Ahmet Hakan

Ah o tuhaf şarkılar

20 Mart 2005
<B>BİR Ahmet Kaya </B>şarkısında <B>‘Biz üç kişiydik, Bedirhan, Nazlıcan ve ben’</B> denir ya, biz de aynı hesap, üç kişiydik. Ama biz ‘üç intihar çiçeği’ filan değildik ve aramızda ‘saçları fırtınayla taralı’ bir tip olmadığı gibi, hiçbirimiz ‘katran gecelerin heyulası’ sayılmazdık.

Bizim için sadece ‘matraklık peşinde koşan ama sürekli canları sıkılan üç kişi’ denilebilirdi; ancak her tanımlama gibi bu da eksik kalırdı.

Ama ben yine de her şeyi eksik bırakan ‘tanımlama’nın kolaycılığına başvuracağım:

Aynı kafeye takılan, aynı filmlerde sıkılan, aynı yazarlara öfkelenen, aynı kitaplardan hoşlanan üç kafadar deyip geçeceğim.

* * *

Bir akşam evde bir yandan mavra yapıyoruz, bir yandan da hafiften NTV’deki ‘Açık Sayfa’ programına takılıyoruz.

Bunalımın zirvesindeyken aramızdan biri çıkıp, ‘Ya babalar! Neden bu akşamı tuhaf şarkılar partisine çevirmiyoruz? Hadi herkes bu zamana kadar dinlediği en tuhaf şarkıyı mırıldansın’ demesin mi?

‘Nereden çıktı şimdi bu?’ demedik; çünkü öneri sahibinin ‘Açık Sayfa’daki Kanat ile Can’dan etkilendiği açıktı.

Öneri sahibi, ‘İsterseniz ben başlayayım. İki şarkım var, ikisi de büyük usta Ümit Besen’den’ dedi ve bir ara milletimizin İngilizce öğrenmesine epey katkıda bulunmuş ‘eser’i mırıldanmaya başladı:

I lav yu, I lav yu, du yu lav mi, yes I du...’

Biz ‘Tahta Masa, Nikáh Masası’ gibi haklarında epey geyik çevrilmiş şarkılardan birini beklerken, o unutulmuş şarkıyı duymanın heyecanıyla ‘Sahi lan böyle bir şarkı vardı’ dedik.

Öneri sahibi, ‘Bu da bir şey mi? Bakın şöyle bir şarkı daha vardı’ diyerek, bizi eski sefil günlere döndüren o irkiltici şarkıyı mırıldanmaya başladı:

‘Sigarası yaldızlı / geliyor nazlı nazlı / Öyle bir yár sevdim ki / Kadıköylü, Burgazlı / Anası da yesin / Babası da yesin / Yesin anam yesin / Manitası yesin.’

Nakaratların tekrar edilmesine izin vermedik, yeterince irrite olmuştuk.

* * *

Sıra ‘ikinci kafadar’daydı.

Merak içinde beklerken, ‘Benim için’ dedi, ‘Neşet Ertaş’ın pek sevdiğim Acem Kızı türküsüne sonradan eklediği bölüm unutulmazdır’.

‘Nasıl bir şeydi’
filan demeye kalmadan başladı söylemeye:

‘Avrupa kurban olsun kara kaşına / İngiliz, Fransız değmez döşüne / Amerika, Belçika düşsün peşine / Bir de Alman kurban bil Acem kızı...’

Günün anlam ve önemine uygun bu türküyü çok tuttuk.

Biraz hareketli olsa ulusalcı cephe ya da ‘kızıl elma koalisyonu’ için rahatlıkla marş olabilecek bir türkü olduğunda karar kıldık.

* * *

Sıra bana gelmişti.

Her zaman olduğu gibi olaya biraz ‘sosyal içerik’ katma çabasındaydım ve aklıma Selda Bağcan’ın 30 yıl önce söylediği ‘Yaz gazeteci’ şarkısı geldi.

Şarkıyı mırıldanmak yerine Selda Bağcan’ın ‘Türkülerimiz’ CD’sini çıkarıp koydum ve şarkı başladı:

(Lütfen, sözleri, elektro bağlama ve baterinin 70’lere özgü şen ve şakrak buluşmasını hayal ederek okuyun.)

‘Aman gazeteci, gel bizim köye bizim halları da yaz / Şehirde ojeli parmakları yazma / Bir de bizim köyde nasırlanmış elleri de / Yaz gazeteci yaz / Yaz efendi yaz.’

İkinci kıta başlamadan aramızdan biri şu yorumu attırdı: ‘Sanki aradan geçen 30 yıla karşın geçerliliğini koruyor gibi, ne dersiniz?’

Şarkı devam ediyordu: ‘Bankada parası olanları yazma / Onlara aldanıp yolundan azma / Şehirden asfalt geçen yolları yazma / Bir de bizim köyden eşek geçmeyen yolları / Yaz gazeteci yaz / Yaz efendi yaz.’

