28 Mart 2005
<B>İSTER </B>‘<B>başörtüsü</B>’nün ya da ‘<B>türban</B>’ın ‘<B>siyasal simge</B>’ olduğunu düşünün, ister insan haklarının ve özgürlüklerinin vazgeçilmezi kabul edin. İster ‘Benim babaannem de başörtülüydü ama onun örtüsü başkaydı’ argümanına yaslanın, ister ‘Bu kızlar modern birey olmak için başlarını babaanneleri gibi örtmüyor’ argümanına.
İster ‘Üniversitede olabilir ama ilkokul ve lisede asla’ diyen ‘ılımlı’ kanada mensup olun, ister ‘Kamusal alan geçilmez’ diyenlerden.
İster ‘Eskiden yoktu, bu adet yeni çıktı’ diyerek işin içinde ‘başka mihrakların parmağı’nı arayanlardan olun, ister başını örtmeyene kem gözlerle bakanlardan...
Hiç fark etmez...
Bu yazının amacı, o bıktırıcı, sıkıcı tartışmada taraf olmak ve cepheleşmenin güzelim rahatlığında yan gelip yatmak değildir.
Bu yazının amacı bir ilkesizliği ve ikiyüzlülüğü teşhir etmektir.
Çünkü ilkesizlik ve ikiyüzlülüğe karşı savaşım vermek, ‘türban’ ya da ‘başörtüsü’ konusunda alınan tavırdan, seçilen taraftan çok daha önemlidir.
***
Olay şu:
Kadir Has Üniversitesi Cibali Kampusu’nda geçen hafta ‘basına açık’ bir tören vardı. O törene Yeni Şafak ve Yeni Asya gazetelerinde çalışan başörtülü iki kadın gazeteci de katılmak istedi.
Ancak üniversite yetkilileri, iki kadın gazeteciyi başları örtülü diye içeri almadı. Kadın gazeteciler yakışıksız biçimde üniversiteden kapı dışarı edildi. Gerekçe ise bir ‘ilke kararı’na dayandırılıyordu. İlke şuydu:
Üniversiteye hiç kimse başı örtülü giremez.
İlke kararı o kadar sert uygulanıyordu ki, bütün demokratik ülkelerde üzerinde en fazla titizlenilen ‘basın özgürlüğü’ bile dikkate alınmıyor, gazeteciler kılık kıyafetleri nedeniyle ‘olay mahalli’nden resmen kovuluyordu.
***
Sonra ne mi oldu?
Daha bu ‘gazetecileri kovma’ olayı sıcaklığını korurken, Kadir Has Üniversitesi’nin Cibali Kampusu’nda bu kez bir fakültenin açılış töreni yapıldı. Törenin onur konuğu Başbakan Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan’dı.
Tıpkı o gazeteci kadınlar gibi başını örten Emine Erdoğan, üniversitedeki törene hiçbir engelle karşılaşmadan girebildi.
Hatta Emine Hanım dışında en az altı başörtülü kadın da Cibali Kampusu’nun konukları arasında yer alabildi.
Kadın gazetecileri kovan üniversite yetkilileri, gazetecilerin olayla ilgili olarak, ‘Bir tavır değişikliği mi var?’ şeklindeki sorularını, ‘Şu anda çok meşgulüz, sonra görüşelim’ filan diyerek geçiştirdiler.
Ne diyebilirlerdi ki?
‘Kadın gazetecileri kovduk, çünkü onları içimize sindiremedik. Ama iş iktidardakilere gelince mecburen içimize sindiriyoruz’ falan mı?
‘İktidarın gücü ilkenin gücünü yener’ mi diyeceklerdi?
Keşke koskoca üniversite yetkilileri bu duruma düşmeseydi.
Keşke ‘içe sinmeyen’ başörtüsünü içe sindirmek için ‘iktidar gücü’ gerekmeseydi.
***
En başta da belirttim.
Bu bir ‘türban’ yazısı değildir.
Bu bir, ilkesizliği ve ikiyüzlülüğü teşhir yazısıdır.
Ey türban denilince sinir olanlar.
Ey türbanı en birinci özgürlük aracı görenler.
Lütfen cepheleşmenin rahatlık veren taraflarına yaslanmaya kısa bir mola verin ve elbirliğiyle şu ikiyüzlülük ve ilkesizlikle mücadele edin.
Yazının Devamını Oku 27 Mart 2005
Hem <B>‘Başkalarının hayatı çeker bizi’</B> mısrasının işaret ettiği tutku, hem de eski koca <B>Refik Erduran</B>’la yıllar sonra girişilen hesaplaşmada son durumu öğrenme merakıyla <B>Leyla Umar’</B>ın anı kitabı <B>‘Geriye Yazılar Kaldı’</B>yı hevesle okudum. Bir tatmin hissiyle dolup taştığımı söylemeliyim. Şimdi merak ettiğim şu: Acaba Refik Erduran, bize bir ‘sağlama’ imkánı vermek için anılarını kaleme almayı düşünmez mi? Ve yazacağı anılarda, bir ara ‘Refik Erduran İslamcı oldu’ dedikodularına neden olacak kadar İslami kesimle yakın diyalog içindeyken, birdenbire ‘Viagra deneyimi’yle kamuoyunun huzuruna çıkarak İslami kesimden hızla uzaklaşmasının esrarı ve hikmetini de açıklayamaz mı?
