Ahmet Altan

Karlı bir gecede unutuş....

29 Ocak 2006
Ne hayaller kurmuştum.<br><br>Kambur çatılarda biriken karlar gibi hayaller, rüzgarlarla gecenin içine savruldular, şimdi her yandalar, her baktığım yerdeler ama dağınıklar, dağılmışlar. Hepimiz o savrulan hayalleri toplayıp bir yüz yapmak istiyoruz ondan.

Bir yüz.

Çocuk resimleri gibi bir yüz.

Yağan kar gibi değil karda sıcak bir ev gibi bir yüz.


Kar, bir çocuk resmi gibi yağıyor. Dokunulmamış, taze hayalleri yansıtan o suluboya resimler gibi mutluluk umduran hüzünlü bir huzurla tane tane düşüyor.

Külrengi parlak gökyüzünün derinlerinden gelen gizli bir ışık karla kaplı şehre çarparak çoğalıyor, gece berrak ve mat bir aydınlıkla genişliyor.

Yumuşak yığınlarla kabarıyor sessiz sokaklar.

Bu dingin ve usul gecede, çocukların ruhunun sığındığı masalları çağrıştıran bir zaman girdabı var, sobaların üstünde çatlayan kestane kabuklarının çıtırtısını, buharlar saçarak fıkırdayan bir semaveri, kuyruğunu kıvırıp uyumuş bir kedinin güvenli mırıltısını duymayı bekliyor insan.

Sanki, bu sihirli aydınlığa dökülen kar taneleri insanın hayatını safhalara ayırıp, yaşanmış kederli ne varsa onları alıp çocukluk resimlerinin içine taşıyor.

Belirsiz bir huzurun içine doğru akıyor hayatınız.

O sakin resmin derinliğine kaymadan önce hatıralarınız aniden tutuşuveren meşaleler gibi bir anlığına ateşli bir parlayışla beliriyorlar, hepsini görüyorsunuz.

Arada bir sert kuzey rüzgarları uğultularla vuruyor duvarlara.

Ruhunuz hatıralarınızla birlikte titriyor.

Kalın yün ceketinize sarılmak istiyorsunuz.

Rüzgarlarla kımıldayan camlara yansıyan kendi gölgeniz.

Geçmişle gelecek o gölgenin içinde yer değiştirerek kavisler çiziyor.

Kopuk mısralar, kısa kesik melodiler.

Ne çok ses birikmiş içimizde, rüzgarın uğultusuna kendi uğultularıyla cevap veriyorlar.

Neydi şu tek tek kelimeler halinde aklımda bir sıraya girmeye çalışan şiir.

Hani şu "devrimin ve aşkın şairi" gibi edebiyat tarihinde az bulunur bir karışımı kendinde birleştirmiş şairin, Neruda’nın dizesi.

"Aşk ne kadar kısa ve unutmak ne kadar uzun."

Uğultulu bir kelime aşk.

Unutmak da öyle.

Rüzgar gibi...

Niye unutmak daha uzun?

Niye unutmak her zaman unutulacak olandan daha uzun sürüyor.

Neden kar çocuk resimleri gibi yağdığında, gece külrengi bir parlaklıkla aydınlandığında, sokaklar yumuşak yığınlarla kabardığında ve el ayak çekildiğinde şehirden insan şiirleri, kendisine tatlı mırıltılarla sokulan şarkıları, yalnızlıkları, unutulacak olanları hatırlar.

Karlı geceler unutmak için iyi zamanlar değil.

Turgut Uyar böyle bir gecede yazmış olmalı "Çok Üşümek" şiirini.

"Çok üşürdük hep üşürdük üşümekti bütün yaşadığımız

Üşürdü ellerimiz aşkımız sonsuz uzun sakallarımız."

Kar biçim değiştiriyor.

O iri, usul taneler ince beyaz iğneler gibi rüzgarla savrularak çaprazlama yağmaya başladı.

Tipiye dönüşüyor hava.

Rüzgarlarla huzursuzlandı kar.

Gökyüzü alçalıyor.

Külrengi parlaklık puslanıyor, ilerisini görmek gittikçe zorlaşıyor.

Uzak pencerelerdeki ışıklar soluklaştı.

Ne tuhaf şeyler hatırlıyor insan.

Üşüyen ayaklar, bir bere, karda kızıllaşmış yanaklar.

Gülümsemeler ve gözyaşları.

Çok eskiden okunmuş bir şiir gibi hayat, mısralarına, kelimelerine bölünüyor.

"Bir kalır yanık yağlar kokusu şehirlerde

uzun nehirlere binip uzaklaştıkça"

Uzaklaştık uzun nehirlere binip, hep aktık, hep aktık, masal tekerlemeleri gibi hep aynı yere aktık.

Külrengi bir karanlık, koca yeleli bir aslan başı gibi yaslanıyor camlara.

Alnımı cama dayıyorum.

Soğuk.

İşte Ray Charles da söylüyor şimdi radyoda.

"Kaybetmek için doğdum

Şimdi de seni kaybediyorum"

Neden unutuş aşktan daha uzun?

Bir tipinin içinde yaşar gibi yaşıyoruz belki de yaşadıklarımızı, yaşanan her şey yaşanırken biraz hızlı, biraz gergin, biraz kör edici, ne yaşadığımızı tam farkedemiyoruz ama sonra...

Sonra unutmak için hatırlıyoruz hepsini.

Güneşli bir sabah gibi aydınlık ve sakin çıkıyor önümüze bütün yaşadıklarımız.

Hepsini görüyoruz.

Yaşarken görmediğimiz, gözden kaçırdığımız, farketmediğimiz her şey sudan yeni çıkmış altın damarlı çakıl taşları gibi pırıltılarla seriliyor önümüze.

Karlı bir gecenin sabahı gibi unutmak.

Karanlıkta yaşanmış her şey unutuşta aydınlanıyor.

Unutmak kolay olmuyor o zaman.

"Uzun nehirlere binip uzaklaşsanız" da sizinle geliyor unutulacak olanlar.

Damlardan rüzgarla birlikte dövülmüş billur tozları gibi beyaz kar yığınları savruluyor şimdi.

Gece, kar ve ben.

Ve unutulacak olanlar.

Ne hayaller kurmuştum.

Kambur çatılarda biriken karlar gibi hayaller, rüzgarlarla gecenin içine savruldular, şimdi her yandalar, her baktığım yerdeler ama dağınıklar, dağılmışlar.

Hepimiz o savrulan hayalleri toplayıp bir yüz yapmak istiyoruz ondan.

Bir yüz.

Çocuk resimleri gibi bir yüz.

Yağan kar gibi değil karda sıcak bir ev gibi bir yüz.

Sığınmak, saklanmak, gülümsemesinin içine sokulup uyumak istediğimiz bir yüz.

Hırsla yağan tipi, damlardan savrulan kar tozlarıyla havada çarpışıp minik beyaz burgular oluşturuyor.

