Ateş Yalazan

Söz vatandaşın

4 Ağustos 2008
SU Perileri heykelini, Ankaralılarla birlikte belediyenin bir deposunda çürümeye terk edilmiş halde bulmamızın ardından kentin bir çok kesiminden tepkili sesler yükseldi. Heykelin bırakıldığı durum, hem siyasetçilerin, hem sanatçıların hem de sivil toplum kuruluşlarının tepkilerine neden oldu. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay da heykelle ilgili bu görüşlere katıldı.

Bu süre içinde iki kişi hiç açıklama yapmadı./images/100/0x0/55eacbadf018fbb8f8973b93

Biri, olayın sorumlusu Belediye Başkanı Gökçek...

Diğeri ise bu kentin sorumlusu Ankara Valisi Kemal Önal.

Gazetemizin sayfaları hala bu iki ismin açıklamalarına da açık.

Bu dönem içinde telefon ve elektronik posta ile vatandaşlardan da tepkiler geldi.

Bugün bu tepkilerin bir kısmını aktarmak gerekiyor. 80 yıllık bir Ankaralı da 20 yaşındaki bir genç Başkentli de görüşlerini yazdılar.

Bunların tamamını yayınlamak mümkün görünmüyor. Buraya sadece çarpıcı ve genelin görüşlerini ifade edenleri alıyoruz.

Ferit Selam, 80 yıllık bir Ankara’lı olduğunu belirttikten sonra sadece bu perileri heykelini değil, dönemin Ankarasını, anılarını, kendi tatlı üslubuyla aktarıyor:

Değerli bardakla maden suyu

"Yazınız beni çok heyecanlandırdı. Zira 80 yıllık bir Ankaralı olmak ve o güzelim havuzu tek parça fotoğraf olarak bile olsa-görmek benim için özlem yaratıcı oldu.

5-6 yaşlarında idim bu güzel havuzla tanıştığımızda. Ankara, Yenişehirde, bugünkü Ataç, o zamanlar Gelir Sokağı’nda yaşamaktaydım. Akşamları babam bizleri bu havuzun bulunduğu yere götürdüğünde, havuzdaki figürleri tek tek ve özenle incelerdim.

Bu sevimli havuz yüzünden, o zamanlar Tosbağa Yatağı, şimdilerde de Kızılay diye anılan bu mekan, Havuzbaşı olarak tanımlanırdı.

Sevgili Yalazan, bu yaşlı keçiden bir çılgın özlem daha; bu havuz tekrar ve üç parça halinde komple nereye kurulmalı biliyor musunuz? Kızılay’daki eski orijinal mevkisine.

Burayı ziyaretten sonra babam bizi yolun karşı tarafındaki -bugün acayip bir binanın bom boş dikilip durduğu- eski Kızılay binası bahçesinde Afyon Karahisar Maden suyu satılan yere götürürdü. Çocukluğumda unutamadığım diğer bir olay da, burada yer alır. Bu şifalı su, Yenişehir halkına, bu bahçedeki küçük bir gişeden çok değerli bardaklara doldurularak servis edilirdi ve bu bardaklar baş aşağı bastırılarak gayet modern bir aletle, hijyen kuralları uygunluğunda yıkandıktan sonra diğer müşteriye sunulurdu. Evet aşağı yukarı tam 80 sene önce.

Çocukluğumdan beri özlemini çektiğim o kadar çok güzel Ankaram hatıraları arasında birkaç tanesine de değineyim izninizle.

Hisardaki Atpazarı tarafındaki kapı üzerindeki Saat Kulesi bugün bakımsızlıktan çürümek halinde. Bu saat aynı zamanda belli sürelerde çalardı. Yenişehir’e dönük olduğundan bizim evden görebilir, duyabilir ve saatlerimizi -herkesin yaptığı gibi- ayarlardık.

Kızılay’daki İş Bankası saati, pek çok Ankaralı’nın buluşma için randevulaştığı yerdi. Bu saat de yok oldu. Burada İş Bankası yetkililerine epey iş düşüyor.

Son olarak size bir odeondan bahsedeceğim. Bu da 80 yıllıklardan. Yeri İkinci Meclis Bahçesi. 30’lu yıllarda halka açık olan Meclis bahçesindeki parkın tepe noktasında yer alan bu nefis odeonda belli bando ve orkestralar programlar sunar, önüne sıralanmış sandalyelerde oturanlara müzik ziyafetleri sunardı.

İçi açık mavi, dışı lacivert bu güzelim muzik binası kökünden yıkılmış. Kimse nedenini bilmiyor. Halbuki bugün Kültür Bakanlığı’na ait olan bu parkta olsaydı hem ait olduğu bakanlığın hizmetlerine hem de Ankara muzik sevenlerine ne kadar yararlı olurdu."

Bir heykel daha kaybolmadan

Buraya hemen bir not eklemek gerekiyor.

Selam’ın mektubunda yer alan ve aslında bir ihbar niteliği taşıyan başka bir heykele ilişkin saptamalarını buraya almadım. Çünkü kendi istihbaratını hemen ertesi gün takip eden Ferit Bey, bu heykelin tekrar yerine konulacağı sözünü almış. Ancak bu heykele ait bilgiler bizde saklı. İnşaatı da takip ediyoruz. Eğer söylendiği gibi bu heykel tekrar yerine konulmazsa Ferit Bey gibi biz de bu konunun çok ama çok sıkı bir takipçisi olacağız.

Ferit Bey’in mektubuyla aynı zamanlarda bir başka mesaj ulaştı. Bu sefer 24 yaşındaki Numan Seven isimli genç bir ressamdı yazan:

"Size çok teşekkür ediyorum. Ben 84 doğumlu genç bir ressamım. O heykelin karşısında MKE vardı. Annem-babam orada çalışıyorlardı. Bense MKE kreşinde büyüdüm. Küçük çocukluk anımdır, ilgimi çekiyordu işeyen Eroslar.

Kent dokusuna öylesine zerafetle yakışan bu heykel neden kaldırılır?

Belediye Başkanının böylesine zarif bu heykeli çürütmeye hakkı var mıdır?

Üstüne üstlük, her yeri bedevi kültürüyle, sanki suya aç bir çöl şehri gibi çirkin şekilli şelalelere boğmanın anlamı nerede durur, hiç anlamıyorum."