İşte bir yorum daha: ‘Şarkının hedefindeki yazarlar gözümün önüne geliyor.’

Şarkı devam ediyordu: ‘Şöhretten bunalmış dilleri yazma / Kendi bahçendeki gülleri yazma / Doğuda doktorsuz ölen kulları / Yaz gazeteci yaz / Yaz efendi yaz.’

Ve son yorum geldi: ‘Ulan bu şarkı biraz da seni mi hedef alıyor ne?’

‘Aman beni karıştırmayın’
dedim ve sessizce köşeme çekildim.
Yazının Devamını Oku

Hidayet hikáyesi mi? İstemez almayayım

18 Mart 2005
<B>SİS </B>için <B>‘Beyaz karanlık’</B> demiş <B>Tevfik Fikret...<br><br></B>Şu sisli İstanbul gününde, sisler altındaki Boğaz’a şöyle bir baktım ve <B>‘şair haklı’</B> dedim. Hepsi bu...

Sonra ‘kapalı mekan’a geçtim.

Mekanıma...

İlk işim, günün anlam ve önemine uygun olarak, ‘Sis’i bir kez daha okumak oldu.

Görmüş geçirmiş yaşlılara özgü bir yüz ifadesi takınıp, ‘Şair ne de güzel anlatmış’ diye geçirdim içimden.

***

Sonra günün rutini başladı:

‘Gelen posta’ yığınını karıştırdım ilk iş olarak.

Hiç açmadan çöp kutusuna yolladığım bir sürü ıvır zıvırın arasına sıkışmış ‘Gerçeğe Doğru’ adlı bir dergi geçti elime.

Türkiye’deki nevzuhur Protestanların yayımladığı bir ‘misyoner dergisi’ydi bu.

Sayfalarını hızla karıştırırken ‘Sis’ şairinin oğlunun papaz olma hikayesiyle karşılaşmayayım mı?

Hatırladınız mı olayı?

Hani Tevfik Fikret’in adına şiirler yazdığı biricik oğlu Haluk vardı.

Hani canım, Türk Edebiyatı’nın meşhur Haluk’u...

‘Haluk’un Defteri’ adlı kitapta ideal Türk genci olarak tanımlanan zat.

İşte o Haluk, babasının beklentilerinin aksine, gittiği Amerika’dan Türkiye’ye gelmemiş, kendisini kiliseye adamış ve en üst dereceden papaz olmuştu da, 40’ların, 50’lilerin Türkiyesi, bu ‘müthiş olayı’ öğrendiğinde ilk milli şaşkınlığını yaşamıştı.

Sonra bu olay, bir daha hatırlanmamak üzere çekmeceye kaldırılmıştı.

İşte bugünün ‘misyoner dergisi’, kutlu bir zafer havası içinde bu hikayeyi çekmeceden çıkarmış, gözümüzün içine sokuyor.

Haluk’un kilisede vaaz verirken çekilmiş fotoğrafıyla süslenen hikaye, ‘Unutmayın, bir zamanlar en aydınlanmacı şairinizin biricik oğlu bizim tarafa geçmişti, öyle misyoner karşıtı havalara girmeyin’ edasında anlatılıyordu.

Yazıda biraz da bizdeki ‘hidayet öyküleri’ kıvamı vardı.

***

Oldum olası ‘hidayet öyküleri’ne karşı geliştirilen aşırı olumlu ya da olumsuz tepkilerden hiç hoşlanmamış biri olarak ‘misyoner dergisi’nde karşıma çıkan bu hikayeden hiç hoşlanmadım.

Yanlış anlaşılmasın, mesele Haluk’un Proteston mezhebine intisap etmesi filan değil.

Ben örneğin ‘Dünyaca ünlü pop şarkıcısı Cat Stevens hidayete erdi ve adını Yusuf İslam olarak değiştirdi’ tarzındaki haber karşısında da kendimi sarsılmış hissetmemişimdir.

Hatta bu türden gelişmeler karşısında başta Türkiye olmak üzere tüm İslam dünyasının sarsılmasını hafiften bozularak, biraz da utanarak izlerim.

Çünkü en fazla ‘Allah kabul etsin, kendisi için hayırlı olsun’ filan denilerek geçilmesi gereken bu tarz olayların abartılmasının temelinde bir kompleksin yattığının farkındayım.

Sanki Batı karşısındaki iki yüz yıllık mağlubiyetimizin öcü, ‘İhtida eden ünlü Batılılar’ eliyle alınıyor.

Bu yaklaşım tarzını pek zavallıca bulurum.

İslam’ı seçen ünlü Batılı’nın, bu seçimi yaptığı andan itibaren, Müslümanlar eliyle ‘evliya’ mertebesine çıkarılmasına bu nedenle hep itiraz ettim.