Uğulduyor rüzgarlar.

Pencerelerdeki soluk ışıklar teker teker sönüyor.

"Bir kalır yabancı yataklarda o oteller

meydanlar heykeller sizin olmadığınız o her yer"

Olmadığınız o her yerde olmak istemek herhalde özlemek.

Olmadığınız o her yerde olmak istiyorsunuz.

Neden aşk çok kısa ve unutmak çok uzun?

Neruda, devrimin ve aşkın şairi, devrimin şairi olduğu için İtalya’ya sürgüne gitmişti, aşkın şairi olarak da bir yerlere sürgün gitmiş olmalı.

Aşkın aşık şairi, nerelere sürgün gitti acaba?

Karlı gecelere mi, uzun unutuşlara mı, savrulan karlarla çizilen yüzlere mi?

Bütün ışıklar söndü.

Uzak bir köy gibi karanlık şimdi etraf.

"Kaybetmek için doğdum

Şimdi de seni kaybediyorum."

Külrengi karanlık bir gece iniyor uyanık olanların içine.

Beyaz minik burgular dağılıyor gökyüzüne.

Unutuş, unutulacak olandan daha uzun.

Unutuş sonsuz karlı gecelerde.

"Üşürdü ellerimiz aşkımız sonsuz uzun sakallarımız"

Rüzgarla esneyen cama vuran benim gölgem.

Çoktandır gölgem bana benzemiyor artık.

Başka birinin gölgesi o.

Ben unutuşlarda kaldım gölgem yürüdü gitti karanlık karların içinde.

Nasıl uğulduyor rüzgar.

Nasıl savuruyor karları, geceyi, geçmişi.

Aşk çok kısa, unutuş çok uzun.

Kar yağıyor.

Karanlık.

"Bir kalır uzun kitaplarda anısı çok üşüdüğümüzün."
Yazının Devamını Oku

Muhteşem bir hayat

22 Ocak 2006
Kendimizi yararsız bulduğumuzda çok yararlı işler yapmışızdır, sevilmediğimizi sandığımızda sevilmişizdir, değersiz olduğumuzu düşündüğümüzde değerimizi bilenler çıkmıştır. Birçok hayatı aynı anda kımıldatan o sihirli rüzgarı yaratmakta bizim de farkına varmadığımız büyük bir rolümüz olmuştur.

Kendimizi manasız ve yararsız bulduğumuz zamanlar vardır. Değersiz bulduğumuz, sevilmediğimizi düşündüğümüz zamanlar.

Takatsiz bir halde hayatın bir kenarına tutunmaya uğraşırken "niye" diye sorarız kendimize, "niye böyle oldu, neden hayatın bir kıyısında yapayalnız kaldım, neden hayallerim gerçekleşmedi?"

O anda kaderin haksızlığına öylesine inanmışızdır ki, bu kaderi yaratan gücün bize ses vermesi gerektiğine, bir cevabı hakettiğimize inanırız.

İnandırıcı bir cevap için bütün ümitlerimizden, hayallerimizden, beklentilerimizden vazgeçmeye bile hazırızdır.

Koskoca yeryüzünde yalnızca bizim başımıza geldiğine inandığımız bu insafsızlığın, bu gizli kederin, paylaşılması zor bu acının, bu çaresizliğin bir sebebi olmalıdır.

İlahi bir kaprisin kurbanı olduğumuzu düşünmekten bizi kurtaracak bir sebep.

Varlığımızın anlamsızlığına anlam katacak bir cevap isteriz, kusurun bizde olduğunu da kabullenebiliriz, yeter ki bize verilecek cevap inandırıcı olsun.

Hatta zamanla kusurun tümüyle bizde olduğuna bile inanırız.

Onun hangi kusur olduğunu bulmaya çabalarız bu kez de...

Yeterince zeki mi değiliz, güzel mi değiliz, bilgili mi değiliz, eğlenceli mi değiliz?

Bulacağımız neden bizi üzecek de olsa hiç değilse hayatın bir ritmi, bir düzeni, bir kuralı olduğuna bizi ikna edecektir; bizi rastgele açılmış bir ateşte vurulmuş bir zavallı olmaktan kurtarıp, hiç olmazsa bilerek hedef alınmış biri yapacaktır.

Bir neden bulursak, geçmiş için üzülsek de gelecek için bir ümidimiz olacaktır.

Neden varsa çare vardır çünkü.

Ama nedensizlik...

Bu öldürücüdür.

Manasızlığı derin ve kalıcı kılar.

Benim hikayelerim "çok uzun yıllar önce" diye başlıyor artık.

Çok uzun yıllar önce...

Sığırcık sürülerinin neşeli çığlıklarla yeni yeni tomurcuklanan ağaçlara konduğu ılık bir akşamüstü, Paris’te küçük bir sinemaya girmiştim.

Kahve, deri, zift, rutubet kokularının karıştığı siyah duvarlı loş salonda birkaç kişiydik.

Eski bir Amerikan filmi izleyecektik.

James Stewart’la Donna Reed’in başrollerini paylaştığı film başladı.

Stewart, minik bir kasabadaki fakir bir işadamını oynuyordu.

Çocukluğundan beri bütün hayali dünyayı dolaşmaktı ama art arda gelen olaylar yüzünden kasabasını terk edememiş, sonunda babasının pek de parlak olmayan işini devralmak zorunda kalmıştı.

Sevdiği bir karısı ve çocukları vardı.

Ama işler iyi gitmiyordu.

Borçlar birikmişti.

Yaşadığı hayal kırıklığına bir de borçlar eklenince dayanacak gücü kalmamıştı.

Karlı bir gece arabasına binip, kasabanın biraz ötesinden akan nehrin kıyısındaki bara gidip iyice sarhoş olana kadar içtikten sonra kendini köprünün üzerinden atıvermişti.

Stewart sulara düşerken, karanlık göklerden gelen bir konuşma duyuldu.

Tanrı, "ikinci sınıf meleklerden" birine görev veriyordu.

- Eğer bu ümitsiz adama yeniden yaşama isteği vermeyi başarırsan, ben de sana çok istediğin o iki kanadı verir, seni birinci sınıf melek yaparım.

Ve, yeryüzüne tonton, yaşlı bir adam kılığında "başarısız" bir melek düşüyordu.

O güne dek bir türlü verilen görevleri doğru dürüst yerine getiremediği için istediği kanatlara kavuşamayan, kederli bir melekti bu.

Görevi ise çok zordu.

Tümüyle çaresiz, borçlar içinde yüzen, hayallerini kaybetmiş, istediklerinden hiçbirine kavuşamamış, dünyayı gezmek isterken önemsiz bir kasabaya sıkışıp kalmış bir adama hayatı yeniden sevdirecek, onu intihardan vazgeçirecekti.