Önce depodan kurtulsun

SU PERİLERİ gündemiyle oldukça yoğun geçen son haftanın en sevindirici haberlerinden birisi de dünkü Hürriyet’te Umut Erdem’in imzasıyla okuduğunuz haberdi. Bu habere göre, Devlet Resim ve Heykel Müzesi Müdürü Ömer Gündoğdu, su perileri heykeline müzenin yeniden düzenlenen bahçesinde yer verilebileceğini söylüyordu. Bakan Günay’ın da onayını aldığını söyleyen Gündoğdu, "Depoda çürümesi hiç doğru değil. Ona gözümüz gibi bakacağız" diyordu.

Su perilerinin tekrar Tandoğan’a dönmesi gerektiği, bunun dışında önerilen hiç bir yerin kabul edilmemesi yönünde görüşler de bulunuyor.

Tabi ki bizler de su perilerini yeniden Tandoğan’da görmek isteriz. Ancak bizler için birinci öncelik, üç parça halinde 16 yıldır çürümeye bırakılan bu heykelin, belediyenin deposundan kurtarılarak biran önce bakımının yapılmasıdır.

Daha sonra elbet heykelin tekrar Tandoğan’a dönmesinin engellenmeyeceği günler de gelecektir.

Rüyamızda mı görmüştük

BAZI Ankaralılardan gelen diğer tepki mektupları da şöyle:

Ankara Eki’nde yer alan ve bizim de gerçekten ara ara hatırlayıp neredeyse rüyamızda mı görmüştük diye unutmaya başladığımız "kayıp heykel"i araştırdığınız için sizi kutluyorum. Sanata ve çağdaş Ankara dokusuna yabancılığı giderek artan Ankara Belediye Başkanı bir televizyon programına çıkıp bu konuda kendisinden başka herkesi sorumlu ve hatalı bulmazsa şaşarım! Ayşe ÖZKAN



Metro yapılırken hiçbir fonksiyonu olmayan iki bina yapılarak Tandoğan meydanı öldürüldü. Bunlar yıkılarak meydan eski haline getirilmeli. Zafer BABALI
Yazının Devamını Oku

Su perileri Tandoğan’a sürahiden çok yakışır

31 Temmuz 2008
Kültür ve Turizm Bakanı Günay, Ankara Hürriyet’e su perileri heykelini bulması nedeniyle teşekkür ederken, belediye yönetimine seslenerek, "Sanırım belediye de sizin yayınlarınızdan etkilenir ve güzel bir yerde sergilenmesi konusunda adım atar. Belediyenin yayınınızı uyarı olarak almasını temenni ediyorum" dedi. KÜLTÜR ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ile telefonda konuşuyoruz. Günay söze, "Su perileri heykelini bulup ortaya çıkardığınız için teşekkür ediyorum" diyerek başlıyor.

Heykeli 1970’lerden bu yana hatırladığını, son olarak da Tandoğan’da gördüğünü söylüyor. "Metal bronz bir çalışma" diyerek ilgisini de yansıtıyor.
/images/100/0x0/55ea1c50f018fbb8f86be043
Heykelin, inşaat nedeniyle kaldırılıp kaybolmasından duyduğu üzüntüyü dile getiriyor bakan. "Yerine bir takım seramik reklam unsurları konuldu" diyor. Daha önce bir röportaj vesilesiyle de genel hatlarıyla konuştuğumuz Ankara’daki heykel konusundaki en önemli noktalardan birine işaret ediyor Kültür Bakanı:

"Su perileri kaldırıldıktan sonra yerine bir takım seramik reklam unsurları konuldu."

Günay hemen ardından su perileri heykelinin Tandoğan’a "sürahi imitasyonundan daha çok yakışacağına" inancını da vurguluyor.

Günay bu konudaki düşüncelerini hiç duraksamadan anlatıyor:

"O heykelin bulunup çıkarılması ve bir meydanda teşhir edilmesi uygun olur diye düşünüyorum. Ankara’da meydanların ve heykellerin az olması katlanabilir olduğumuz bir durum değil. Bu durum ağır bir ihmal. Sanırım belediye de sizin yayınlarınızdan etkilenir ve güzel bir yerde sergilenesi konusunda adım atar. Belediyenin yayınınızı uyarı olarak almasını temenni ediyorum."

Meydan sağlayamadım

Ankara’daki heykel sıkıntısına işaret eden Günay, kendisinin de Başkent’in bir kaç yerine heykel önerisi olduğunu ifade ederek "Ama meydan sağlamış değilim" diyor. Günay, sadece Mehmet Akif Ersoy’un bir heykelini Tacettin Dergahı’nın bulunduğu ve Altındağ Belediyesi’nin düzenlediği meydana dikilebildiğini söylüyor.

Aslında Günay’ın bu isteği yeni değil. Bakan Günay ile bu yılın ilk aylarında Ankara turu sırasında yaptığımız sohbette, Başkent’teki meydan ve heykel sıkıntısı konusu gündem gelmişti. Günay, "Var olan meydancıklardaki heykelleri yeterli buluyor musunuz?" sorumuza net yanıt vermişti:

"Ankara’da heykel de yok. Ben Ankara’nın var olan meydanlarının bile bir takım heykellerle, rölyeflerle süslenmesinden yanayım. Bizim Güzel Sanatlar’ın geçmişten bu yana yapmış olduğu heykel çalışmaları var. Şu anda Güzel Sanatlar’ın bahçesinde Adnan Saygun’un, Nazım Hikmet’in, Mehmet Akif’in, Necip Fazıl’ın, Abidin Dino’nun, buna benzer sanatçıların yapılmış heykelleri var. O bahçeye serpiştirilmiş. Bunların birkaç tanesini Ankara’da değerlendirmek istiyorum. Ankara’da bunları değerlendirebileceğim meydan bulamıyorum. Meydan arıyorum." Günay hemen ardından yerel yönetimlerin bu konudaki isteksizliğine de işaret ediyordu.

Yerel yönetimlerin bu konudaki genel isteksizliği, şimdi de su perileri heykeli konusunda sürüyor.

Peki ya belediye su perileri heykelini yeniden bir meydanda değerlendirmez, çürümeye terk ettiği depodan çıkartmazsa?

Günay’a AKM alanının yönetiminden sorumlu Milli Komite’nin 2001 yılında aldığı kararı hatırlatıyoruz. Milli Komite su perileri heykelinin AKM alanında değerlendirilmesini istemişti.

Günay bu konudaki bir üzüntüsünü dile getiriyor. Milli Komite kararlarının "son derece üst düzey bir komite" olmasına rağmen, kararlarının bir çoğunun uygulanmadığını hatırlatıyor.