Ama kompleks o kadar derinlere işlemiş ki, her itiraz ettiğimde karşıma güçlü bir direnç çıktı.

***

Oysa din seçmek, din değiştirmek çok bireysel bir iştir.

Bundan bir toplumsal mesaj çıkmaz.

Hele ‘Bak işte filanca da bizim dinimizi seçti, çünkü en mükemmel din bizimki’ gibi bir yaklaşım, baştan aşağı sakattır.

Çünkü bu yaklaşım hem inandığımız dine karşı bir güvensizlik içinde olduğumuzu gösterir, hem de önemli biri bizim dinimizi bırakıp başka bir dine geçtiğinde söyleyecek bir şey bulamayız.

Hangi din söz konusu olursa olsun, eğer kendimizi ‘kompleksiz bir dindar’ olarak tanımlıyorsak olaya bakışımız şöyle olmalıdır:

‘Ünlü birinin bizim dinimizi seçmesiyle dinimiz şereflenmez. Şereflenen o seçimi yapan kişidir.’
Yazının Devamını Oku

‘Sayın Başbakanım herkes size düşman...’

17 Mart 2005
<B>AŞAĞIDAKİ </B>metin, <B>‘Başbakan’a acaba nasıl bir danışmanlık hizmeti veriliyor?’ </B>sorusundan yola çıkılarak hazırlanan hayali ve kurgusal bir metindir. Başbakan’ın danışmanlarının ‘sözde’ telkinlerini içermektedir.

Metinde yer alan ifadeler, ‘gizli telefon kayıtları’ndan filan yararlanarak yazılmamıştır.

Zaten bu konuda elde somut bilgi ve belge yoktur.

Gerçi sağdan soldan gelen çeşitli çap ve ebatta dedikodular ve söylentiler yedekte fazlasıyla mevcuttur.

Ancak bunlara itibar etmek yerine adına ‘sonuç’ denilen ‘muazzam öğretici’ye yaslanmak daha uygun bulunmuştur.

Amaç, bu tür telkinlere maruz kalan bir Başbakan’ın içine girmesi muhtemel ruh halinin herkes tarafından anlaşılmasının sağlanmasıdır.

Gayret bizdendir, tevfik Allah’tandır.

‘Böylesi telkine hangi Başbakan dayanır?’ sorusu, cevabı aranan sorudur.

İşte danışmanların muhtemel telkinleri, okuyun ve düşünün:

***

Sayın Başbakanım.

Herkes size ve bize düşman, bunu unutmayın.

Şu kerli ferli işadamlarının sizden bir randevu koparmak için kırk takla atmalarının tek bir nedeni var: Çıkar.

Aman Sayın Başbakanım, bu çıkarcı sahtekárlara sakın kanmayın.

Onlar fırsatını bulsalar sizi bir kaşık suda boğarlar.

Bu yüzden kininizi, nefretinizi hep diri tutun.

Sayın Başbakanım.

Şu üniversiteden getirdiğiniz ve zaman zaman fikir sorduğunuz güya bilim adamı var ya... Siz onun bugünkü duruşuna bakmayın. Daha düne kadar o da sizin aleyhinizdeydi.

Hatta bir seferinde sizin için ‘Öyle yapmasa daha iyi olurdu’ demek cüretini göstermişti.

Şimdi utanmadan gelmiş size danışmanlık yapıyor.

Lütfen püskürtün etrafınızdan bu adamı.

Biz sizin her türlü danışma ihtiyacınızı fazlasıyla yerine getiririz.

Sayın Başbakanım.

Şu medya patronlarına arada sırada ayar vermek gerekir.

Siz ki halkın yüzde 68’inin desteğini, tek başınıza arkanıza almışsınız.

Unutmayın: Halk sizi acayip seviyor ama medyayı hiç sevmiyor.

Bu yüzden çekinmeden onlara vurabilirsiniz.

Kampanya filan yapacak durumda değiller.

Unutmayın, onların ipi sizin elinizde.

Sayın Başbakanım.

Size yakın gibi duran şu yazar bozuntusuna biraz fazla önem veriyorsunuz.

Tamam, adam sizin zor gününüzde hep yanınızda oldu, düşman filan değil ama geçen gün bir yazısında sizi eleştirdi.

İşte bakın o yazı! ‘Başbakan’ın bu konuya dikkat etmesi gerekir.’

Gördünüz mü?

Sen kimsin ki Başbakan’ın neye dikkat etmesi gerektiğini yazıyorsun?

Öyle değil mi Sayın Başbakanım.

Bu adamdan da uzak durmanızda sayısız yarar var.

Bizimkilerin gazetesinde yazan şu adam ise fırsatını bulduğunda sizi yıpratmak için elinden geleni yapıyor.