Melek yeryüzüne indiğinde, bir polis Stewart’ı sulardan çıkarıyordu.

Onu, kendini sulara atmadan önce son içkisini içtiği bara götürüyordu ama orası şimdi çok değişikti.

Serserilerin toplandığı, pis bir batakhane olmuştu.

Kimse Stewart’ı tanımıyordu.

Stewart kasabaya dönüyordu ama orada da eski dostları onun kim olduğunu bilmeyen gözlerle ona bakıyorlardı.

Kasaba bakımsızdı, çirkindi, karanlıktı.

Eski bir okul arkadaşı arka sokaklarda fahişelik yapıyordu.

Karısı ise bir kütüphanede çalışan zavallı bir yaşlı kızdı.

O sulara atlamadan önce ünlü bir adam olarak dünyayı dolaşan erkek kardeşinin ise bir kilisenin bahçesinde mezarı duruyordu.

Stewart, suya düşmesiyle çıkması arasında geçen bu beş dakikada her şeyin nasıl bu kadar değişebilmiş olduğunu anlayamadan etrafına bakarken "ikinci sınıf melek" yanına yaklaşıyordu.

Ona anlatmaya başlıyordu.

- Sen hayatına son vermek istedin ya, ben daha iyisini yaptım, sen hiç bu dünyaya gelmemiş gibi oldun... Sen olmamış olsaydın ne olacaktı, gör...

Kardeşim ne zaman öldü, diye soruyordu Stewart.

- Sen dokuz yaşındayken o kuyuya düşmüştü ve sen onu kurtarmıştın... Ama ben senin doğumunu iptal edince ve sen hiç doğmayınca onu kurtaracak kimse de olmadı... O çocukken öldü.

- Peki sınıf arkadaşım ne zaman fahişe oldu?

- Bir gün o çok parasız kalmıştı, para bulabileceği hiçbir yer yoktu ve sen ona borç vermiştin... Ama sen olmayınca o gece kendini sattı ve sonra fahişe olarak kaldı.

- Kasaba niye böyle bakımsız ve korkunç gözüküyor?

- Çünkü sen babanın yerini aldıktan sonra insanlardan para toplayıp kooperatifler kurmuştun, binalar yapmıştın, kasaba gelişmişti... Sen hiç olmadığın için o kooperatif kurulmadı, o binalar yapılmadı, kasaba bakımsız kaldı, o inşaatta çalışıp para kazanan birçok insan para kazanamayıp serseri oldu.

Bütün seyircilerle birlikte Stewart da, bir insanın farkına varmadan ne kadar çok başka insanın hayatına değdiğini, o hayatları varlığıyla değiştirdiğini, en sıradan insanın bile bu hayatta tahmin edemeyeceği ölçüde önemi olduğunu görüyordu.

Tavana asılmış, birçok değişik parçadan oluşmuş oyuncaklar vardır, her bir parça başka bir parçaya dokunarak bir rüzgar yaratır ve oyuncak dönüp durur.

O parçalardan birini çıkardığınızda bütün rüzgarı kesersiniz.

Oyuncak kımıltısız kalır.

Frank Capra’nın o filminde de, hayatın aynen o oyuncak gibi birbirine değen insanlarla döndüğünü, aradan bir tek insanı bile çıkarıp aldığınızda hayatın dönüşünü etkilediğinizi, birçok olayın farklılaştığını, herkesin sandığından daha büyük bir rolü ve değeri olduğunu anlıyordunuz.

Değersiz ve işlevsiz kimse yoktu.

Stewart, o yaşlı ve tonton "ikinci sınıf" melek sayesinde bu gerçeği görünce intihar etmekten vazgeçiyordu.

Kendisine o kadar manasız ve değersiz gözüken hayatının aslında birçok insan için ne kadar değerli olduğunu kavrıyordu.

O intihar etmekten vazgeçince yeniden her şey eskisine dönüyordu.

"Bu muhteşem bir hayat" isimli film, mutlu sonla biterken de gökyüzünde bir "çın" sesi duyuluyordu.

Tonton meleğe, Tanrı çok arzuladığı kanatlarını veriyordu.

Kendimizi manasız ve yararsız bulduğumuz zamanlar vardır.

Değersiz olduğumuzu, sevilmediğimizi düşünürüz.

Hayalkırıklıklarıyla dolu hayatımızda neden istediklerimizin hiç gerçekleşmediğini merak ederiz.

Cevaplar ararız.

Bulamayız genellikle.

Cevaplar vardır aslında.

Kendimizi yararsız bulduğumuzda çok yararlı işler yapmışızdır, sevilmediğimizi sandığımızda sevilmişizdir, değersiz olduğumuzu düşündüğümüzde değerimizi bilenler çıkmıştır.

Birçok hayatı aynı anda kımıldatan o sihirli rüzgarı yaratmakta bizim de farkına varmadığımız büyük bir rolümüz olmuştur.

Eğer Tanrı "ikinci sınıf" meleklerinden birini bize gönderse ve bizsiz bir hayatın nasıl olacağını gösterseydi, sanırım hepimiz kendimize de hayata da başka türlü bakardık.

Hatta, o melek bize "istediklerimiz gerçekleştiğinde nasıl bir hayatımız olabileceğini" gösterseydi belki istediklerimizin gerçekleşmemesi için dua ederdik.

Bu muhteşem bir hayattır.

Cevabı ve sırrı kendi içinde saklıdır.

Ve, o hayatı hep birlikte yaparız.

Bazen rolümüzden şikayet ediyorsak, bu da rolümüzün kıymetini bilemememizdendir.



Yazının Devamını Oku

Aldatmanın esrarı

15 Ocak 2006
Erkekler arzularını o kadar açık bir şekilde taşıyarak dolaşırlar ki bu açıklıkla herhangi bir şeyi başlatmaya güçleri yetmez, zina için kadının yüzündeki o bildik gülümsemenin, terbiyeli sesinin, ezberlenmiş davranışlarının parçalanması gerekir. Aldatmayı anlayabilmek ancak kadınları izlemekle mümkündür.

Zaten o yüzden edebiyattaki aldatma hikayelerinin ünlü kahramanlarının neredeyse hepsi kadındır.

Tanrı’nın bildiğini edebiyatçı sezer.


Hazreti Musa’nın on emrinden biri ne?

"Zina yapmayın."

Hazreti İsa’nın emirlerinden biri ne?/images/100/0x0/55eb4b4ff018fbb8f8b7f1a6

"Zina yapmayın."

Hazreti Muhammed’in emirlerinden biri ne?

"Zina yapmayın."

Tanrı’nın en büyük elçileri neden üç bin yıldır aynı emri getiriyorlar insana?

Niye Tanrı her elçisiyle aynı emri gönderiyor?

Ve, neden insanlar Tanrı’nın bu emrini ısrarla dinlemiyorlar?