‘Beni Kalbimden Vuranlar Var Ya’ adlı popüler romanla gündemde olan Reşat Çalışlar, bu zamana kadar hep ‘Gazeteci Oral Çalışlar’ın oğlu’ diye anılıyordu. Kitabı okuyup, ‘Eski 10 liraların arkasındaki Atatürk’e çelenk uzatan kızları andıran bir ‘ilkokulsal’ saflığı ve doğruluğu vardı’ gibi birçok ‘çarpıcı’ cümlenin altını çizdikten ve Reşat’ı kutsadıktan sonra şunu merak etmeye başladım: Acaba Oral Çalışlar bundan böyle ‘Reşat Çalışlar’ın babası’ diye mi anılacak?
Son bayrak olayıyla ilgili duyduğum en baba tanımlama şu: ‘Biz bir galeyan toplumuyuz.’ Türkiye’nin dört bir yanında yapılan bayrak gösterilerinin mahiyetini kavrayabilmemize yardımcı olan bu şahane tanımlamanın patenti kime ait, bunu merak ediyoruz. Bana göre bu tanımlama Murat Belge’ye ait; çünkü ondan okudum. Bir arkadaşım ise ısrarla Nihat Genç’e ait olduğunu iddia ediyor, televizyonda Nihat Genç’ten duymuş... Şimdi bilenlerden öğrenmek istiyoruz: Buluş kimin? Murat Belge’nin mi? Nihat Genç’in mi?
Türk edebiyatının sıradışı romancısı Oğuz Atay’ın yaşam öyküsü ‘Ben Buradayım’ adıyla İletişim Yayınları’ndan çıktı. Bir Oğuz Atay uzmanı olan Yıldız Ecevit tarafından kaleme alınan kitap -hadi o bildik klişeyle ifade edelim- bir kuyumcu titizliğiyle işlenmiş. Bir Oğuz Atay hayranı olarak hemen alıp sular seller gibi okudum. Sonuçtan memnunum. Ancak Yıldız Ecevit’in ‘eski’ Zaman Gazetesi hakkında ‘sağcı’ nitelemesinde bulunmasına takıldım. Bir grup entelektüel İslamcı tarafından çıkarılan ‘eski’ Zaman’ın sağcılıkla filan bir ilgisi yoktu. Merak ediyorum: Yıldız Ecevit, işin bu kısmını yeterince araştıramadı mı?
Bir muradım var
Tanrım...
Bir gün gelecek ben de herhangi bir yazıma şöyle bir giriş yapabilecek miyim:
‘Breh breh... Bu ne biçim köftedir... Parmaklarımızı yedik... İçimiz elvermedi, çiğden yanımıza aldık iki paket. Eve getirdik. Bizim maç ekibi, şöminenin ilkel koşullarında pişmişini yedi... Olmaz böyle bir şey dediler. Bir efsane köfte. Edirne köftesi...’ (Hıncal Uluç, Sabah)
İşte budur...
Yazarınız işte böyle yazılar döktürebilecek mertebeye erişmenin hayaliyle yanıp tutuştuğunu itiraf etmekten çekinmemektedir ve şöyle hem de Türkçe dua etmektedir:
Tanrım, ne olur! Bendeki özentinin oranı artsın ve dejenerasyon hız kazansın da, şu baş belası ‘ayıplanma korkusu’nu bir an önce yeneyim, ‘topluluk içinde gösterilme korkusu’nu atlatayım.
Ve ‘büyük usta’dan aldığım bu ‘şahane ayak’la, yazılarımdan birine mesela şöyle bir giriş yapabileyim:
‘The House Cafe’ye gittim, bir deniz mahsullü salata söyledim. Breh breh... Bu ne biçim deniz mahsullü salatadır. Karides yerine parmaklarımı yedim.’
Ne olur, o günler gelsin, gelsin İstanbul...
Yazının Devamını Oku 25 Mart 2005
<B>NE </B>Kırgız isyanı, ne bayrak seferberliği...<br><br>Hiçbir olay, <B>Hülya Avşar’</B>ın <B>‘New York’ta St. John Katedrali’nde Amina Vadud’un kadın ve erkeklerden oluşan bir cemaate cuma namazı kıldırması olayı’</B>yla ilgili yaptığı <B>‘muhteşem’</B> yorumu es geçmemize engel olamaz. Bu yüzden hiç tereddüt etmeden ve gözümüzü kırpmadan olaya dalıyoruz.
Efendim, olayın cereyan şekli şöyle:
Önce gazetecilerin ‘Avşar’dan ses getirecek haber çıkarma arzusu’ ile Avşar kızının ‘Gündeme gelmek için her yol mübahtır’ anlayışı örtüşüveriyor.
