorsunuz?
BİR toplumun gerçek değeri neyle ölçülür?
İstediğimiz kadar dünyanın bilmem kaçıncı büyük ekonomisine sahip olalım, hatta süper güç olalım, engellilerimize gereken ilgi ve doğru yaklaşımı sergilemedikçe ne kadar değerli olabiliriz?
Onları eşit bir vatandaş olarak görmedikçe, verdiğimiz işleri sadakaymış gibi gösterdikçe, ruhumuzdaki ve beynimizdeki özürlere bakmadan fiziksel özrü olanları “Daha ne istiyorsun” diye azarladıkça ne kadar insan olabiliriz?
Sanıyorum, bizim ülkemizde bu bilinci oturtmak çok zor olacak. Doktor, mühendis, mimar, hatta ülkenin tepe noktalarında olsak bile bu bilince sahip olamadıkça milyonlarca engellinin ve ailelerinin gözünde adam olamayacağımız kesin...
Nar Taneleri’ndeki engellilerin size ihtiyacı var
Belki sizin ya da bir yakınınızın engelli çocuğu yok, bu konu gözünüzden uzak... Ama gönlünüzden de uzak olmasına izin vermeyin, kendinizi o ailelerin yerine koyun. Bazen sağlıklı çocuklarımızla bile ne sıkıntılar yaşıyor, şikâyet ediyorken; bir de engelli çocuğu olan, onu kimselere emanet edemeyen ve hiçbir şekilde kendilerine vakit ayıramayan aileleri düşünün... İşte; sadece engellilere değil, ailelerine de destek olan çok özel bir kuruluştan bahsetmek istiyorum. “Nar Taneleri Özel Eğitim Merkezi...”
Yapılan onca yatırıma rağmen, İzmir’in ülke turizminden hak ettiği payı almak yerine gerilere düşmesini tanıtım alanındaki eksik ve yanlış yaklaşımlara bağlayan Tercan, ‘Artık İzmir’le ilgili toplantı yapmayalım, harekete geçelim’ diyor. Aynı zamanda ETİK Başkan Vekili ve İCVB Yönetim Kurulu üyesi olan Tercan’a göre İzmir turizmi alarm veriyor.
- Destinasyon İzmir kurulduğu günden bugüne neler yaptı?- Destinasyon İzmir, gelen turist sayısının azlığını dert edinmiş TAV Havalimanı, Sun Express gibi kuruluşlar ve benim gibi birçok turizmcinin kurduğu gönüllü bir platform. Dernek değiliz, olmak da istemiyoruz. Biz bir eylem grubuyuz, laf üretmiyor, gereksiz toplantı yapmak istemiyor, İzmir’in turizm sorunlarında çözümün parçası olmak istiyoruz.
Yetkililere soruyorum; markalaşma çalışmaları neden durdu?
- Sizce İzmir’de bu konuda eksiklik mi var? - 2008’de İZKA’ya bağlı tüm kalkınma kurulu üyelerinin Çeşme’de yaptığı 2 günlük bilimsel çalışmalar, swot analizleri sonucu ‘İzmir tanınmıyor’ çıktı. İZKA geçen sene de markalaşma çalışmaları için profesyonel bir grupla anketler, araştırmalar yaptı, İzmir’in 300-400 milyar lirası harcandı. Sonuç yine ‘İzmir tanınmıyor’ çıktı. Zaten biz bunu o kadar harcamadan da biliyorduk. Peki, sonra neler yapıldı? Yetkililere soruyorum, ‘Markalaşma çalışmaları neden durdu?’
- Peki siz neler yapıyorsunuz? - Tanıtım materyallerimizle uluslararası turizm fuarlarına gidiyoruz. Dünyadaki tüm tur operatörlerini ve turizm yazarlarını İzmir’de ağırlıyoruz. Ama yine de eksik kalan bir kısım var. Tüm bu çalışmalarımızdan sonra yurtdışındaki büyük gazetelere ülkemizle ilgili ilanlar verilmeli. İşte burada devreye İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin, valiliğin, İl Turizm Müdürlüğü’nün devreye girmesi ve bu reklamları vermesi gerekli. Çünkü bunun bütçesi bizlere göre çok yüksek.
İzmir yöneticileri EXPO, mega müzeden önce turizm fuarlarına gitmeli
- Gelen tur operatörleri İzmir’e nasıl bakıyor? - Tüm turizm operatörleri, gazeteciler ve turistler İzmir’i çok beğeniyor. Beğenmeyene ya da, ‘Neden mega müzeniz yok’ç diyene rastlamadım. Bu