Tanrı’nın ve elçilerinin böylesine keskin bir biçimde yasaklamak istedikleri halde binlerce yıldır sözlerini dinletemedikleri zinada insanlara Tanrı’nın emirlerini bile unutturabilecek kadar çekici ne var?

O karanlık araziden insanları büyüleyen nasıl efsunkar bir müzik sesi geliyor ki birtakım insanlar her türlü cezayı göze alarak gizlice o yasak bölgeye giriyorlar?

Kavurucu Ekvator coğrafyasındaki "voodoo" ayinleri gibi herkesin varlığını bildiği ama bir türlü hakkında konuşamadığı gizem dolu bir sırrı insanlar binlerce yıldır hayatlarının içinde nasıl barındırıyorlar?

Biz bu konuyu konuşmaktan niye korkuyoruz?

Bu büyük yasağın arkasında ne var, diye konuşmaya başladığımızda, yelkenlerine aniden rüzgarlar dolan hayalet gemiler gibi o karanlık sulara sürükleneceğimizden mi korkuyoruz?

Korktuğumuz aslında içimizdeki yabancı arzular mı?

Onun için mi lanetliyoruz bu konuyu, onun için mi bu konuda yazılan bir satır gördüğümüzde dikenli bir deniz kestanesine dokunmuş gibi irkilerek elimizden atıyoruz.

Geçen yüzyılın başlarında ünlü Fransız yazarı Joseph Kessel, gündüzleri bir randevuevinde çalışan evli bir kadını anlattığı Gün Güzeli’ni tefrikalar halinde yayınlarken toplumdan öylesine bir tepki yükselmişti ki, Kessel daha sonraki baskılarına yazdığı önsözünde, "Bu toplumda, bu kadını benden başka sevecek kimse yok mu" demişti.

Öyle kadınlar olduğunu biliyordu Kessel.

Fransızlar da biliyorlardı.

Ama konuşulmasın istiyorlardı.

Aldatmak ancak aşkın affediciliğine sığındığında kalabalıkların önüne çıkabiliyordu, ancak o zaman belli bir şefkati ve gözyaşını hak ediyor, ancak o zaman insanlar bu yasak arazinin etrafındaki çitlere, içeriye çok fazla bakmadan, ellerini sürebiliyorlardı.

Tanrı’nın neyi yasakladığını biliyorlardı.

Ama yasaklanan şeyin nasıl bir şey olduğunu görmek istemiyorlardı.

Edebiyatı ve yazarları da o alandan uzak tutmaya uğraşıyorlardı.

Bir keresinde genç bir gazeteci bana, "Neden romanlarınızda erkeklerini aldatan kadınlar var?" diye sormuştu.

Böyle kadınların anlatılmasını tasvip etmediği anlaşılıyordu.

Ben de ona, "Tanrı’nın ve peygamberlerin böylesine önem verdikleri bir konuya edebiyatın önem vermemesi mümkün mü?" diye sormuştum.

Üç bin yıldan beri her kutsal kitapta kendine yer bulan büyük bir günahın edebiyatın ilgisini çekmemesi düşünülebilir miydi?

Edebiyat, Tanrı’nın ayak izlerini takip eder.

Onun yasakladığı her şeye dikkatle bakar, cinayete bakar, hırsızlığa bakar, yalana bakar, bencilliğe bakar, kibre bakar, zinaya bakar.

İnsan ruhu, ancak bu büyük yasakların arkasında yatanı bulabildiğinizde kendini ele verir.

Tanrı insanları tanıyor, onların neler yapabileceği konusunda engin bir bilgisi var, edebiyatçılar da aynı bilgiyi ele geçirmek istiyorlar.

Ama zina edebiyatçıları bile ürkütür.

Çünkü orada, kalabalıkları uçurum görmüş at gibi duraklatıp huysuzlaştıran, binlerce yıldır varlığı reddedilmeye çalışılan, erkekleri öfkelendiren, kadınları da çıplak yakalanmış gibi tedirginleştiren, insanoğlunun en yakıcı tabusu var.

Kadın cinselliği.

Kadını bir aşk hikayesinin içine yerleştirdiğinizde, onun öfkesini, vahşetini, kıskançlığını her şeye rağmen yumuşak bir eldivenle tutabilirsiniz ama bütün bunların arkasında yapayalnız, bencil, mesafeli ve neredeyse düşman bir halde duran cinsellikten söz etmek kızgın demirler üstünde yürümek gibidir.

Kadınların bilinmesini istemedikleri, erkeklerin de bilmek istemedikleri yerdir orası çünkü.

Bunu bir sır olarak saklamaya çalışır kadınlar.

Bir yanları, kendilerini özgür hissedecekleri bir hayat parçasının içinde ruhlarını örten peçeyi sonuna kadar açmak, maceraya, heyecana, saf şehvete, en kışkırtıcı sözcüklere, en karmaşık ilişkilere değmek isterken bir yanları da kalabalıkların içinde mümkün olduğunca kendilerini saklamak, içlerinde varolan kızgın kozanın üstünü örtmek, çığlık çığlığa bağırdıkları sözcükleri hiç duymamış gibi davranmak ister.

O kozayı saklayamayıp yakalanmış olanları insafsızca eleştirirler.

Başka bir ülkede yaşayan casuslar gibi herkesten daha fazla yasakçı görünerek içlerini saklamaya uğraşırlar.

Kadının cinselliğini "kötülükle" damgalamak konusunda kadınlar erkeklerle işbirliği yapmıştır.

Tanrı’nın binlerce yıldır yasaklamaya çalıştığı zina sanki kadınsız işlenen bir günahtır, o günahı işleyen kadınlar hayatın içinde yokturlar.

Hayal dünyalarının kapılarını erkeklere sıkı sıkıya kilitlerler.

Bir kadının hayal dünyasına sızabilen, orada yaşananları, oraya girenleri, orada konuşulanları öğrenen bir erkeğin bir daha asla eskisi gibi olamayacağını bilirler.

İçlerinde sadece o ürkütücü macera için saklanmış gülüşler ve sesler vardır, hiçbir zaman o gülüşlerini ve seslerini göstermemeye çabalasalar da, o gülüşler ve sesler orada durur, bazen hiç beklenmedik bir yerde, kısacık bir konuşmada onların yüzünde o gülüş beliriverir.

O gülüşü tanımayanları şaşırtan, tanıyanlara ise neyle karşılaştıklarını hemen anlatan bir gülüştür o; etin içinden çıkan, ıslak bir yıldız izi gibi parlak ve kaygan, bir canlının olduğundan başka bir şeye dönüştüğünü haber veren bir çınlamayı taşıyan, bütün vücudun o gülüşle aynı anda kımıldadığı, gözlerin açılıp parladığı, dudakların ise garip bir çarpılma duygusu yarattığı bir gülüştür.

Ses de değişir, kelimelerin arasında kesik solukları, cümle sonlarında tizleşmeleri hissedersiniz.