Sonra bu örtüşmenin doğal etkisiyle gazeteci sualini patlatıyor:
‘Sayın Avşar, ilk kadın imamlı tarihi namaz konusunda ne düşünüyorsunuz? Lütfen bir yorum Sayın Avşar.’
Avşar’ın bu noktada olaya hafiften bir ciddiyet katmak maksadıyla küçük bir öksürüğe ihtiyaç duyup duymadığını bilmiyoruz.
Ama içinden ‘Ha! Ha! Ha! İşte gündeme gelmenin en garantili yolu’ diye geçirerek, tatlı bir heyecan ve sevinçli bir telaşa kapıldığından eminiz.
‘Muhteşem’ yanıt şu cümleyle başlıyor:
‘Biraz tehlikeli bir soru...’
***
Sakın, cevabın bu kısmına aldanıp da ‘Tamam, bilmediği bir konu olduğu için soruyu tehlikeli buldu, Tanrım ne basiret!’ diye duygulanmakta acele etmeyin.
Çünkü insanın aklına her durumda ‘cehalet’ ile ‘cesaret’ arasındaki o tuhaf ilişkiyi getirmekle meşhur Hülya Hanım, cevabının devamında ‘tehlike’den neyi kastettiğine açıklık getiriyor:
‘Senin için kötüyse karşındakini kadın değil erkek, erkeği de kadın görebilirsin. Önemli olan yapılan iştir ve Allah’a ibadet ediyorsun. Burada ben kadın erkek ayrımı yapmıyorum. Ben olsam yapardım. Bana ters gelmiyor. O biraz da insanın içini temiz tutmaya zorluyor. Bence bu da bir ibadet.’
Demek ki neymiş?
Tam bin dört yüz yıldır İslam dünyasında gelmiş geçmiş cümle ulema ve fukeha, ‘Kadın öne geçip imam olursa kirli kalpli erkeklerimizin niyeti bozulur, aman böyle bir şeye izin vermeyelim birader’ demiş ve kadın imam uygulamasına izin vermemiş.
Ancak bizim ‘engin görüşlü’ Avşar kızımız, bir ‘müceddid’ edasıyla, yüz yılların problematiğini ‘Önemli olan kalp temizliğidir’ diyerek çözüveriyor.
Hay aklınla bin yaşa Avşar kızı...
İşte İslam dünyasının iki yüz yıldır beklediği açılımın teorik çerçevesi!
Bu harika buluş karşısında şapkamızı çıkarıyoruz.
Ey Avşar kızı...
Yoksa...
Yoksa sen İslam dünyasının beklediği o büyük kurtarıcı ve uyarıcı mısın?
Yoksa Yaşar Nuri Hocamız ve de Zekeriya Beyaz Ağabeyimizin bile muvaffak olamadığı ‘dinde reform’ olayı, senin elinle mi gerçekleşecek?
***
Eğer durum böyleyse, yani ‘beklenen kurtarıcı’ sensen Hülya Hanım, şu kadim dinsel sorunlarımıza da mutlaka çare bulursun:
- ‘Çalışmak da ibadetse, çalışırken ibadet etmeye gerek var mı?’
- ‘Kutuplarda namaz nasıl kılınır?’
- ‘Allah madem bizim ne yapıp yapmayacağımızı alnımıza yazmış, yani kaderimizi tayin etmiş, peki nasıl oluyor da işlediğimiz günahlardan sorumlu oluyoruz?’
Ne olur bir yorum Hülya Hanım.
Hadi aydınlat bizi Avşar kızı!
Yazının Devamını Oku 24 Mart 2005
<B>MERSİN’</B>de Türk bayrağına yönelik çirkin hareketin hemen ardından Diyarbakır’da yapılan değerlendirmelere bakalım:<br><br><B>Leyla Zana,</B> <B>‘Bayrak, uğrunda can verilen en önemli ortak değerdir’</B> dedi. Orhan Doğan, ‘Bayrak, ortak vatanımızın ortak değeridir’ dedi.
DEHAP Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, ‘Türk bayrağı, Kürtlerin de bayrağıdır’ dedi.
Yani hepsi ağız birliği etmişçesine hem olayı ‘provokasyon’ olarak niteledi ve kınadı, hem de Türk bayrağına sahip çıktı.
Ancak bu net açıklamaların öfke rüzgárını dindirmeye yetmediğini, ‘taktiksel’ bulunduğunu ve ‘kocaman bir kuşku’nun gölgesi altında ezilip gittiğini görüyoruz.
Peki neden böyle?
Neden Kürt hareketinin önde gelen isimlerinin yaptıkları ‘yatıştırıcı’ açıklamalar, herhangi bir karşılık bulmadı?
Cevaplanması gereken soru budur.
***
Ben bu sorunun cevabını Diyarbakır’da Nevruz törenlerinde yapılan konuşmalarda buldum.
O konuşmalarda, Leyla Zana’dan Tuncer Bakırhan’a herkes, önce Öcalan’ın adının başına özenle ‘Sayın’ sözcüğünü yerleştiriyor, ardından da ‘Öcalan’ın düşüncelerinin dikkate alınması gerektiğini, barışın ancak bu yolla sağlanabileceğini’ söylüyorlardı.