Ama hemen ardından su perilerinin akıbeti için önemli bir cümle ekliyor:
/images/100/0x0/55ea1c50f018fbb8f86be045
"CER atölyelerinde müze ve çağdaş sanatlar merkezi uygulamalarımız var. Eğer Büyükşehir bize verirse uygun bir yerde değerlendirebiliriz."

Su perisi yerine çaydanlık fincan

ESKİDEN
su perileri ile Eros figürlü heykelin bir havuzun içinde süslediği Tandoğan Meydanı’nda bugün artık porselenden yapılma bir çaydanlık ve fincan bulunuyor. Kültür Bakanı Günay’ın "Su perileri kaldırıldıktan sonra yerine bir takım seramik reklam unsurları konuldu" sözleriyle işaret ettiği gibi bu desenleri bir porselen firması hazırladı.
Yazının Devamını Oku

Laf-ı güzaf

21 Temmuz 2008
BÜYÜKŞEHİR Belediyesi, geçen hafta ODTÜ’ye 1.8 milyon YTL’lik ceza kesti. Cezanın haklılığını, haksızlığını şüphesiz mahkeme belirleyecek.

Binaların imar durumunu da.

Ancak hepimizin düşünmesi gereken bir başka soru var:

Türkiye’nin gözbebeği bir eğitim kurumunu bu tür bir tartışmanın ortasında bırakmak ne kadar doğru?

ODTÜ, hep öncü bir görev üstlendi.

Sadece eğitim veya bilim alanında değil.

Kent yaşamına yönelik üretimlerinde, ülke kültürüne katkısında...

Düşünün, şu anda Başkent’in göbeğinde kalan kocaman bir orman yarattı ODTÜ. Tıpkı Mustafa Kemal’in, 80 yıl önce "yapılamaz, olmaz" denilen Atatürk Orman Çiftliği’ni var ettiği gibi.

ODTÜ Rektörü Ural Akbulut, Gökçek’e ODTÜ’nün bazı arazilerini istediği suçlamasında bulunuyor.

Aynı zamanlarda AOÇ arazilerinin spor kulüplerini "bedelsiz" devri ile ilgili yasa teklifi de hızla TBMM’nin iki komisyonundan geçiyor.

Ve Türkiye’nin en önemli eğitim kurumlarının başında gelen, artık bir simge haline gelmiş ODTÜ bu tartışmaların ortasında bırakılıyor.

Geçen hafta içinde Ankara Hürriyet’te ODTÜ Psikoloji Bölümü bünyesindeki "Trafik Güvenlik Araştırma Merkezi"nin çalışmalarıyla ilgili bir haber okudunuz.

ODTÜ’deki bu merkezden kaç kişinin haberi vardı?

Ya da Afet Yönetimi Uygulama ve Araştırma Merkezi’nden?

Ya Girişimcilik Araştırma Merkezi’nden?

Bilim ve Teknoloji Politikaları Araştırma Merkezi (TEKPOL), Görsel-İşitsel Sistemler Araştırma ve Üretim Merkezi (GISAM), İnsan Hakları ve Güvenliği Uluslararası Araştırma ve Uygulama Merkezi, İnşaat Sektörü Eğitim Araştırma Merkezi (ISEM), Karadeniz ve Orta Asya Ülkeleri Araştırma Merkezi (KORA), Kaynak Teknolojisi ve Tahribatsiz Muayene Araştırma Merkezi (KAYNAK), Moleküler Biyoloji ve Biyoteknoloji AR-GE Merkezi, Petrol Araştırma Merkezi (PAL), Tarihsel Çevre Değerlerini Araştırma ve Uygulama Merkezi...

Liste uzayıp gidiyor.

İYSE, KAPKA, MATIMAREN, MATPUM, UYAREM, SRDC, TEKMER, ICHMT...

Bunlar onlarca araştırma merkezinden bir kaçının kısaltılmışı.

ODTÜ üst düzey bir eğitim, bilim, araştırma ve uygulama merkezi aynı zamanda.

Bizler ise oturmuş ODTÜ’nün kaçak binalarının yıkılıp yıkılmayacağını konuşuyoruz.

İnsanın içinden geçmiyor değil.

Laf-ı güzaf...

Suyu çıkan tartışma

ANKARA’nın sıcak havasında geçen hafta su tartışmaları da sürdü. Üstelik bu sefer alışkın olduğumuz üzere Kızılırmak suyundaki arsenik ya da sülfat oranı değildi tartışma konusu.

Hepimizin evlerimize aldığımız, içtiğimiz damacana suylarıyla ilgiliydi.

Bu kez iddiayı ortaya atan Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek oldu.

Bir soru önergesine verdiği yanıtta damacanayla satılan suların bir kısmının sağlıksız olduğunu öne sürdü. Ancak hangileri olduğunu açıklamadı başkan.

CHP’liler Gökçek’e yanıt verdi, Gökçek CHP’lilere.

Suçlamalar havada uçuştu.

Ama geriye kalan yine belirsizlik oldu.

Hala sonucun ne olduğunu bilmiyoruz.

Çünkü hiçbir yetkili çıkıp da damacana suların kalitesiyle ilgili net bir açıklama yapmıyor.

Hangi suyu içeceğimizi, hangisinin sağlıklı hangisinin sağlıksız olduğunu bilmiyoruz.

Daha da kötüsü, eğer piyasada sağlıksız damacana suları varsa neden kimse bunların satılmasını engellemiyor?

Gökçek ortaya bir iddia attı.

İddianın o kadar ciddi olmasına rağmen bizler hala gerçeği bilmiyoruz.

Anlayacağınız Başkent’teki su tartışmasının artık iyice suyu çıktı.
Yazının Devamını Oku

O heykelin kadersizliği

14 Temmuz 2008
SON günlerde okuduğum bir kitap hepimizin hafızalarından silinen bir noktayı hatırlattı. Eski gazeteci Halil Soyuer’in "Ankara Kabadayıları" isimli kitabı cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak yakın zamana kadar Başkent’teki kabadayıları anlatıyor. Genellikle Bentderesi, Hacettepe, İsmetpaşa gibi semtlerden çıkan kabadayıları ve çoğunun hazin biten öykülerinin kaleme alındığı bu kitapta Soyuer o dönemin kültürel ve sosyal yaşamına da ışık tutuyor./images/100/0x0/55eaee80f018fbb8f89fea07

Örneğin Hamamönü’nü, oradaki içkili lokantaları anlatıyor.