Yaratıldığında bu gülüş de bu ses de kadının içindedir.

Bu, yasaklanan arzudur.

Ruhun, içine hapsolduğu çerçeveden kurtulmak, biçimini değiştirmek, en ayıp, en yasak, en tehlikeli olan ne varsa ona ulaşmak istemesidir.

Binlerce yıldır aynı kutsallığın, aynı saygıdeğerliğin, aynı alışkanlıkların içine kapatılan kadının, kutsal ve saygıdeğer olmayan, alışkanlıkların dışındaki "kirli" hayata duyduğu özlemdir.

Varlığının gizlenen ve gizlenmekten yorulan yanıdır.

Aldatma, kadının o gizli yanının ortaya çıkmasıyla başlar.

Erkekler arzularını o kadar açık bir şekilde taşıyarak dolaşırlar ki, bu açıklıkla herhangi bir şeyi başlatmaya güçleri yetmez, zina için kadının yüzündeki o bildik gülümsemenin, terbiyeli sesinin, ezberlenmiş davranışlarının parçalanması gerekir.

Aldatmayı anlayabilmek ancak kadınları izlemekle mümkündür.

Zaten o yüzden edebiyattaki aldatma hikayelerinin ünlü kahramanlarının neredeyse hepsi kadındır.

Tanrı’nın bildiğini edebiyatçı sezer.

Sezgileri ona nereye gitmesi, nereye bakması gerektiğini söyler.

Bakılacak yer, kadınların sürekli sakladığı yandır.

O mahrem yan.

Binlerce yıldan beri Tanrı da, insanlar da, kadının o mahrem yanının ortaya çıkmasını yasaklamak için uğraşır, o kaygan ve parlak gülüş duyulmasın, o kesik soluklu ses işitilmesin, o her sınırı aşmak isteyen vahşi arzu belirmesin diye yasaklar koyar.

Kadınlar bile korkar o yanlarından.

İçlerinde asla öyle bir gizli yan olmadığını anlatmak için çabalarlar.

Erkekler ise bu konuyu duymak bile istemez.

Ancak mahrem yanları kadınlardan da fazla olan edebiyatın cesareti yeter bunu anlatmayı.

Ve, ancak Kessel gibi cesur ve dürüst bir yazar bütün topluma dönüp, gündüzleri randevuevine giden kahramanı için, "Bu kadını benden başka sevecek kimse yok mu aranızda" diye sorar.
Yazının Devamını Oku

Aydınlık bir kış sabahı

8 Ocak 2006
Eksik kalmış cümlelerim, söyleyemediğim arzularım, anlatamadığım isteklerim kılıktan kılığa giriyorlar, portakal ağacı oluyorlar, gölgeli bir sokak oluyorlar, aydınlık bir kış sabahı oluyorlar. Yararlı ve gerekli şeyler yaptım.

Yaptıklarımı hiç sevmedim.

Yararsız olanlar mutlu etti beni.

Beni onlar eğlendirdi.

/images/100/0x0/55ea3d81f018fbb8f8736235
Işıklar içinde bir kış günü yaşıyor İstanbul. Neredeyse ılık, ısıtan bir güneşin beklenilmeyen sıcaklığını hissederek Göztepe’nin arka sokaklarında yürüyorum.

Bu sokaklar benim için hayallerle ve hayaletlerle dolu.

Birçoğunun aksine hayaletlerden korkmam, aksine severim onları, artık kaybetmiş olduklarıma hálá sahip olabilmemi, onlarla konuşabilmemi, onları özleyebilmemi sağlarlar.

O kadar çoklar ki...

Bu sokaklar kaybettiklerimle dolu, buralarda gezinirken yıllar içinde ne çok insanı düşündüm.

Birçoğu artık ne bir hayal ne de bir hayalet.

Yoklar.

Kaybedince kaybetmiyorsun belki de, bir gün unuttuğunda, yüzünü hatırlamadığında, adını söylemek içinde bir kıpırtı yaratmadığında kaybediyorsun onları.

Unutmak kaybettiriyor.

Bir köşeyi döndüğümde güneşi kesen yüksek bir binanın gölgesinde kalan bir bahçede yanyana iki portakal ağacına rastlıyorum.

Bu sokaklarda ilk on yıl önce portakal ağacı gördüğümde bir bahçe duvarına oturup seyrettikten sonra bir yazı yazdığımı hatırlıyorum.

Yanlış bir zamanda yanlış bir yerde duran, dallarının ucunda parlayan turuncu yuvarlaklarıyla sihirli gibi gözüken, koyu yeşil yapraklı bu ağaçlar bende hep onları anlatma isteği uyandırır.

Sevdiğim görüntüleri uzun uzun anlatmayı, eskilerin deyimiyle tasvir etmeyi de severim ben, gözlerimin önünde varolan bir ağacı, bir manzarayı, güzel bir akşamüstünü onları görmeyenlerin zihinlerinde de var etmeye uğraşmak, minik ve çaresiz harfleri yanyana dizerek bir portakal yapmak, bir ağaç yapmak, bir çağlayan yapmak insana bahşedilmiş en büyük hazlardan biri gibi gelir bana.

Bunu düşündüğümde ünlü İtalyan yazarı Calvino’nun ölmeden iki yıl önce yazdığı o acıklı cümle belirir içimde:

’Uzun zamandır, artık yaşamayan ve yararsız kabul edilen bir yazın alıştırmasını yeniden değerli kılmak istiyorum: Tasvir.’

Yirminci yüzyılın en önemli yazarlarından kabul edilen, savaşta direniş hareketine katılmış, daha sonra Komünist Parti’ye girmiş Calvino’nun bu cümlesinde güçlü bir isteğin ve iç burkan bir esaretin izlerini görürüm.

Sadece onun değil birçok yazarın esaretini şu üç kelime vurgular: ’Yararsız kabul edilen...’

Çağımız yazarlarının çoğu bu ’yararsızlıktan’ kaçınır.

Edebiyatın da aynı hayat gibi ’yarar ve yararsızlık’ anlayışı üzerine bina edilmesi ise beni hep şaşırtır, hangi insanların hangi ölçülere göre ’yararlı’ ve ’yararsız’ bulduklarını hep merak ederim.

’Yararsız’ olanlar gereksizdir de...

Hayatımızdan yararsız ve gereksiz olanları çıkarttığımızda geriye ne kalacak?

Yararlı ve gerekli olanlarla hayattan, yaşamaktan yeterince zevk alabilecek miyiz?

Yoksa, hiçbir zaman bir biçime girmeden bir duman gibi salınan haz, varlığını yararsız ve gereksiz olanlara mı borçlu?

Bunun en iyi cevabını çocuklar biliyor bence.

Onlar her zaman yararsız ve gereksiz olanları seviyorlar.

Hayatımızın en eğlenceli çağının çocukluk olmasıyla, çocukların tercihindeki bu muhteşem ’sapkınlık’ arasında bir ilişki mi var acaba?