Bunu yaparken de sık sık ‘dağdaki silahlı gücün varlığını’ hatırlatıyorlardı.
Yani taleplerin odak noktasında, evrensel insan hakları ve demokratik değerler yoktu.
Bunun yerine ‘dağdaki silahlı güç’ ve o gücün kontrolünü hálá elinde tutan İmralı’daki Öcalan vardı.
Leyla Zana’nın Öcalan’ın ablasının elini öpmesi ve protokolde onun yanında oturması ise işin ‘sembolik’ kısmıydı.
***
Bunun açık anlamı şudur:
Leyla Zana ve arkadaşları, sorunların çözümü için yepyeni bir bakış açısı ve yaklaşım tarzı geliştirmek yerine, Öcalan eksenine teslim olmayı tercih etmişlerdir.
Bu nedenle de hem mazlumiyetlerinin bir gücü kalmamıştır, hem de söyledikleri bütün o yaldızlı sözcükler etkisini yitirmiştir.
Gelinen bu noktada ‘barış’ mesajları etkisiz, ‘bölücü değiliz’ çıkışları ikna edici değil, ‘analar ağlamasın’ seslenişleri masumiyetten uzak...
Artık onlar, kurulu düzenin ezberini bozmak yerine kurulu düzenin duyarlılıklarını kaşır hale gelmişlerdir.
Ve yazık olmuştur.
***
Düşünelim:
Leyla Zana ve arkadaşları, dağdakilere dayanmak yerine demokratik değerlere dayanmayı tercih etselerdi ve bir alternatif oluşturabilselerdi, Mersin’de iki çocuğun yaptığı densizlik nedeniyle ortaya bu kadar büyük bir öfke patlaması çıkabilir miydi?
AB değerlerine yekten savaş açamayan AB karşıtları, bulunmaz bir fırsat yakaladıklarını düşünebilirler miydi?
3 Kasım’da ağır darbe yiyen ve bu zamana kadar da hükümete karşı ciddi bir alternatif haline gelemeyen siyasi hareketler, Mersin’deki olayı, varlıklarını hissettirme imkánı olarak değerlendirme fırsatına çevirebilir miydi?
Karşı milliyetçilik bu denli tetiklenir miydi?
Sıcak çatışma dönemlerinde bile örselenemeyen toplumsal barış, bu denli örselenir, okullar, kahveler kuşatılır mıydı?
Bir arada yaşama iradesi, saldırıya uğrar mıydı?
Demokrasi, insan hakları ve barış sözcükleri bu denli etkisini yitirir miydi?
***
Gelinen bu noktada benim durduğum yer şurasıdır:
Hem Zana ve arkadaşlarının cesaretsizliğini sonuna kadar eleştirmek, hem de Mersin’de iki çocuğun yaptığı densizliği fırsat bilerek bu toplumun yüzyıllar boyu geliştirdiği bir arada yaşama kültürü ve iradesine darbe vuranlara karşı çıkmak.
Yazının Devamını Oku 23 Mart 2005
Nevruz gecesi Diyarbakır sokaklarında bir tek polise bile rastlamamak, kentin <B>‘huzur başkenti’</B> olduğuna mı delalettir, yoksa işin içinde başka bir iş mi vardır? Karar veremedim... Fuar Alanı’nda DEHAP’a göre 500 bin, sunucuya göre milyonlar, polise göre 200 bin, bazı gazetecilere göre 400 bin, bazı gazetecilere göre 150 bin, İbrahim Tatlıses’e göre 750 bin, gazetelerin İstanbul baskılarına göre 250 bin kişi vardı. Hem matematiği, hem de geometrisi zayıf olan zavallı bana gelince: İtiraf ediyorum bu konuda aciz kaldım.
Fuar Alanı’nda toplanan kalabalık, DEHAP’ın ‘Nevruz gösterisi’ için mi oradaydı, yoksa İbrahim Tatlıses ile Civan Haco’yu dinlemek için mi? Ya da şöyle soralım: Civan Haco ile Tatlıses’i devreden çıkarsak Nevruz alanı yine bu kadar kalabalık olur muydu? Net bir görüş oluşturamadım.
Coşkunun tavan yapması için adının anılması yeten Leyla Zana, ‘Kürt hareketinin lideri benim, hiçbir bağlantım ve bağım yok’ diyerek yeni bir hareket başlatsa, yine bu kadar ilgi görür mü? Yoksa Zana’ya gösterilen ilginin temelinde ‘Öcalan’ın ablasının elini öpmesi’ ve saygıda kusur etmesinin payı mı var? İnanın, ben bir sonuca ulaşamadım.
‘Leyla’ ile ‘Caney Caney’ adlı Kürtçe türkülerin, Türkçe versiyonları mı daha güzel, yoksa Demir Otel’in lobisinde sohbet ettiğimiz DEP eski milletvekili Ahmet Türk’ün öne sürdüğü gibi orijinalden şaşmamak mı gerekir? Kararsızım...