Bakın, işte ‘Başbakan keşke böyle demeseydi’ diye yazmış.

O kim ki? Koskoca yüzde 68’lik Başbakan’a akıl öğretiyor.

Hem bizimkilerin gazetesinde yazıyor, hem de güya bağımsız takılıyor. Buna bir ders vermenin sırası gelmedi mi?

Sayın Başbakanım, unutmayın, memleketini düşünen sadece sizsiniz, gerisi hikáye.

Kısacası herkes size ve bize düşman...

***

Evet, ‘danışman kadrosu’nun ‘sonuçtan’ yola çıkarak kurgulanmış telkinleri bunlar...

Ama hemen söyleyelim:

Bu metinden hareketle sakın ‘Başbakan çok iyi ama ah o etrafındakiler olmasa’ tarzındaki klasik geyiği çevireceğimiz akla gelmesin.

Unutulmasın ki başbakanlar, danışmanlarından da mesuldür.
Yazının Devamını Oku

Şu rüyalarımı da tabir eder misiniz?

16 Mart 2005
<B>GÜNÜN </B>bombasını <B>‘Medyatava.com’</B>dan öğrendim: <br><br>Meğer sanal álemde sevabına rüya tabiri yapan <B>‘Tabirci.com’</B> namında sitede, <B>‘Reyhan Gürtuna’nın korkunç şapkaları’</B>yla ilgili gördüğüm kábusu, pardon rüyayı tabir etmişler. Yaptıkları tabire şu başlığı atmışlar: <B>‘İslam dünyası için kargaşalı günler...’</b> Tabir, ‘Rüyanız ahmak ve cimri adamların oyununa gelen yetki sahibi yöneticiye işaret etmektedir’ diye başlıyor, ‘Korktuklarınızdan emin olacak, sıkıntı ve endişeden kurtularak başarıya ulaşacaksınız’ diye bitiyordu.

Bayıldım vallahi.

Ama muhteris bir adam olduğum için hemen gördüğüm başka rüyaların tabirlerini almak gibi bir ihtirasa kapılıverdim.

***

Şimdi ‘Tabirci.com’dan -bir zahmet- şu rüyalarımın tabirini rica ediyorum:

- Rüyamda güya havaalanındayım. Yurtdışına gidecekmişim. Birden karşımda yurda giriş yapan Fethullah Gülen’i görmeyeyim mi? Yanında yöresinde kimsecikler yok. Ne yapacağımı şaşırırken uyanıvermişim. Sayın ‘Tabirci.com’ yetkilileri... Lütfen söyler misiniz, bu rüya Fethullah Hoca’nın üç vakte kadar memlekete kesin dönüş yapacağına mı delalet etmektedir?

- Rüyamda gazete bayiine gidiyorum. Bir de ne göreyim, Başbakan Tayyip Erdoğan gazete satıcısı olmuş. Rüya bu ya, kendisinden bir adet Cumhuriyet Gazetesi talep ediyorum. Erdoğan çatık kaşla gazeteyi bana uzatıyor ve ‘Yakında bu işi bırakacağım’ diyor. Ben tam, ‘Neden? Zararda mısınız?’ filan demeye kalkacakken uyanıveriyorum... Ne demek şimdi bu? Bu rüyadan hükümet-medya ilişkilerinin nasıl bir seyir takip edeceğiyle ilgili bir işaret çıkar mı? Lütfen bir tabir.

- Rüyamda bir iş için karakola gitmişim. Karakol amiri koltuğunda, kısa bir süre önce kendisinin görevden alınması gerektiğini yazdığım İstanbul Emniyet Müdürü Sayın Celalettin Cerrah Bey oturuyor. Beni görünce ‘Gel bakalım, az sonra sizin gazeteden F.A. da geliyor, şimdi hesaplaşacağız’ diyor. Ben tam arkamı dönüp kaçacakken üç polis tarafından yakalanıyorum. Fonda ise ‘Karakolda ayna var’ şarkısı çalıyor. Sayın ‘Tabirci.com’, lütfen söyle, bu ne iştir?

- Rüyamda Mehmet Barlas’la polemiğe tutuşmuşum. Ben ‘Kadın dırdırcıdır’, ‘Tavla şans oyunudur’ ve ‘Sigarayı bırakan adamın cinsel gücü artar’ gibi tezleri savunuyorum. Tartışma sürerken Mehmet Barlas, yüzünde hınzır bir gülümsemeyle, ‘Dostum sen haklısın’ diyor ama nedense ben bir türlü rahatlamıyor ve ter içinde uyanıyorum. Uzun süre Barlas’ın yüzündeki o tuhaf ifade gözümün önünden gitmiyor. ‘Tabirci.com’, lütfen bu rüyaya da bir tabir attırıver.