Büyüdükçe hayatımızdan yararsız ve gereksiz olanları ayıklayacak bir akla kavuşmamız, eğlencemizin azalmasında, omuzlarımızda tatsız bir ağırlık hissetmemizde, ruhumuzun cildimiz gibi kırışmasında, zihnimizde tat almamızı zorlaştıran bir şaşılık belirmesinde önemli bir rol mü oynuyor?

Niçin çocuklar daha çok eğleniyor ve siz niye o kadar eğlenemiyorsunuz?

’Sorumluluklar’ diye cevap verdiğinizi duyabiliyorum.

Ah, o sorumluluklar, yararsız ve gereksiz her şeyi hayatınızdan atmaya sizi zorlayan o zavallı sorumluluklar.

’Yararsız kabul edilen’ tasvirleri yazılarından çıkartıp atan yazarlar da bunu sorumluluklarından mı yapıyorlar acaba?

Sorumlulukları yüzünden hayatından bütün yararsız şeyleri çıkartmış birinin, köklerine kurt vurmuş bir ağaç gibi kurumuş, kireçlenmiş, eğlenemeyen ve eğlenmek için ölesiye bir istek duyan ruhunu ’tasvir etmek’; onun duygularını, o duyguların aklıyla çarpışmasını anlatmak bir yazar için sorumsuzca bir davranış mı olur?

Aklımızın, yararlıyı ve gerekliyi belirlemekteki büyük kudretiyle karşılaştırıldığında fevkalade hoppa kalan, belirsizlikler içinde kıvranan, aynı anda birbirinin zıddı iki şeyi aynı güçle isteyebilen, anlaşılmaz ve anlatılması zor duygularımız yararsız mı gözükür bize?

Bir sevdiğinize öğüt verdiğinizde, ona ’duygularına mı yoksa aklına’ mı uymasını söylüyorsunuz?

Sizi, aklın daha uygun bir yol gösterici olduğuna inandıran nedir acaba?

Hiç aklınıza uyarak mutlu oldunuz mu?

Hayatınızda aklınızın önderliğinde mutluluğa ulaştığınız bir örnek var mı?

Daha zengin, daha huzurlu, daha güvenli bir hayata akıl sizi götürebilir belki.

Ama mutluluğa?

Mutluluğun yolunu akıl gösterir mi size?

Kendinizden daha fakir birini sevdiğinizde, bir çılgına ya da bir oynaka aşık olduğunuzda aklınız size ne diyor, duygunuz ne diyor?

Hepimiz biliyoruz ki bir çılgını ya da oynak bir kadını sevmek hem yararsız hem gereksizdir.

Ama genellikle onları severiz.

Aklınız onları reddeder, duygularınız onları ister.

Ne yapacaksınız?

Şimdiye kadar ne yaptınız?

Aklınıza uyduğunuzda mutluluğunuzu kaybedeceksiniz, duygularınıza uyduğunuzda ise bir mutluluk parlamasından sonra büyük bir ihtimalle üzüntü gelecek.

Aklınız size, daha sonra yaşanabilecek olanları hatırlatarak ’yararsız’ davranışlardan kaçınmanızı söyleyecek, güvenli ve huzurlu bir hayatın yolunu gösterecek.

’Daha sonra’yı düşündüğünüzde aklınız ne kadar haklı ama ona uyduğunuzda ’şimdi’ yaşanabilecek olanların hepsini yitireceksiniz.

Akıl ’şimdi’yi öldürür.

O hep ’daha sonra’sına bakar.

Duygular ise şimdiyle ilgilidir.

Daha sonrası için şimdiden vazgeçmekle, şimdi için daha sonrasından vazgeçmek...

Yararsız ve gereksiz her şeyi bu arada duygularınızı da hayatınızdan çıkarıp ’şimdisiz’ yaşayabilirsiniz, birçok insan da böyle yaşıyor herhalde, peki ama o yaşanmayan şimdiler, yok farzedilen istekler ne olacak?

Kayıp mı olacaklar?

Bir insanı kaybedeceksiniz belki ama duygular kaybolmayacak.

Bir mermer lahit gibi duygularınızın üstüne örttüğünüz aklınızın altında gizli bir hastalık gibi yaşayacaklar.

Mana veremediğiniz, tuhaf kederlerle çıkacaklar ortaya.

Yararsız ve gereksiz duygular.

Bu duyguları anlatmak, onların kapalı bir kutudaki radyumlu bir böcek gibi garip ışıklar saçarak yaşamasını, radyoaktif salgılarıyla bütün ruhunuzu, hatta çok sevdiğiniz aklınızı zehirlemesini anlatmak da yararsız mı?

Öldürmeye çalıştığınız duygularınız sizi delirtebilir biliyor musunuz, o duyguların sizden ve düşmanı olan akıldan intikam alabileceğini, o aklı delirterek parçalayabileceğini hiç farkediyor musunuz?

Bu duyguları, duyguların akılla çarpışmasını, korkunç intikamını, akla uymanın her zaman akıllıca olamayacağını, şimdisiz bir hayatın basamaklarını kaybetmiş bir merdiven gibi sizi tökezleteceğini, bir boşluğa düşürebileceğini anlatmak, bu zor yerlerden geçen insanların ruhunda kabarıp duran dalgalanmaları ’tasvir etmek’ de gereksiz mi?

Portakal ağaçlarını ve insan duygularını tasvir etmeyi edebiyattan ve hayattan çıkartıp atmalı mıyız?

Ölmeden iki yıl önce ’tasvir etmek istiyorum’ diyen Calvino gibi siz de ölmeden önce ’duygularımı yaşamak istiyorum’ derseniz ve geç kaldığınızı fark ederseniz ne olacak?

Hiç eğlenemediğinizi düşündüğünüzde artık eğlenecek halinizin kalmadığını anlarsanız....

Sokağın köşesindeki bahçede duran iki portakal ağacının birbirine yaslanan dalları, aralarında turuncu yuvarlakların parladığı geniş, yeşil bir yelpaze gibi açılıyorlar, sivri uçlu yapraklarının bir ikisine güneş ışığı çarpıp onları alev dilleri gibi oynaştırıyor.

Ne hayaller görüyorum ben o yapraklarda, ne hayaletler.

O hayaletlerin her biri benim ihanet ettiğim duygularımdan bana kalanlar.

Eksik kalmış cümlelerim, söyleyemediğim arzularım, anlatamadığım isteklerim kılıktan kılığa giriyorlar, portakal ağacı oluyorlar, gölgeli bir sokak oluyorlar, aydınlık bir kış sabahı oluyorlar.

Yararlı ve gerekli şeyler yaptım.

Yaptıklarımı hiç sevmedim.

Yararsız olanlar mutlu etti beni.

Beni onlar eğlendirdi.

Işıklı bir kış sabahı.