Yazar örgütleri olan Türk PEN’i ile Kürt PEN’inin Diyarbakır’da düzenlediği ‘ağır seminerler’de koltukların boş kalmasının nedeni, Kürtçe’ye duyulan ilgisizlik mi, yoksa edebiyata yönelik bir kayıtsızlık mı? Çözemedim.
Davetli olduğu halde Diyarbakır’a gitmeyen Orhan Pamuk’un yerine kitaplarını Kürtçe yazan Mehmet Uzun’un davet edilmesi doğru bir tercih mi? Ya da şöyle soralım: Mehmet Uzun, Orhan Pamuk’un boşluğunu doldurur mu? Kararsızım.
Nevruz törenlerinde çalan ‘Koma Çiya’ adlı müzik grubu mu ‘daha sıkı’, yoksa Ahmet Kaya’nın ‘Başım Belada’ adlı şarkısını çok parlak ve şahane şekilde yorumlayan ‘Agire Jiyan’ mı? Yine büyük bir kararsızlık hali...
Bazılarının iddia ettiği gibi Şivan Perver Diyarbakır’da konser verse, hava gerçekten apayrı mı olur? Yoksa ortada bir ‘Güneydoğu şehir efsanesi’ mi var? Bilemiyorum...
DEHAP’lı Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin aldığı ‘Minibüslerde muavin uygulamasını yasaklama’ kararı nedeniyle DEHAP’lı belediyeye karşı ilk isyan hareketini başlatan ‘minibüs muavinleri’, aralarında örgütlenerek yeni bir toplumsal muhalefetin fitilini ateşler mi, yoksa bu iş baştan sönmeye mahkum bir girişim olarak kalır mı?
Diyarbakır’da kadın-erkek ilişkilerinde gözlemlediğim gelişme ve modernlik, ‘feodalitenin aldığı esaslı bir darbe’nin ürünü mü? Yoksa böyle bir şey yok da, benimki yüzeysel bir gözlemin sonucu mu? Karar veremedim.
Nevruz törenlerine katılarak zafer işareti yapan Norveç’in Ankara Büyükelçisi, bu davranışıyla Türk milliyetçiliğini tetiklediğinin farkında mı? Yoksa bir bilinçsizlik hali mi söz konusu? Büyükelçi’nin zeka kapasitesi gözlerine bakılarak ölçülemediğinden bu konu da çözülemedi...
Cerrah: Korkma rüyana girmem
GAZETECİLİK dediğin tuhaf ve cilveli bir meslektir.
Bir bakmışsın, hakkında ‘Görevden alınmalıdır’ diye ahkám kestiğin Emniyet Müdürü’yle, ‘Güneşin sofrasında, dostların arasında’ buluşuvermişsin.
Hadi bakalım, doğru tavrı koy da görelim:
‘Aşırı mesafeli’ davransan, hem yapay kaçar, hem de nezakete aykırı olur.
İlgide ileri gitsen, ‘Adamın arkasından neler yazdı, şimdi yüzüne karşı nasıl da yumuşadı’ derler.
Hele ‘Etraf tepkisine alabildiğine duyarlılık göstermek’ gibi hastalıklı bir tarafın varsa yandın!
İşte İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın Hürriyet’i ziyaretinde yenen öğle yemeğine böyle bir gerginlik içinde gittim.
Neyse ki Cerrah, yazdığım bir yazıya atıfta bulunarak ‘Korkma, rüyana girmem’ diye bir espriyle olaya girdi de gerginliğim bir parça yok oldu.
Ama işin asıl sevindirici tarafı şu: Cerrah özeleştirisini verdi ve ‘Bizde satış yok’ dedi.
Ardından da ekledi: ‘Bundan sonra iş yapmakla kalmayacağız, yaptığımız işi anlatma konusuna da özen göstereceğiz.’
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2005
<B>AVRUPA’</B>daki gurbetçi paralarını toplayan holdingler içinde en ‘müptezel’i hiç kuşkusuz Endüstri Holding’dir. Çünkü Endüstri Holding’in batış nedeni ne beceriksizliktir, ne de rasyonalitesi olmayan projelerdir.
Bu holdingin batış nedeni, düpedüz dolandırıcılıktır.
Hem de ilkesiz, pespaye ve rezil bir dolandırıcılık.
İlkesizliği şöyle özetleyelim:
Gurbetçinin parasını alırken ‘din, iman, cihat’ gibi kavramları kullandılar.
Sonra devran değişti, 28 Şubat geldi, bu sefer ‘Biz diğer holdingler gibi değiliz, biz laikiz’ dediler.
***
İşte bu müptezelliğin otuz iki kısım tekmili birden hikáyesi:
- Endüstri Holding 1997 yılında kuruldu. 11 bin 800 gurbetçiden 300 milyon mark toplandı. Para toplama işlemi camilerde gerçekleşti. Holdingin merkezi Konya idi.