Sakarya Savaşı sırasında şehitlerin defnedildiği Namazgahtepe’de kabadayıların birbirleriyle çarpışmaları kaleme alınıyor.

Ve bu kitapta bugün hastanenin olduğu Hacettepe’de bir parktan söz ediliyor:

"O yıllarda Hacettepe üzerindeki geniş ağaçlık ve içindeki büyük havuzu Hacettepelilerin değil, diğer semtlerdeki Ankaralıların bile bahar ve yaz aylarında adeta bir mesire yeri gibiydi. Cumartesi ve pazar günleri, yanlarına yiyeceklerini, içeceklerini alan ankaralılar Hacettepe parkına gelirler, gölgeli ağaçların altına yerleşerek piknik yaparlardı. Bazı tatil ve bayram günlrinde Hacettepe parkına, Hasanoğlan Köy Enstitüsü öğrencileri de otobüslerle gelirler ve burada milli oyunlar oynarlardı."

Soyuer, bunları anlattıktan sonra ilginç bir konuya giriyor:

"Hacettepe havuzunun ortasında vaktiyle Rus Çarı’nın hediye ettiği söylenen çok büyük ve enteresan bir fıskiye herkesin dikkatini çekerdi. İstimlak sırasında bu fıskiyenin havuzla birlikte ortadan yok olduğu görülmüştür."

HEYKEL DEPOLARDA MI?

Çok genç olanlar anımsamayacaktır ancak Soyuer’in anlattığı fıskiye, Tandoğan’la birlikte özdeşleşen ünlü heykel.

Soyuer devam ediyor:

"Sayın Ekrem Barlas’ın Ankara Belediye Başkanlığı döneminde (1969-1973) gazetedeki sütunumda bu fıskiyenin bulunup Ankara’nın uygun bir yerinde değerlendirilmesi yönünde ısrarlı yazılar yazmıştım. Bunun üzerine bu güzel ve tarihi fıskiye depolarda bulunmuş ve Tandoğan alanına yaptırılan havuzun ortasına dikilmiştir. Daha sonraları Ankaray projesi yüzünden Tandoğan’daki bu havuz da yine bu fıskiye ile birlikte ortadan yok olmuştur."

Soyuer, Rus Çarı’nın hediye ettiğini söylüyor ancak o heykelin İtalyan imzası taşıdığı biliniyor.

Evet, Tandoğan’daki heykel Murat Karayalçın döneminde Ankaray inşaatı nedeniyle depoya kaldırılmıştı.

Daha sonra göreve gelen Melih Gökçek bu heykeli depodan çıkartmadı.

Zaman zaman bu heykelle ilgili bazı haberler yayınlandı.

Depoda çürümeye terk edildiği yazıldı, çizildi.

Ama son dönemde bu heykelin akibetiyle ilgili hiçbir bilgiye ulaşılamıyor.

Aradan 15 yıla yakın bir zaman geçmesine karşın heykelin izi hiçbir yerde bulunamıyor.

Şimdi Gökçek’e düşen o heykelin akıbetini Ankaralılarla paylaşmaktır.

Tıpkı Ekrem Barlas’ın yaptığı gibi.

Eğer heykel "kaybolduysa" bunu ve nasıl kaybolduğunu hemşehrilerine açıklamalı.

Eğer gerçekten bir depoda çürümeye terk edildiyse, heykeli buldurup uygun bir meydana dikmelidir.

Başkent’te kötü kokular

ANKARA’nın geçen yaz yaşadığı su krizi sırasında Başkent’te bir pis koku sorunu başladığını yazmıştık.

Hatta ünlü Alman yazar Patrick Süskind’in "Koku" isimli romanından alıntılar yapmış, Ankara’nın 300 yıl önceki Paris gibi koktuğunu anlatmıştık.

O günlerde sorunun ana kaynağı su yokluğu nedeniyle kanalizasyonlarda yaşanan çökmeydi.

Aradan bir yıl geçti.

Başkent şu anda bir su yokluğu yaşamıyor.

Ancak pis koku problemi halen sürüyor.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bulunduğu Akay Kavşağı ve onun tünelleri başta olmak üzere, Ahmetler, Eskişehir Yolu’ndaki tüneller ve daha bir çok semtten burnunuzu tıkamadan geçmeniz mümkün değil.

Ankara Çayı’nın meşhur kokusunu ise hiç söylemiyorum.

Ankara’daki bu kokunun nedeni bilinmiyor.

Ama bir Başkent’e yakışmadığı kesin.

Eski dosta bir özür

İNSANLIK tarihi katliamlarla, utançlarla, hainliklerle dolu.

Her katliamın ve utancın simgeleşmiş merkezleri vardır.

Katliam olduğu yerin ismiyle anılır.

Köpek katliamlarında da bir simge var 2.5 yıldır.

Kutludüğün.

Evet katliamın adresi bir çok kez değişti Ankara’da.

Kimisinde Şereflikoçhisar oldu, bazen, Gazi Osman Paşa, bazen Oran...

Ama Kutludüğün bir simge haline geldi.

Mamak Belediyesi şimdi Kutludüğün’e bir sahipsiz hayvan barınağı yapıyor.

Haberini bugün Ankara Hürriyet’te okuyacaksınız.

Yaşananları, unutturmuyor, hafifletmiyor.

Ama en azından insanoğlunun bir özrü niteliğini taşıyor bu barınak.

İnsanoğlunun yüzyıllardır yanında yer alan, dert ortaklığı, kader ortaklığı yapan...

Ve tüm canlılar gibi yaşam hakkı olan sahipsiz hayvanlardan özrü.

Mamak Belediyesi’ni kutlamak gerekiyor.

Ama, gazete olarak denetim görevimizi bırakmadan.

O barınak hizmete girdikten sonra da ilgimizi, objektiflerimizi oradan uzaklaştırmadan.

Yazının Devamını Oku

Onlara temiz su bize belirsizlik

8 Temmuz 2008
KIRIKKALE Belediyesi, Kızılırmak suyu nedeniyle yıllardır süre gelen içme suyu sorununu kurduğu yeni arıtma tesisiyle aşıyor. Ankara da, her ne kadar mevcut suyla paçallansa da Kırıkkale’nin yıllardır "içemediği" suyu tüketiyor bir süredir. Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, uzunca bir süredir Kırıkkale’nin bu suyu içtiğini iddia ediyordu. Kırıkkale’ye yapılan yeni arıtma tesisiyle birlikte ortaya çıkan iki ihtimal var.