Şimdi eve gidip uzun tasvirler yazacağım, ağaçları ve duyguları anlatmaya uğraşacağım.

Hayata ihanet ettiğim oldu ama edebiyata ihanet etmeyeceğim.

Tasvirleri hep seveceğim.
Yazının Devamını Oku

Geçtiğimiz yıl ve Türkler

1 Ocak 2006
Ben çok uzun yıllardan beri yazı yazarım, iki şeyi hiç öğrenemedim.<br><br>Birincisi imza günlerinde kitapları nasıl içtenlikli bir şekilde imzalamalı, ikincisi yılbaşı sabahlarında ne yazmalı. Hadi gelin en iyisi, geçen yıl biz Türkler neler yaptık, dün gece şarkılarla, türkülerle nasıl bir yılı uğurladık diye bakalım

Yeni yıl sabahı... Dağınık masaların ve dağınık zihinlerin sabahı... İnsanların kış ortasında bir günü seçip ‘şimdi yeni bir yıl başladı’ diye zamanı istedikleri gibi tanzim etmeye kalkışacak kadar güvenli, sonra da bu söylediklerine inanıp ciddiye alacak kadar saf olmaları beni hep şaşırtmıştır.

Ama bu sabah böyle uzun cümleler kurmamalı değil mi?

Aylarca süren bir deniz yolculuğundan sonra karaya yeni çıkmış bir gemici gibisiniz.

Yer, ayağınızın altında kayıyor.

Yorgun gözleriniz, hafifçe sararmış benziniz, eğlenti vurgunu yemiş zihniniz, hiç olmazsa yılın bir günü sabaha hiçbir şey düşünmeden başlama isteğiniz...

Böyle tam sayfa bir yazı size aşılması güç bir çöl gibi gözüküyordur şimdi.

Akşamdan kalma mezelerden derlenmiş bir öğlen yemeğinin lezzeti azalmış bulanıklığında buharlaşacak satırlar.

Ben çok uzun yıllardan beri yazı yazarım, iki şeyi hiç öğrenemedim.

Birincisi imza günlerinde kitapları nasıl içtenlikli bir şekilde imzalamalı, ikincisi yılbaşı sabahlarında ne yazmalı.

Hadi gelin en iyisi, geçen yıl biz Türkler neler yaptık, dün gece şarkılarla, türkülerle nasıl bir yılı uğurladık diye bakalım.

Geçen yıl bereketli bir av mevsimi gibi geçti bir kere.

Çok miktarda Türk düşmanı avladık.

Biliyorsunuz Türklerin aleyhine konuşmak yasaktır.

İşin tuhafı kendi aramızda fısıl fısıl hep kendimizi çekiştiririzdir de biri bunu yüksek sesle söyledi mi çok kızarız.

Sanırım gerçeklerin ancak fısıltıyla konuşulacağına inanıyoruz.

Aleyhimizde konuşanları epeyce bir yargıladık.

Tarihten hoşlanmadığımızı da dünya aleme ilan ettik.

Aslında biz Emin Oktay Bey’in bize lisede anlattığı tarihi seviyoruz da bu tarihte söylenmeyenleri dile getirenlerden hoşlanmıyoruz.

Tarihse işte tarih, Emin Oktay Bey’den daha iyisini mi anlatacaksınız?

Türkü seven Emin Oktay Bey’e inanır.

İnanmayan da ya kafirdir ya Türk düşmanı.

Türk güçlüdür, Türk haklıdır.

Ayrıca biz sevgi insanıyız kimsenin kılına dokunmaz, kimsenin burnunu kanatmayız.

Kazandığımız savaşları bu sevgi dolu tabiatımızla nasıl kazandık bilemeyeceğim.

‘Biz sadece düşmanlarımızı öldürdük’ diyorsanız, ‘düşman aramak için niye Viyana kapılarına kadar gittiniz’ diyen biri de çıkabilir.

Ama böyle biri çıkarsa Türk’ün düşmanıdır.

Ayrıca biz hakşinas davranıyoruz.

Mesela coğrafyada böyle bir iddiamız yok.

Henüz, Ağrı Dağı’nın Himalayalar’dan daha yüksek olduğunu iddia etmiyoruz.

Aslında niye Türk’ün dağı yabancının dağından daha alçak olsun.

Gene de dağ meselesinden kimseyi yargılamadık.

Düşmanlarımız özgürce Himalayaları da Mont Blanc’ı da yüceltebiliyorlar.

Sevgi insanı olduğumuzdan buna ses çıkarmıyoruz.

Tabii, işi Türkiye’de ‘Himalaya Konferansı’ düzenlemeye kadar götürürlerse adalet bakanı bunu ‘bizi arkamızdan bıçaklamak’ olarak görebilir...

Bu da onun demokratik hakkı...

Sevgi insanı olduğumuz kadar demokrasi insanıyız da.

Adalet bakanının demokrasisine saygımız sonsuz.

Demokrasiyi sevdiğimiz kadar sporu da severiz.

Sportmenliğimizi de gösterdik.

Türk düşmanı İsviçrelilerin bizi yenmesi karşısında sportmen bir çoşkuyla kabardı yüreklerimiz, onları sportmence kovalayarak dövdük.

Benim kuşkum şu, İsviçreliler Türk düşmanı oldukları için mahsustan yavaş koşup bizimkilere yakalandılar ki bütün dünya bizim sportmenliğimizi anlamayıp bizi saldırgan sansın.

Kimse de İsviçrelilerin bu Türk düşmanı komplosunu fark etmedi.

Sanırım yılın en büyük başarılarından biri, İstanbul Belediyesi’nin ‘yol’ ile ‘trafik’ arasında bir bağ olmadığını keşfetmesi oldu.

Belediye bütün yolları aynı anda kazarak kapattı ama arabalar bir yerden bir yere gitmeye devam ettiler.

Gerçi sabah evden çıkan akşam işe varıp derhal yola düşerek ertesi sabaha karşı evine ulaştı, İstanbul ahalisinin enerjisinin yüzde sekseni üretimden ziyade ulaşıma harcandı ama olsun, keşif keşiftir.

Bu, bizim ne kadar ‘keşşaf’ olduğumuzu da düşmanlarımıza gösterdi.

Dünyanın sosyal adalet anlayışına da katkılarımız oldu.

Taksim Meydanı’nı kapkaç alanı ilan ettik.

Birisinin parası var mesela, birisinin de yok, o zaman parası olmayanın, parası olanın çantasını alıp kaçması serbest.

Kapkaççı acemi çıkar da yakalanırsa, sosyal adalete uygun olarak da onu serbest bırakıyoruz.

Yeter ki kapkaççı tarih hakkında ileri geri konuşmasın.

Öyle konuşan bir kapkaççı da henüz yakalanmadı zaten.

Özgürlükler konusunda ise bir iki hatamız oldu doğrusu. En çok da ondan pişmanlık duymalıyız.