- Rüyamda o sosyal ortam senin, bu sosyal ortam benim, sosyalleşmenin dibini bulmakta iken, ünlü köşe yazarımız P.M., parmağıyla beni işaret ederek, ‘Hey! Bakın, bu adam var ya, aslında acayip asosyal bir tiptir. Buraya sosyalleşmeye gelmiş. O bir sahte sosyal’ diye bağırarak, en nefret ettiğim şeyi yapıyor: Beni topluluk içinde gösteriyor. Fonda onun korkunç kahkahaları... Uyandığımda zor nefes alıyordum. Bir tabir de buna lütfen...

***

Reyhan Gürtuna’nın korkunç şapkalarının rüyama girmesinden yola çıkarak ‘İslam dünyasında kargaşalı günler’ sonucuna varan ‘Tabirci.com’a güvenim sonsuz. Bakalım bu rüyalardan ne tür bir sonuç çıkacak? Merakla bekliyorum.

Erdoğan ne yapmak istiyor?

MEDYANIN Tayyip Erdoğan’a karşı bir kampanya başlattığını öne sürebilir miyiz?

Hayır.

Medyanın Özal’a, Demirel’e, Tansu Çiller’e, Mesut Yılmaz’a, hatta iktidarının son döneminde Bülent Ecevit’e yönelik yayınlarını anımsayalım, çok yıpratıcı değil miydi?

Öyleydi.

Medyanın geneline yansıyan havaya baktığımızda Erdoğan’a karşı bırakın yıpratıcı olmayı, ‘hoşgörülü’ bir yayın yapıldığından bile söz edemez miyiz?

Tabii ki edebiliriz.

İstanbul’un göbeğinde polisler gösteri yapan kadınları coplarsa, bu olay hangi hükümet döneminde olursa olsun, Türk medyası tarafından ‘büyütülerek’ haber yapılmaz mı?

Yapılır.

Peki mesele ne?

Bence meselenin iki yönü var:

BİR: Erdoğan, merkez medyaya güvenmiyor. Kendisine yönelik ‘ılımlı’ yaklaşımın ‘çıkar’ beklentisinden kaynaklandığına emin. Medyanın önemli isimlerinin fırsatını bulduklarında kendisini bir kaşık suda boğacağını düşünüyor. Bu nedenle de medyada çıkan her olumsuz haberi büyütüyor ve kendisine yönelik kötü niyetli girişim olarak algılıyor.

İKİ: Erdoğan, ‘medya ile düşman’ bir görüntü vererek iktidara geldiğine kesin iman ediyor. Bu nedenle ‘medya ile dost bir görüntü’ vermektense, ‘medya ile didişen bir görüntü’ vermenin halk nezdinde daha çok prim yapacağını düşünüyor.
Yazının Devamını Oku

Uyandım

14 Mart 2005
<B>MEĞER </B>ne kadar da safmışım.<br><br><B>Erkan Mumcu’</B>nun istifa haberini ilk duyduğumda ‘<B>Mutlaka müthiş bir planı vardır</B>’ yorumunu yapmıştım. Aslında basit bir akıl yürütmeyle olaya yaklaşmıştım.

Şöyle düşünüyordum:

Genç bir siyasetçi, tek başına hükümet olmuş güçlü bir partiyi ve herkesin rüyalarını süsleyen bakanlık koltuğunu terk ediyorsa mutlaka müthiş bir oyun planı kurmuştur.

Meğer ne kadar da safmışım.

***

Meğer Mumcu’nun, ‘ANAP Genel Başkanı’ sıfatını almak arzusundan öteye gidemeyen bir hedefi varmış.

Demek bütün o gürültü ve patırtının sonunda gelinecek yer burasıymış.

Gittiği yerde en küçük bir umut pırıltısı görsem gam yemeyeceğim.

‘Genç ve akıllı politikacı o ışığın parlamasını sağlar’ diyerek hem kendimi avutacağım, hem de ‘o kadar da saf değilimdir’ deme şansını elde edeceğim.

Ama hayır.

İşte gittiği yer ortada:

ANAP adı verilen ve ağır imaj yıpranması nedeniyle komalık olmuş bir parti.

Öyle bir yıpranmışlık içinde ki, adını duyduğumuzda ağzımızda buruk ve kekremsi bir tat geliyor, gözümüz kararıyor, bir tuhaf oluyoruz.

ANAP dendiğinde bırakın Özal’lı yılların transformasyon devrimini filan, aklımıza Mesut Yılmaz’ın ‘demokratik duruşu’ bile gelmiyor.

Miadını doldurmuş, bitmiş tükenmiş, suni teneffüsle bile yaşaması imkansız hale gelmiş bir parti var karşımızda.

Değil Erkan Mumcu, dünyanın en büyük siyaset dehaları bile bu partiyi diriltemez.