Ya Gökçek Kırıkkale’de suyun içilip içilmediği konusunda "yanlış" bilgiye sahipti. Dolayısıyla aylardır herkese karşı bu "yanlış" bilgiyi savunuyordu.

Ya da Kırıkkale Belediye Başkanı Veli Korkmaz, 25 milyon dolarlık gereksiz bir yatırım yaparak kamu kaynaklarını israf ediyor, lüzumsuz yere harcıyor.

Ama şunu söylemek gerek ki, Korkmaz’ın ili için gereken bir yatırım yaptığını herkes ifade ediyor. Korkmaz, hemşehrilerine şöyle müjde veriyor:

"Kızılırmak’tan alınan ham su içmeye müsait olmadığı için Reverse Ozmos denilen bu sistemi büyük bir araştırmanın ardından hayata geçirmeye çalıştık. Türkiye’de en kaliteli suyu, iddia ediyoruz bu tesis sayesinde Kırıkkale halkı içecek. Böylece halkımız su kesintisinden kurtulup, bu ay içinde sağlıklı suyu içiyor olmanın mutluluğunu yaşayacak."

Ortaya çıkan tablo şu:

Kırıkkale sağlıklı suyun mutluluğunu yaşayacak, Başkent Ankara ise su konusunda, belirsizliklerin getirdiği tedirginlikleri.

Kazalar olmadan

DSİ’nin eski Genel Müdürlerinden Mümtaz Turfan, geçen hafta bir televizyon kanalında Türkiye’nin girdabına sürüklendiği su sorunuyla ilgili görüşlerini açıkladı.

Türkiye’de kuraklık olmadığını söyleyen Turfan, ülkenin her yıl 500 milyar metreküp yağış aldığını, bunun 145 milyar metreküpünün ise kullanılabilir durumda olduğunu belirtiyor.

Turfan, Türkiye genelinde bu suyun sadece 5 milyar metreküpünün içme suyu olarak değerlendirildiğini ekliyor.

Yani toplam yağışın sadece yüzde 1’i değerlendirilebiliyor.

Bundan şüphesiz ulusal yönetimin yanısıra yerel yönetimler de sorumlu.

Ankara için Turfan, Gökçek’in Gerede suyunu getirmeyerek "yanlış yaptığını" belirtiyor.

Kızılırmak suyunun İvedik’te arıtılmasının mümkün olmadığını, diğer barajlarda da bu suyun paçallanacağı suyu bulmakta sıkıntı yaşanacağını söylüyor.

Turfan ayrıca yerel yönetimlerin baraj yapmaması gerektiğini savunuyor. DSİ’nin uzmanlık ve bilgi birikiminin yerel yönetimlerde olmasının mümkün olmadığına işaret ediyor.

Ve Turfan su projelerinin hızlı yapılmasının "marifet olmadığını" da anlatıyor. Nedenini de şöyle ekliyor:

"Hızlı giden bir arabaya benzer, kaza yaparsınız."

Kazalar olmadan, Turfan’ın eleştirileri dikkate alınmalı.

Biz dikkate alıyoruz.

Utançla uyanırım

KİMİ günler utançla uyanırım.

Yüzyıllardan gelen, insanoğlunun genetik kodlarındaki utançla.

Çünkü bu dünyayı inşa eden, imparatorluklar kurup yıkan, buluşlarla hayatı kolaylaştıran, tıp bilimini ilerleterek yaşamı uzatan insanoğlu...

Vazgeçmedi öldürmekten, utancı taşımaya razı.

Habil ve Kabil’den bu yana, kanla, gözyaşıyla, utançla büyüttük yaşamlarımızı.

Kimi sabahlar utançla uyanırım.

15 yıl önce, 3 Temmuz sabahında olduğu gibi. Gece uyunabildiyse eğer.

"İrtica"yı o gün tanımadık elbet. Biz Menemen’den bu yana onun değişik yüzlerini okumuştuk. Oruç tutmayan bir gencin öldürülüşünde de, Şeyh Sait’in ayaklanmasında da...

Ama 2 Temmuz 1993’te, bizim kuşağımız, ilk kez bu kadar ensesinde hissetti nefesini yobazın.

33 aydının, sanatçının, şairin, edebiyatçının, gencin... 33 insanın...

Bir cumhuriyet kentinde, cumhurbaşkanının, başbakanın, yardımcısının, bakanların, valinin, askerin, polisin gözü önünde yakılabildiğini öğrendik. Deseler inanmazdık ama demediler yaktılar.

Küpesinden tanıdılar

Bundan 10 yıl önce, Sivas ayaklanmasının beşinci yıldönümünde Madımak’ın ateşinde can veren 22 ve 20 yaşındaki Huriye ve Yeşim Özkan kardeşler ile 18 yaşındaki Nurcan Şahin’in anneleri ve 19 ile 16 yaşındaki Yasemin ile Asuman’ın babası Ahmet Sivri ile ropörtaj yapmıştım.

Nurcan, Sivas’a gitmeden önce annesine kulağına taktığı küpeyi göstererek, "Anne ben kaybolursam bununla bulursunuz" demişti. Gerçekten de olayların ardından babası morgta yatan kızının küpesini görmüştü önce.

Münire Özkan, Huriye ve Yeşim’in annesi, çocukları doğduğunda üç günlükken Anıtkabir’e götürüp, kundağıyla yatırdığını anlatıyordu.

Ve her üç ebeveyn de cumhuriyete sahip çıkıyor, şeriatın ateşini anlatıyordu. Bu vatanın, hepimizin olduğunu hatırlatıyorlardı:

"Hiç bir zaman Türkiye bizim demesinler. Bu ülke hepimizin, hepimiz beraber yaşayacağız, birbirimizin bazı şeylerini hoş karşılayacağız. Hiç bir zaman birbirimize barbarlık yapmayacağız. Bayrak benim dedemin kanıyla yoğurulmuş. Sen neysen, ben de aynıyım."

Belgesel tiyatro

Genco Erkal 15.yıldönümünde tiyatro sahnesine taşıdı bu vahşeti.

Ama kandırmadan, yeni bir kurgu yaratmadan, ajite etmeden...

Sadece anlatarak. Yenidan anlamamızı sağlamak için.

Genco usta, Ankara’da da buluştu izleyiciyle.

Gelecek yıl da buluşacak.

İzlemeyenlerin izlemesi gereken bir oyun.