- Paralar toplanırken verilen mesajların hepsi dini mesajlardı. Mesela ilk dönemlerde ortaklara yazılan mektuplardan birinde şöyle deniliyordu: ‘Değerli kardeşimiz, Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Ülkemiz geçiş dönemindedir, bu dönemde tüm inançlı kardeşlerimizi göreve çağırıyoruz. Bize destek olun gündemi değiştirelim. Yolumuz yüce Allah’ın ve tek rehber peygamberimiz Hz. Muhammet’in yoludur. Selam ve dua ile. Güçlü Endüstri, güçlü millet, güçlü Türkiye.’
- Yine para toplama döneminde başta Erbakan olmak üzere Milli Görüş hareketinin önemli isimleri Endüstri Holding’in törenlerine davet edildi.
- 28 Şubat sürecine girildiğinde ise Endüstri Holding’in hızla laikleştiği gözlendi. Bu kez el altından devletin hassas birimlerine ‘laiklik’ mesajları veriliyor, başka holdingler hakkında ispiyonlar yapılıyordu.
- Endüstri Holding’in eski Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Ertekin, 2000 yılında zamanın Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’na yazdığı mektupta ‘Yüce Atatürk’ün kurduğu Laik Cumhuriyet’in ülkenin en büyük hazinesi’ olduğunu vurguluyordu.
- Aynı mektupta ayrıca Endüstri Holding’in Konya’daki diğer holdinglerden çok farklı olduğu öne sürülüyordu. Mektuptaki ifadeler aynen şöyle: ‘Konya’da kurulan Kombassan ve aynı çizgideki diğer holdingler bizimle ilgili olarak ‘Bunlar bizden değil, bunlara ortak olmayın’ diye halka beyanda bulunmaktadırlar. Konya’da hiçbir holding Fazilet Partili Belediyeleri mahkemeye verememiştir. Cumhuriyet karşıtı güçlerin merkezi konusunda olan partinin belediye başkanını biz mahkemeye verdik. (Halil Ürün kastediliyor. A.H.) Bu tavrımızla Cumhuriyet karşıtlarını yönelik tutumumuzu gösterdik. Biz bunlarla mücadele eden Konya’daki tek ticari grubuz.’
- 28 Şubat’tan önce ‘Paralarınızı bize verin, birlikte cihat edelim’ iması yapan Endüstri Holding Başkanı’nın, 28 Şubat’tan sonra Kıvrıkoğlu’na gönderdiği mektup şu ifadelerle son buluyordu: ‘Konya’da bulunan askeri ve mülki erkánla birlikte hareket etmeyi her zaman ilke edindik. Çalışmalarımızda siz Sayın Genelkurmay Başkanlığımızın yardımlarını diler, en derin saygılarımızın kabulünü arz ederim.’
- İlkesizlik bununla sınırlı kalmadı tabii. Davalar açılmaya başlayınca holding yöneticileri avukat olarak bir CHP’liyi seçtiler. Seçilen avukat, 3 Kasım’da CHP’den Konya milletvekili olarak parlamentoya giden Atilla Kart’tı.
- Bu dönemde holdingin açılış ve törenlerine davet edilen siyasiler de değişti. Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve eski Başbakan Mesut Yılmaz holdingin birçok törenine katıldı. Erbakan ve arkadaşları ise törenlere davet bile edilmedi. Bu değişimde holdingin yönetici kadrosuna getirilen ANAP Konya Gençlik Kolları Başkanı Ali Türktaş’ın rolü büyüktü.
- Holdingin eski Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Ertekin’in konfor düşkünlüğü ise hep ‘camia’nın gündeminde oldu. Özellikle holding merkezinde Ertekin’in makam odasındaki ‘gizli sauna’ dedikoduların baş konusuydu.
- Ertekin’in çalışma yöntemiyle ilgili son bir not: Mustafa Ertekin holdingden ayrılan bir yöneticisini dağa kaldırıp işkence yapmak suçundan hapis cezası aldı.
***
Şimdi Ertekin ve arkadaşları bir emniyet operasyonunun hedefi.
Ancak ortadaki yalın gerçek şudur: Giden para gelmeyecektir, olan gurbetçiye olmuştur.
Ama gerçek bu diye kendimizi sorgulamaktan kaçabilir miyiz?
Bence sorgulamaya, ‘Din, iman, cihat sözcükleriyle milyonlarca mark nasıl toplanabildi? Bu müptezellik kendini geliştirecek ortamı nasıl bulabildi’ sorularına yanıt vererek başlayabiliriz.
Yazının Devamını Oku 20 Mart 2005
<B>BİR Ahmet Kaya </B>şarkısında <B>‘Biz üç kişiydik, Bedirhan, Nazlıcan ve ben’</B> denir ya, biz de aynı hesap, üç kişiydik. Ama biz ‘üç intihar çiçeği’ filan değildik ve aramızda ‘saçları fırtınayla taralı’ bir tip olmadığı gibi, hiçbirimiz ‘katran gecelerin heyulası’ sayılmazdık.