***

İstikrarsızlıklar, krizler, yolsuzluklar, beceriksizlikler, güvensizlikler, iktidarsızlıklar üzerine oturan o eski siyasi yapı, ‘AKP’ adı verilen bir fırtınanın yıkımı altında kalmadı mı?

Kaldı.

AKP fırtınası yeni bir toplumsal ve siyasi yapının ortaya çıkmasına neden olmadı mı?

Oldu.

Yıkımdan en büyük zararı, ideolojisi işlevsiz hale gelen ANAP görmedi mi?

Gördü.

En büyük muhalefet partisi CHP, yeni dönemi anlamadığı ve anlamlandıramadığı için AKP hálá rakipsiz görünmüyor mu?

Görünüyor.

Peki böyle bir ortamda ‘ANAP’ markası ne işe yarayacak?

Mumcu’nun ‘özgürlükçü demokrat’ söylemi, bu ‘komalık marka’ altında kimi ikna edecek?

Ve tabii hepsinden daha önemlisi Erkan Mumcu, bunları benden daha iyi bilmez mi?

Tabii ki bilir.

***

Peki öyleyse işin sırrı nerede?

Bence ‘işin sırrı’ için iki farklı olasılıktan söz edilebilir:

BİR: Mumcu, çok etkili ve derin çevrelerden ‘Sen bırak AKP’yi. Geç bir partinin başına -ki bu ANAP da olur- biz senin arkandayız, merak etme’ türünden bir söz aldı. Bu söze güveniyor.

İKİ: Yapacak başka bir şeyi yoktu ve ANAP’ın dirilebileceğine inanmak zorunda kaldı. Yani kendine güveniyor.

Umarım işin bütün sırrı ikinci ihtimalde gizlidir.
Yazının Devamını Oku

Edep yahu

13 Mart 2005
<B>HAYIR,</B> <B>Ata Demirer’</B>e yönelik değil bu çağrı. Canlı yayında kendisine övgüler düzen 18 yaşındaki genç kızın ‘Sevgilin var mı?’ sorusuna verdiği ‘Ne o? Verecen mi?’ cevabıyla herkesin ‘Oha falan olması’na neden olan Ata Demirer’e artık ‘Edep yahu’ filan işlemez.

Ata, bu aşamayı çoktan geçti.

Nasıl geçmesin?

Daha düne kadar ‘İner misin? Çıkar mısın?’ tarzı programlarda kendisine çıkış arayan bir adamın, bir gazlama ve pohpohlama cenneti olan ülkemizde, bugün geldiği ve getirildiği noktayı hazmetmesini kolay mı sanıyorsunuz?

Üç taklit attır, iki tip yarat ve tutan bir dizide iyi bir rol çıkar.

Bir de bakmışsın ki ‘istikbal vaat eden komedyen’ aşamasını bir çırpıda geçip ‘komedinin dáhi üstadı’ mertebesine çıkıvermişsin.

Böylesi baş döndürücü bir yükseliş karşısında ‘kim tutar beni birader’ havasına girmeyecek, olayı hazmedecek kaç kişi çıkar?

Ata kabahatsizdir yani.

* * *

Hadi Ata’yı geçelim de, özel hayatında dindar olduğunu tahmin ettiğimiz Toplu Konut İdaresi Başkanı Erdoğan Bayraktar’ın durumunu anlamaya çalışalım.

Olay şu:

Bir milletvekili, TOKİ’ye dilekçeyle başvurmuş ve milletvekilleri için ‘ucuz konut’ talebinde bulunmuş.

Bu durum ‘ahlaksız teklif’ olarak yorumlanmış.

İşte bu yorum üzerine fena halde sinirlenen TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar, aynen şöyle demiş:

‘Ahlaksızlık bunun neresinde? Milletvekili karı mı satıyor affedersiniz. Milletvekili konut talep edemez mi? Milletvekilleri bu vatanın evladı değil mi?’

Bir dindarın ‘ahlaksızlık’ kelimesini duyduğunda, aklına ilk gelen eylemin ‘karı satmak’ olması düşündürücü değil mi?

* * *

Bu ülkede dindarlık, çoktandır ideolojik kavgaların zemini haline getirildi.

Bu yüzden kişisel dindarlıkta, ahlak ve nezaket aranmaz oldu.

Karşı kutbun adamına en iyi küfrü basan adam, davaya en çok hizmet eden adam olarak takdis edildi.

Bu yaklaşımın doğal sonucu şudur:

‘Kişisel konumunu kullanarak ucuza ev kapatmak ahlaksızlık değildir. Ahlaksızlık karı satmaktır.’

Bir açıklama

ÖNCE olayı anımsayalım:

Başbakan Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın konuşmacı olarak katıldığı bir toplantıda iki farklı grup gösteri yapmış, polis solcu göstericileri yaka paça dışarı çıkarırken türbanlı eylemcilere karşı zor kullanmamıştı.