Unutmamak için.

Ve utanmak için.

Çünkü bizleri de, varlığımızı da utanma duygumuz ayakta tutacak.

Ve fark etmezsek eğer, bu unutmalar yok edecek.

Kötü bir tiyatro

HER yıl kötü bir tiyatro sahneleniyor yurdun dört bir yanında.

Bütün Milli Eğitim Bakanları açıklamalar yapıyorlar:

"Okullara kayıt parası alınmayacak. Alanlar hakkında işlem yapılacak."

Ve her yıl bütün okullar kayıt için para alıyor velilerden.

Müdür ne yapsın? Devlet para vermiyor.

Veliler ne yapsın? Para almıyorum diyen devlet, parasız kayıt yapmıyor.

Devlet anayasayı değiştirip paralı desin de...

En azından herkes yalan söylemekten kurtulsun.
Yazının Devamını Oku

Bütün maddelerde Fatmanur yazıyor

30 Haziran 2008
ANKARA Hürriyet’te önceki gün iki haber yayınlandı. Bir sayfa arayla.

Biri, 3.5 yaşında müzik yeteneği keşfedilen ve desteklenen Zeynep Duru’nun haberi.

Diğeri, 4.5 yaşında ve eğer ameliyat olmazsa 1.5 yıllık ömrü kaldığı belirtilen Fatmanur’un haberi.

Biri umudu, neşeyi, heyecanı temsil ediyordu.

Diğeri hüznü, kederi ve umutsuzluğu.

Doğan Haber Ajansı’ndan Fevzi Kızılkoyun’un hazırladığı bu habere göre hiçbir hastane Fatmanur’u ameliyat etmeye yanaşmıyordu. Baba Serdar Okatan, asgari ücretle çalışıyor, kızını yeşil kartla tedavi ettirmeye çabalıyordu.

Üstelik devlet 300 YTL tutan bazı ilaçları karşılamıyor, genç baba, bu ilaçları satın alabilmek için işinin yanısıra geceleri çöplüklerden kağıt ve naylon topluyordu.

Lütfen herkes Anayasa’yı açıp okusun. Özellikle bizleri yönetenler.

2.maddeyle başlayın.

"Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir."

Devam edin.

Madde 5: Devletin temel amaç ve görevleri.

Durmayın ilerleyin.

Madde 12: Temel hak ve hürriyetlerin niteliği.

Hızlanın.

Madde 41: Ailenin korunması.

Madde 58: Gençliğin korunması.

Madde 66: Türk vatandaşlığı.


İlerleyin, yürütmenin görevlerine geleceksiniz.

Cumhurbaşkanı ile başlayacak, Bakanlar Kurulu ile devam edeceksiniz.

Orada herkesin görevleri tanımlı.

Ne yapacağı, neler yapmakla yükümlü olduğu anlatılıyor.

Aslında bunların hepsinde Fatmanur’un adı yazıyor. Satır aralarında, özünde, ruhunda.

Çünkü bu ülkede hiç bir baba çocuğuna ilaç almak için çöplüklerden kağıt toplamayı hak etmiyor.

Çünkü hiç bir baba göz göre göre, minicik kızının her geçen gün yaklaşan ölümünü beklememeli.

Ve hiç bir baba, tespih çeker gibi gün sayıp, ümitsizce başını öne eğmemeli.

Herkes Anayasa’yı okusun.

O çok eleştirdiğimiz, askeri dönemde hazırlanan Anayasa’da bile Fatmanur’u, babasını, annesini göreceksiniz.

Bir de seçtiklerimiz görseler.

Güdük Ankara

ODTÜ’nün önemli sosyologlarından Ayşe Saktanber’in değerlendirmeleri geçen hafta Ankara Hürriyet’te yer aldı.

Saktanber bir akademisyen.

Ne bir siyasetçi, ne de siyasi gelecek bekleyen bir açıkgöz.

Yıllardır Başkent’in bazı bölgelerinde belli başlı bilimsel araştırmalar yürüten bir bilim kadını olarak bazı değerlendirmelerde bulunuyor.

Bu değerlendirmeler bilimin herhangi bir dalında olduğu gibi tartışmalara açık.

Dileyen, dilediğini söyler.

Ama kimse söylemedi.

Bakın Saktanber, herkesin sessiz kaldığı nasıl cümleler sarf etti:

"Ankara’da hiçbir estetik planlama yok. Bir metre düzgün kaldırım bulmak imkansız gibi. Araç trafiği korkunç. Yayalar son derece dar yerlere tıkıldı. Sokakları tarif et deseler edemem; çünkü labirentleştirildi. Arada kalmış değil, geri kalmış bir şehir."

Bir akademisyen söylüyor bunları.

Şüphesiz bunların bir kısmı subjektif değerlendirmeler. Ama çoğu da inkar edilemez gerçekler.

Unutmadan... Saktanber bir cümle daha söylemişti:

"Başkent, güdükleştirilmiş bir şehir oldu."

Melih Gökçek otobüse binse

ESKİŞEHİR Yolu ve çevresindeki yollara ilişkin sorunlar daha önce de hem Ankara Hürriyet’te hem de bu sütunlarda dile getirildi.

Yapılan onca alt geçit ve tünellere rağmen özellikle iş çıkışı saatlerinde, bu güzergahta yol almak büyük dert.

Özellikle Cevizlidere’den Kızılay’a ulaşmakta ciddi sıkıntılar yaşanıyor.

Bu güzergah üç beş kilometreden daha fazla değil.

Ama 40 dakikadan önce Kızılay’a ulaşılamıyor.

Çünkü önce Balgat’ın o meşhur caddesinden yaklaşık 20 dakikada geçmeyi gerektiriyor.

Daha vahimi var...

Balgat’tan çıkar çıkmaz Kızılay’a gitmek için sağa dönemiyorsunuz. Gökkuşağı isimli ölü yatırım ile ne zaman başladığını kimsenin hatırlamadığı metro çalışmaları nedeniyle engelleniyor bu dönüş.

Mecburen Milli Kütüphane’nin etrafından dolanıyor, Kızılay yönünde İnönü Bulvarı’na ulaşmaya çalışıyorsunuz.

Ve işte bu bir kaç yüz metrelik yol, en çok zaman kaybettiğiniz yer oluyor.

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, bir gün akşam saat 17.30 sularında Cevizlidere’den otobüse binmeli ve Kızılay’a ulaşmaya çalışmalı. Hatta Gökçek yanına bir kaç kırmızı plaka sahibini de almalı.