Bizim için sadece ‘matraklık peşinde koşan ama sürekli canları sıkılan üç kişi’ denilebilirdi; ancak her tanımlama gibi bu da eksik kalırdı.
Ama ben yine de her şeyi eksik bırakan ‘tanımlama’nın kolaycılığına başvuracağım:
Aynı kafeye takılan, aynı filmlerde sıkılan, aynı yazarlara öfkelenen, aynı kitaplardan hoşlanan üç kafadar deyip geçeceğim.
* * *
Bir akşam evde bir yandan mavra yapıyoruz, bir yandan da hafiften NTV’deki ‘Açık Sayfa’ programına takılıyoruz.
Bunalımın zirvesindeyken aramızdan biri çıkıp, ‘Ya babalar! Neden bu akşamı tuhaf şarkılar partisine çevirmiyoruz? Hadi herkes bu zamana kadar dinlediği en tuhaf şarkıyı mırıldansın’ demesin mi?
‘Nereden çıktı şimdi bu?’ demedik; çünkü öneri sahibinin ‘Açık Sayfa’daki Kanat ile Can’dan etkilendiği açıktı.
Öneri sahibi, ‘İsterseniz ben başlayayım. İki şarkım var, ikisi de büyük usta Ümit Besen’den’ dedi ve bir ara milletimizin İngilizce öğrenmesine epey katkıda bulunmuş ‘eser’i mırıldanmaya başladı:
‘I lav yu, I lav yu, du yu lav mi, yes I du...’
Biz ‘Tahta Masa, Nikáh Masası’ gibi haklarında epey geyik çevrilmiş şarkılardan birini beklerken, o unutulmuş şarkıyı duymanın heyecanıyla ‘Sahi lan böyle bir şarkı vardı’ dedik.
Öneri sahibi, ‘Bu da bir şey mi? Bakın şöyle bir şarkı daha vardı’ diyerek, bizi eski sefil günlere döndüren o irkiltici şarkıyı mırıldanmaya başladı:
‘Sigarası yaldızlı / geliyor nazlı nazlı / Öyle bir yár sevdim ki / Kadıköylü, Burgazlı / Anası da yesin / Babası da yesin / Yesin anam yesin / Manitası yesin.’
Nakaratların tekrar edilmesine izin vermedik, yeterince irrite olmuştuk.
* * *
Sıra ‘ikinci kafadar’daydı.
Merak içinde beklerken, ‘Benim için’ dedi, ‘Neşet Ertaş’ın pek sevdiğim Acem Kızı türküsüne sonradan eklediği bölüm unutulmazdır’.
‘Nasıl bir şeydi’ filan demeye kalmadan başladı söylemeye:
‘Avrupa kurban olsun kara kaşına / İngiliz, Fransız değmez döşüne / Amerika, Belçika düşsün peşine / Bir de Alman kurban bil Acem kızı...’
Günün anlam ve önemine uygun bu türküyü çok tuttuk.
Biraz hareketli olsa ulusalcı cephe ya da ‘kızıl elma koalisyonu’ için rahatlıkla marş olabilecek bir türkü olduğunda karar kıldık.
* * *
Sıra bana gelmişti.
Her zaman olduğu gibi olaya biraz ‘sosyal içerik’ katma çabasındaydım ve aklıma Selda Bağcan’ın 30 yıl önce söylediği ‘Yaz gazeteci’ şarkısı geldi.
Şarkıyı mırıldanmak yerine Selda Bağcan’ın ‘Türkülerimiz’ CD’sini çıkarıp koydum ve şarkı başladı:
(Lütfen, sözleri, elektro bağlama ve baterinin 70’lere özgü şen ve şakrak buluşmasını hayal ederek okuyun.)
‘Aman gazeteci, gel bizim köye bizim halları da yaz / Şehirde ojeli parmakları yazma / Bir de bizim köyde nasırlanmış elleri de / Yaz gazeteci yaz / Yaz efendi yaz.’
İkinci kıta başlamadan aramızdan biri şu yorumu attırdı: ‘Sanki aradan geçen 30 yıla karşın geçerliliğini koruyor gibi, ne dersiniz?’
Şarkı devam ediyordu: ‘Bankada parası olanları yazma / Onlara aldanıp yolundan azma / Şehirden asfalt geçen yolları yazma / Bir de bizim köyden eşek geçmeyen yolları / Yaz gazeteci yaz / Yaz efendi yaz.’
İşte bir yorum daha: ‘Şarkının hedefindeki yazarlar gözümün önüne geliyor.’
Şarkı devam ediyordu: ‘Şöhretten bunalmış dilleri yazma / Kendi bahçendeki gülleri yazma / Doğuda doktorsuz ölen kulları / Yaz gazeteci yaz / Yaz efendi yaz.’
Ve son yorum geldi: ‘Ulan bu şarkı biraz da seni mi hedef alıyor ne?’
‘Aman beni karıştırmayın’ dedim ve sessizce köşeme çekildim.