Ve ben de olayı ele alan ‘Türbanlıya Hoşgörü, Solculara Dayak Sorunu’ başlıklı bir yorum yazmıştım.

Bu yorumla ilgili olarak Başbakanlık Basın Müşaviri Ahmet Tezcan aradı.

Tezcan, Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın Koruma Müdürü’nün bir açıklamasını iletti bana.

Açıklama aynen şöyle:

‘Polis, salonda eylem yapan iki gruba da aynı şekilde davranmıştır. Yani hem solcu eylemcilere, hem de türbanlı eylemcilere öncelikle salonu terk etmeleri rica edilmiştir. Ancak türbanlı eylemciler bu ricaya uyarken, solcu eylemciler direnişe geçmiş ve toplantıyı sabote etmişlerdir. Polisin solcu eylemcileri zorla dışarı çıkarmasının nedeni budur. Türbanlı eylemciler, polise mukavemet etmeden salonu terk etmiş ve bir zorlamaya gerek kalmamıştır. Yani herhangi bir ayrımcılık söz konusu değildir.’
Yazının Devamını Oku

‘Türbanlıya hoşgörü solcuya dayak’ sorunu

11 Mart 2005
<B>GEÇEN </B>gün Başbakan <B>Tayyip Erdoğan’</B>ın eşi <B>Emine Erdoğan’</B>ın konuşma yaptığı salonda iki ayrı kadın grubu tarafından protesto gösterisi yapıldı. Göstericilerden ‘solcu’ olanları, pankart açıp slogan atmaya başladıkları anda salonda bulunan görevliler tarafından zor kullanılarak yaka paça dışarı çıkarıldı.

Ancak aynı salonda türban yasağını protesto etmek amacıyla harekete geçen türbanlı kızlara ‘farklı bir muamele’ yapıldı.

Türbanlı kızların salon dışına çıkmaları rica edildi, zor kullanılmadı.

Bu olay karşısında hiç kuşkusuz lafı eğip bükmeden, ideolojisini vicdanının önüne geçirenlerin talihsizliğine düşmeden konuşmak gerekir:

Böyle şey olmaz, bu utanç verici bir ayrımcılıktır, ayıptır.

Bu böyledir ve bu tavrı sergilemek için ‘vicdan sahibi’ olmak yeterlidir.

Yani işin ilkesel tarafının tartışılacak bir tarafı yoktur.

* * *

İlkeyi ortaya koydum; ama gönlüm rahat değil.

Çünkü ayrımcılık karşısında duyduğum utanca rağmen, ‘Türbanlıya tolerans, solcu kızlara gözaltı’ ya da ‘Şeriatçıya hoşgörü, solcuya dayak’ şeklinde atılan başlıkların neyi ima ettiğinin açıklığa kavuşturulması gerektiğine inanıyorum.

Bazıları için bu ‘açıklığa kavuşturma çabası’ fevkalade lüzumsuz bir iş olarak algılanabilir.

Olsun, ben yine de bu lüzumsuz çabaya girişeceğim.

Zira ‘her şeyin belirginleştirilmesinin zorunlu olduğu’ bir ülkede yaşadığımızın farkındayım.

* * *

O zaman belirginleştirme işine şu soruya yanıt arayarak başlayalım:

Acaba ‘Türbanlıya hoşgörü, solcuya dayak’ başlığı, polisimiz üzerinde nasıl bir etki yapar?

Ne de olsa polisimiz, bir gazetemizde manşetten de ilan edildiği gibi, ‘yarım ekmek parasına günde 12 saat çalışmak zorunda’.

Yani mazereti var.

Yani olayı yanlış anlayabilir.

O halde ‘Türbanlıya hoşgörü, solcuya dayak’ başlıklarının polisimiz tarafından, ‘Bundan böyle her ikisine de dayak atalım, böylece eleştirilerden kurtuluruz’ şeklinde yorumlanmamasının hiçbir garantisi yok.

O zaman uyarı görevini yapmanın ve meseleyi açıklığa kavuşturmanın tam sırası...

Sakın, ‘Solcuya dayak, türbanlıya hoşgörü’ başlıklarından ‘Her ikisine de dayak’ sonucu çıkartılmasın.

İşin doğrusu, her ikisine de toleranstır, hoşgörüdür.

Doğru tutum türbanlıya karşı sergilenen tutumdur.

Yanlış tutum ise solculara yapılandır.

Eşitlik arayışı ‘dayakta eşitlik’ şeklinde sonuçlanmamalı.

Eşitlik, ‘hoşgörüde eşitlik’ olarak belirlenmeli.

* * *

Başta da belirttiğim gibi, lütfen beni bu basitin de basiti uyarılar nedeniyle ‘lüzumsuz işlerle uğraşmak’la itham etmeyin.