Polis yol açmayıp, ayrıcalık tanınmadığında trafikte ilerlemek nasıl bir sıkıntı, anlasalar.

Başkan nasıl yükselir

ANKARA Hürriyet geçen haftalarda Devlet Planlama Teşkilatı’nın desteklediği bir internet anketini haber haline getirdi.

Habere göre, ankete katılanların yüzde 63.17’si Melih Gökçek yönetimini "başarısız" bulduğunu belirtmişti

Bu haberin yayınlandığı gün Gökçek, Viyana’da Türkiye’nin Hırvatistan maçını izliyordu.

Bir devlet kuruluşu tarafından desteklenen bir ankette bu kadar yüksek oranda "başarısız" çıkmasının, Gökçek’in canını sıktığını tahmin ediyoruz.

Ancak Gökçek’in üzüntüsü uzun sürmedi.

Çünkü daha önce çok uzun bir süre boyunca 10 bin 851 kişinin katıldığı anket, bu haberin ardından bir patlama yaşadı, katılımcıların sayısı üç kat artarak 29 bin 666 kişiye ulaştı.

Ve tahmin edin, bu yeni katılımcılar Gökçek’in çalışmalarını nasıl değerlendirdiler?

Tabi ki "çok başarılı."

Belli ki, Gökçek Viyana’dayken sadece dört gün içinde Gökçek’in "başarısız" görüntüsü "çok başarılı"ya dönmüştü.

Ancak dün fark ettik ki, o dört günden sonra yüzde 54.16’ya yükselen "başarılı" değerlendirmesi yine inişe geçti.

Her an yüzde 50 sınırının altına düşebilir.

Varsa "sihirli ellere" bizden söylemesi.
Yazının Devamını Oku

Ankara’da çaydanlık Arabistan’da çekiç

23 Haziran 2008
ODTÜ Rektörü Ural Akbulut’un, Ankara’ya, Kızılırmak suyu ve mahkeme tarafından iptal edilen amblemine ilişkin sert açıklamalarını okudunuz. Akbulut ayrıca kent gündemini uzun süredir işgal eden ambleme ilişkin soruları da yanıtladı. Akbulut, aslında bir çok Ankaralı’nın da duygularına tercüman oldu.

Gerçekten de.

Düşünün bir. Mahkemenin iptal ettiği Atakuleli, minareli amblemi Gökçek dışında beğenen, savunan tek bir kişiyi gördünüz mü?

Başta Kültür Bakanı Ertuğrul Günay olmak üzere Gökçek’in mensubu olduğu partinin bakanları bile o amblemin estetik olmadığı, Ankara’yı temsil etmediği ve çok daha önemlisi Başkent’e yakışmadığı konusunda görüş birliği içindeler. Hiçbir sivil toplum örgütü, dernek, oda ya da devlete bağlı bir kurum bu amblemi savunmadı. Mahkemenin iptal kararının ardından Gökçek’in dışında bu kararı eleştiren, bu karardan üzüntü duyan kimseyi gördünüz mü?

Akbulut’un açıklamalarında önemli bir cümle vardı:

Böylesi önemli konularda yöneticilerin kendi fikirleriyle hareket etme hakkı yoktur."

Aslında bu durum Gökçek’in yönetim anlayışıyla ilgili bir durum.

Bu kentteki estetik anlayışını ele alalım. Başkent’teki estetik anlayışına ilişkin net bir şey söylenebilir mi? Kullanılan kent mobilyalarında bir estetik kaygı görüyor musunuz?

Geniş yollarda son dönemde kullanılan ve insanın üstüne üstüne gelen aydınlatma direklerini düşünün.

Ya da Kızılay meydanında, kırmızı, mavi, yeşil ışıklarla yanan garip, çirkin düzenlemeye bakın.

Kent estetiğini bozan en önemli etkenlerin başında, sanat ve estetik alanında Gökçek’in kendi fikirlerini toplumun genel beğenisi olarak dayatması geliyor.

Gökçek’in diktiği heykellerin sadece fincan, çaydanlık, keçi gibi figürler olduğunu da unutmuyoruz.

Bir kaç yıl önce bir Suudi Arabistan gezisinde ilginç bir durumla karşılaşmıştım.

Arabistan’ın Cidde şehri altyapı ve yerleşim bakımından çok gelişmiş bir kent.

Orada beni en çok şaşırtan ise, geniş bulvarların arasındaki refüjlere dikilen heykellerdi.

Belli aralıklarla devasa kerpeten, çekiç, mala gibi inşaata ilişkin heykeller görüyordunuz.

İslamiyet’in katı yorumlanışında yaratmak sadece Allah’a mahsus olduğu için resim ve heykel sanatı bu topraklarda pek gelişmemişti. Arabistan’daki alet edavat heykellerinin de bu nedenle yapıldığı söyleniyordu. Çünkü bu aletlerin hepsi zaten insan tarafından üretilmişti. Yani tanrının alanına girilmiyordu.

Heykelin anavatanı Anadolu olmasına rağmen, bu topraklarda da zaman zaman bu tür eğilimlerle karşılaşıldığını biliyoruz.

Bunun sadece dinsel boyutu olmadığını da fark etmeliyiz. Bu aynı zamanda ideolojik bir duruşun sonucu.

Artık Ankara’da her fincan, çaydanlık heykeli gördüğümde kendimi Arabistan’ı düşünmekten alamıyorum.

Zihinde değişen dizeler

BAŞKENT’te ulusal siyasetin dışında yerel gündeme ilişkin de onlarca soru, sorun var.

Başkent’i hangi amblem temsil eder?

Belediye Meclisi’ndeki "kahvehane" argosu...

Gerçekten de Melih Gökçek Eymir Gölü’nü ele geçirmeye mi çalışıyor?

Arsenikli su, sülfatlı su, ishal eden su...

Bütün bu tartışmaların dışına kendinizi atabilmişken.

Başkent’te bizlere ne kadar da uzak duran denize uzanmış, kendinizi vapurlara yüklemişken...

Bir akşam güneşinin eşliğinde Üsküdar’dan Beşiktaş’a geçiyorsunuz.

Boğazdan esen rüzgarın taşıdığı iyotla burnunuz sızlıyor.

Arkanızda bırakmışsınız Ankara’daki su kavgasını, amblem tartışmalarını...

Nevizade’ye açmışsınız yelkeni...

Aklınızda bir iki dize...