Yazının Devamını Oku 18 Mart 2005
<B>SİS </B>için <B>‘Beyaz karanlık’</B> demiş <B>Tevfik Fikret...<br><br></B>Şu sisli İstanbul gününde, sisler altındaki Boğaz’a şöyle bir baktım ve <B>‘şair haklı’</B> dedim. Hepsi bu...
Sonra ‘kapalı mekan’a geçtim.
Mekanıma...
İlk işim, günün anlam ve önemine uygun olarak, ‘Sis’i bir kez daha okumak oldu.
Görmüş geçirmiş yaşlılara özgü bir yüz ifadesi takınıp, ‘Şair ne de güzel anlatmış’ diye geçirdim içimden.
***
Sonra günün rutini başladı:
‘Gelen posta’ yığınını karıştırdım ilk iş olarak.
Hiç açmadan çöp kutusuna yolladığım bir sürü ıvır zıvırın arasına sıkışmış ‘Gerçeğe Doğru’ adlı bir dergi geçti elime.
Türkiye’deki nevzuhur Protestanların yayımladığı bir ‘misyoner dergisi’ydi bu.
Sayfalarını hızla karıştırırken ‘Sis’ şairinin oğlunun papaz olma hikayesiyle karşılaşmayayım mı?
Hatırladınız mı olayı?
Hani Tevfik Fikret’in adına şiirler yazdığı biricik oğlu Haluk vardı.
Hani canım, Türk Edebiyatı’nın meşhur Haluk’u...
‘Haluk’un Defteri’ adlı kitapta ideal Türk genci olarak tanımlanan zat.
İşte o Haluk, babasının beklentilerinin aksine, gittiği Amerika’dan Türkiye’ye gelmemiş, kendisini kiliseye adamış ve en üst dereceden papaz olmuştu da, 40’ların, 50’lilerin Türkiyesi, bu ‘müthiş olayı’ öğrendiğinde ilk milli şaşkınlığını yaşamıştı.
Sonra bu olay, bir daha hatırlanmamak üzere çekmeceye kaldırılmıştı.
İşte bugünün ‘misyoner dergisi’, kutlu bir zafer havası içinde bu hikayeyi çekmeceden çıkarmış, gözümüzün içine sokuyor.
Haluk’un kilisede vaaz verirken çekilmiş fotoğrafıyla süslenen hikaye, ‘Unutmayın, bir zamanlar en aydınlanmacı şairinizin biricik oğlu bizim tarafa geçmişti, öyle misyoner karşıtı havalara girmeyin’ edasında anlatılıyordu.
Yazıda biraz da bizdeki ‘hidayet öyküleri’ kıvamı vardı.
***
Oldum olası ‘hidayet öyküleri’ne karşı geliştirilen aşırı olumlu ya da olumsuz tepkilerden hiç hoşlanmamış biri olarak ‘misyoner dergisi’nde karşıma çıkan bu hikayeden hiç hoşlanmadım.
Yanlış anlaşılmasın, mesele Haluk’un Proteston mezhebine intisap etmesi filan değil.
Ben örneğin ‘Dünyaca ünlü pop şarkıcısı Cat Stevens hidayete erdi ve adını Yusuf İslam olarak değiştirdi’ tarzındaki haber karşısında da kendimi sarsılmış hissetmemişimdir.
Hatta bu türden gelişmeler karşısında başta Türkiye olmak üzere tüm İslam dünyasının sarsılmasını hafiften bozularak, biraz da utanarak izlerim.
Çünkü en fazla ‘Allah kabul etsin, kendisi için hayırlı olsun’ filan denilerek geçilmesi gereken bu tarz olayların abartılmasının temelinde bir kompleksin yattığının farkındayım.
Sanki Batı karşısındaki iki yüz yıllık mağlubiyetimizin öcü, ‘İhtida eden ünlü Batılılar’ eliyle alınıyor.
Bu yaklaşım tarzını pek zavallıca bulurum.
İslam’ı seçen ünlü Batılı’nın, bu seçimi yaptığı andan itibaren, Müslümanlar eliyle ‘evliya’ mertebesine çıkarılmasına bu nedenle hep itiraz ettim.
Ama kompleks o kadar derinlere işlemiş ki, her itiraz ettiğimde karşıma güçlü bir direnç çıktı.
***
Oysa din seçmek, din değiştirmek çok bireysel bir iştir.
Bundan bir toplumsal mesaj çıkmaz.
Hele ‘Bak işte filanca da bizim dinimizi seçti, çünkü en mükemmel din bizimki’ gibi bir yaklaşım, baştan aşağı sakattır.
Çünkü bu yaklaşım hem inandığımız dine karşı bir güvensizlik içinde olduğumuzu gösterir, hem de önemli biri bizim dinimizi bırakıp başka bir dine geçtiğinde söyleyecek bir şey bulamayız.
Hangi din söz konusu olursa olsun, eğer kendimizi ‘kompleksiz bir dindar’ olarak tanımlıyorsak olaya bakışımız şöyle olmalıdır:
‘Ünlü birinin bizim dinimizi seçmesiyle dinimiz şereflenmez. Şereflenen o seçimi yapan kişidir.’
Yazının Devamını Oku