Ne de olsa bu ülke, ‘yerde yatan kadına acımasızca vurulan cop’un mazereti olarak ‘polisin özlük haklarının yetersizliğinin ve mesaisinin fazlalığının’ gösterildiği bir ülke.

Eh, böyle bir ülkede, böyle bir uyarının büsbütün faydasız kaçmayacağını herhalde takdir edersiniz.
Yazının Devamını Oku

Orantısız müdür kullanım

10 Mart 2005
<B>ŞU </B>meşhur <B>‘Dünya Kadınlar Günü Dayağı’</B>nın ardından ortaya çıkan nevzuhur <B>‘polisin aşırı güç kullanımı’</B> ya da <B>‘orantısız şiddet uygulaması’</B> gibi afili lafların fevkalade tehlikeli bir süreci başlatacağından endişe ediyorum. Bu nedenle bu tabirlere meraklı herkesi uyarıyorum:

Arkadaşlar!

Olayın bizim lisanımızdaki tam adı ‘polis dayağı’dır.

Ne olur, her şeyi mis gibi özetleyen güzelim ‘dayak’ sözcüğünü bir tarafa bırakıp, Frenkçe’den aparma ‘orantısız şiddet kullanımı’, ‘aşırı güç uygulaması’ gibi ‘fiyakalı’ tabirlere yaslanmayalım.

Zira polislerimiz, bu tarz afili tabirlerin etkisinde kalarak göstericilere meydan dayağı atarken ‘fevkalade Avrupai bir eylem’ yaptıklarını sanabilirler...

Bu nedenle aman ‘dayak’ sözcüğünden şaşmayalım.

***

Ama bu kaygımız nedeniyle, İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın, İstanbul çapındaki bir kentte ‘polis müdürlüğü’ görevini daha fazla sürdürmemesi gerektiğini anlatırken ‘orantısız müdür kullanımı’ gibi bir tabiri kullanamayacağımız düşünülmesin.

Bal gibi de kullanırız.

Çünkü olay, tam anlamıyla bir ‘orantısız müdür kullanımı’ olayıdır.

Başta İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu olmak üzere hükümet yetkililerinden, İstanbul’da artık eza ve cefa noktasına ulaşan, ‘orantısız müdür kullanımı’ uygulamasına derhal son vermelerini talep edebiliriz.

Yani tabirin bu maksatla kullanılması hem faideli, hem de caizdir.

***

Maruzatımız şudur:

Celalettin Cerrah Bey, dünyanın en büyük metropollerinden olan İstanbul’da ‘sıfır iletişim’ kurarak görev yapmayı kendine şiar edinmiş bir emniyet müdürü olmakta çok kararlı.

İstanbul ‘hırsızlar başkenti’ olmuş, Müdür Bey ortada yok.

Bazı sokaklarda soyulmadık bir tek Emniyet Müdürlüğü binası kalmış, Müdür Bey’den tık yok.

Sabahın 9’unda, kentin en turistik caddesinde eski Baro Başkanı tinerci dehşetini yaşıyor, Müdür Bey’den çıt yok.

‘Ulaşım’ filan gibi devasa sorunlar ikinci plana düşmüş, ‘güvenlik’ İstanbul’un en büyük sorunu haline gelmiş, kentin emniyet müdürü sus pus.

Kapkaç rutine binmiş, Müdür Bey’den tek kelimelik bir uyarı bile yok.

Bir sokak gösterisine yapılan polis müdahalesi yüzünden neredeyse Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri çıkmaza girmiş, Müdür Bey kayıp.

Görünürde sadece Vali Bey var, o da durumu kurtarmaya yönelik iyi niyetli ama ‘iletişim bilimi’nin hiçbir kuralına uygun düşmeyen çırpınışlar içinde.

O çırpınışlar da, ‘Polisimizin eğitim sorunu var’ tarzı klişeyle başlıyor, ‘özlük hakları’ gibi bıktırıcı mazeretle bitiyor.

***

Cerrah örneği şunu göstermiştir:

İstanbul denilen bu şehir, ‘Biz öyle sizin bildiğiniz medyatik olmaya çalışan müdürlerden değiliz. İşimizi yaparız, o kadar’ tarzında tavırlar koyan, demode tevazu gösterisine meraklı, eski usul ‘müdür baba’lara çok büyük geliyor.

Bu şehir artık, çağdaş yöntemleri benimsemiş, akılcı, inisiyatif kullanan, güvenlik konusunda toplumun ortak tepkilerini doğru yerlere kanalize etmeyi başarmış, personelini çağdaş değerler doğrultusunda eğiten, toplumla iletişimini sektirmeyen, genç ve dinamik bir müdüre ihtiyaç duyuyor.

Celalettin Cerrah, görev yaptığı süre içinde ‘aranan kan’ olmadığını kanıtlamıştır.
Yazının Devamını Oku