"Ne zaman hürlüğün barışın sevginin aşkına/Bir cigara atmışsak denize/Sabaha kadar yandı durdu."

Ankara’lı, Eskişehir’li, İstanbul’lu Cemal Süreya’yı anarak, motorun köpürttüğü denize bakarak elinizi cebinize atıyorsunuz.

Rüzgara karşı iki nefes tüttürmek için...

Sağınızda Kız Kulesi, yüzünüz sizi karşılayacak Beşiktaş iskelesine dönük.

Kocaman bir yazı asıyorlar önünüze.

Kanunlar, numaralar, para cezaları.

Artık herkes "dumansız hava sahasında" ya...

Toplum sağlığı için atılan bu muazzam adımı, hepimiz desteklemeye mecburuz ya.

El mahkum, değiştiriyoruz aklımızdaki dizeyi:

"Özgürlüğün geldiği gün/O gün ölmek yasak!"
Yazının Devamını Oku

Davulun tuşesi ve Başkent kompleksi

9 Haziran 2008
"ANKARA’da benim gençliğim, orta yaşım, her şeyim var."<br><br>Prof.Dr. Üstün Dökmen, bu kente dair hepimizin kalbine işleyen sözler söyledi. Genç arkadaşımız Rüya Yelsalı’nın mülakatı renklendiren başarılı sorularını yanıtladı Dökmen. Ankara Hürriyet’te dün okudunuz.

Ankara tartışılırken, hep İstanbul üzerinden konuşulur.

Boğaz, eğlence hayatı, kozmopolit yapısı, heyecana ve maceraya açık sokakları anlatılır İstanbul’un.

Yahya Kemal her daim referanstır. İstanbul’a dönüşü sevdiği için.

Bizler de hep tersini söyleriz. Ankara’ya döndük mü, bir kış vakti soğuktan, evimizin sıcak salonuna kaçmış gibi hissederiz.

İstanbul büyük imparatorluklara başkentlik etmiş bir şehir.

Ama cumhuriyetten bu yana değil.

Üstün Dökmen ekliyor:

"İstanbul, iki imparatorluğun şehri oldu, ama İstanbullu, İstanbullu olmaktan pek gurur duymaz."

Bizler hep zaferin, devrimin başkenti olarak görürüz Ankara’yı. Gururumuzu da okşar bu.

İstanbul işgal, Ankara devrim şehridir.

Ve her işgal, biraz işbirliği getirir.

O yüzden İstanbul’da hep başkent ismini Ankara’ya kaptırmanın kompleksi vardır biraz.

Algımız değişti

Dökmen, şehrin ne renk değil, yaşayanların onu nasıl algıladığının önemli olduğunu vurguluyor.

Bizim Ankara algımız da değişti son 15 yılda.

Eskiden, cuma akşamları Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın konserlerinin biletleri pazartesi sabahı satışa sunulur sunulmaz biterdi. Askeri darbenin cumhurbaşkanıydı ama cuma akşamları adını taşıdığı orkestarının konserlerini kaçırmazdı Kenan Evren. Onlu yaşlarımın başındaydım, bir cuma akşamı Gürer Aykal, yeni salon için bir konuşma yapmıştı konserden önce. Hala değişmeyen tek şey de bu oldu zaten; CSO’ya biz çocukken verilen yeni konser salonu sözünün tutulmaması.

Bu kente yıllardır ne bir tiyatro salonu yapıldı, ne de bir kültür merkezi. Hala AKM için Milli Komite’nin bitmez tükenmez toplantıları sürüyor.

Devlet Tiyatroları’nın bu konudaki çabası göz ardı edilemez şüphesiz. Genel Müdür Lemi Bilgin’in çabalarıyla kapanan Akün Sineması tiyatro olarak bizlere ait kalmayı sürdürüyor. Aynı şekilde 125.Yıl Çayyolu Sahnesi izleyenlere perdesini açtı.

Peki belediyelerin sanata karşı tavırları?

Örneğin, bu şehirde ne kadar heykel var? Ya da son 15 yılda dikilen heykellerle, geçmişte dikilmiş ancak son 15 yılda kaybolan heykelleri karşılaştırsak nasıl bir sonuç çıkar acaba?

Hangi özel tiyatro hayatta kalabiliyor bu kentte? Oysa Ankara’ya turneye gelen tüm oyuncular korkardı Başkent izleyicisinin zor beğenisinden.

Evet bizim Ankara algımız değişti. Değiştirilmek isteniyor.

Gelişime gebe değişim

Değişime direnenlerden değilim. Ancak değişimin, gelişime gebe olmasını bekleyenlerdenim.

Yakınlarda, uzun zamandır gitmediğim eski eğlence merkezlerinden birine uğradım.

Geçmişte tuvaletlerinin temizliğiyle övünen bu yerde artık paçalarınızı sıyırmadan yürüyemiyordunuz.

Kağıt havluların yerini eski model bir el kurutucusu almıştı.

Ne tanıdık bir simaya rastlıyordunuz, ne de gülümseyen bir yüze.

Ve insan soramadan edemiyor.

Eğlence biçimlerimiz, kültür sanat yaşamımız sevimsizleşiyorsa...

Aynı şehrin havasını solumaktan gelen kardeşliğimiz bozuluyorsa...

Ve sizin eskiden müzik dinlemekten keyif aldığınız bir yerde...

Kötü bir davulcu, asla yakalayamadığı müzikteki yüzünün kızarıklığını güçlü tuşeyle kapatmaya çalışıyorsa...

Yaş aldığınızdan farklı açıklamaları olmalı bunların.

Biz şiirle konuşuyoruz

Üstün Dökmen, Atatürk’ün Celal Bayar’a Ankara’nın 35 ışığını saydırdıktan sonra "Ya, demek otuz beş oldu. Biz buraya geldiğimizde hiç ışık yoktu" sözlerini anlatıyor bize.

Ama bu şehir geceleri yaşamıyor artık.

Bakın 15 yıl önce geceleri hayatını sürdüren, gözlerini yaşama erken kapatmayan bir şehirdik.

Bugün geldiğimiz noktada evlerimizden çıkmayalım diye gece ulaşımımızı yok ettiler.

Onlar, finansman bahaneleriyle, karlılık raporlarıyla, istatistik rakamlarıyla konuşuyorlar.

Bizlerse 15 yıl önce okuduğumuz o şiiri tekrar ederek karşılık veriyoruz:

"Gece on ikiden sonra/bütün içkiler şaraptır."
Yazının Devamını Oku