Mesela Şemdinli’de görevli insanların bomba patlatma özgürlüğüne sekte vurmaya kalkan bir çabamız görüldü.

‘İyi çocukları’ yakalayıp hapse attık.

Bu biraz üzüntü yarattı.

Bir de Edirne’de gümrüklerde rüşvet alma özgürlüğünü kısıtlamaya uğraştık.

Bu da beni üzdü ama tek tesellim o rüşvetçileri yakalayan emniyet müdürünün en kısa zamanda görevden alınacağına olan inancım.

Sağlık konusunda ise muhteşem bir performans gösterdiğimizi söyleyebilirim.

İçki içerek karaciğerlerini perişan etmek isteyen gafillere karşı belediyelerimiz bir sağlık saldırısına geçtiler.

İçki içmeyi yasakladılar.

Aynı etkinliğini şimdi değerli iktidarımızdan kolesterole karşı göstermesini de bekliyoruz.

Kasapları kapatsınlar mesela.

İnşallah önümüzdeki yıl bunu da programlarına alırlar.

‘Sınıfsız, imtiyazsız bir kitle’ olma yolunda da önemli bir hamle yaptık, toplumumuz neredeyse ‘komünal’ bir yapıya kavuştu, artık her ev herkese açık, kimse ‘burası benim evim’ diyerek bencilce bir yanılgıya düşmesin diye hırsızlara özgürlük kampanyamızı genişlettik.

Hırsızlar her eve özgürce girebiliyorlar.

Kimse karışmıyor.

İftiharla, geçen yıl şikayeti olan bir tek hırsızın bile çıkmadığını Avrupa Birliği’ne bildirebiliriz.

Tabii ‘hırsızlara özgürlük’ şiarıyla hepsini birer ‘kamusal alana’ çevirdiğimiz evlerde türban serbest olsun mu olmasın mı tartışmasını ‘Türk düşün dünyasına’ armağan etme imkanına da kavuştuk.

Bu toplumda kimsenin ‘ayrıcalıklı’ olmadığını, bir katille bir rektör arasında asla bir fark gözetmediğimizi de Van rektörünü ite kaka tutuklayarak dünya aleme gösterdik.

Hatta bu konudaki tarafsızlığımızı rektöre katillerden de kötü davranarak kanıtladık.

‘Gençlerimizi koruyalım’ kampanyasını ise askere gidip hayatını tehlikeye atmak istemeyen çocuklarımıza ‘çürük raporu’ veren bir şebeke kurarak başlattık.

Şimdilik sadece ‘babasının parası olan’ çocukları koruyabiliyoruz ama bunlar daha ilk adımlar.

Belki ilerde fakir çocukları için de bir çare düşünebiliriz.

Çürük raporlarını peşin fiyatına 16 takside bağlayabiliriz.

Bir çürük raporu alana ikincisini bedavaya verebiliriz.

Ne kadar ‘içten’ bir ulus olduğumuzu ise başbakanımız kanıtladı.

Aklına geleni söyledi.

Samimi... Neyse o... Ne düşünüyorsa onu söylüyor.

Daha içteni var mı?

Görülüyor ki, dün gece eğlentilerle kutlamalar yapmak konusunda çok haklıyız.

İçtenliğimizi, eşitçiliğimizi, sportmenliğimizi, sosyal adaletçiliğimizi, tarih ve coğrafya sevgimizi, sağlık merakımızı, gençleri koruma isteğimizi, coşkumuzu, özgürlük düşkünlüğümüzü kanıtlamışız.

İyi bir yıl olmuş.

Allah daha iyisinden korusun.
Yazının Devamını Oku

Huzurunuzu kaçıracak bir yazı...

25 Aralık 2005
Capri’deki bu ünlü mağaraya (Tişberius) sandalla girip biraz ilerledikten sonra arkanıza baktığınızda sular simsiyahtır, ileriye mağaranın diplerine, derinliklerine doğru baktığınızda ise sular berrak ve aydınlıktır. <b>Hayatla aranıza koyu bir karanlık koyup bir ışığa doğru ilerlediğiniz bir cinsellikten konuşur musunuz sık sık?

Ortak konularınızdan mıdır bu?</b>

Rahatınızı seviyorsunuz, değil mi? Huzursuz olmaktan hoşlanmıyorsunuz. Küçücük, kenarlarına çıkartmalar yapıştırılmış bir havuzun içinde oturup okyanusta olduğunuza inanmak istiyorsunuz.

‘Ben havuzumda oturayım,’ demek istemezsiniz, okyanuslara çıkıp borayla, fırtınayla, canavarlarla uğraşmak da istemezsiniz.

Ne istersiniz?

Havuzda oturup okyanusta olduğunuzu sanmak.

Ne kadar masum, ne kadar çocuksu, ne kadar anlaşılır bir ‘yanılma’ isteği.

Yarattığı sonuçların böylesine korkunç olabileceği kimin aklına gelir ki?

İnsanlar, biliyorsunuz, yanılgıların etrafında öbeklenerek kalabalıklaştıklarında küstahça bir güven duygusu geliştirirler.

Kendi yanılgılarının ‘tek gerçek’ olduğuna inanırlar.

Bu yanılgıları paylaşmayanların ise ya aptal, ya sapkın ya da hain olduğunu düşünürler.

Sokrat, böyle insanlara gerçeği anlatmaya adamıştı kendini, hiç yıkamadan giydiği pis entarisi ve çirkin yüzüyle onlara sokaklarda musallat olur, sorularla bunaltıp kendi yanılgılarıyla yüzleşmelerini sağlardı.

Sonunda onu öldürdüler.

Çünkü herkes yanılgılarla ördüğü, kalabalıkların desteğiyle ‘sağlamlaşmış’ duvarlarının içinde yaşayıp, çok akıllı ve derin bir hayat sürdüğüne inanmak istiyordu.

Siz de öyle istemiyor musunuz?

Biz çocukken tuhaf bir cümleye takılmıştık, her söylediğimizde bizi güldürürdü.

- Her şeyin bir şeyi var.

Bu anlamsız kelime kalabalığı, ‘her konuşmanın bir sınırı var’ ya da ‘bazı konular konuşulmaz’ anlamına geliyordu.

Her şeyin bir şeyi vardı.

Ama hangi şeyin nasıl bir şeyi olduğuna kim karar veriyordu, bunu bilen yoktu.

Bilinen, sınırlar olduğuydu.

Sınırları da kalabalıklar belirliyordu.

Onların ‘ahlakı’ ve ortak yanılgıları, ötesine geçilmemesi gereken çizgilerdi.

Kalabalıklara sığ bir havuzun içinde oturduklarını söylemeyecektiniz.

Ve, onlara gerçek okyanuslardan asla söz etmeyecektiniz.

Ne zihinsel ne de duygusal okyanusları görmekten hoşlanıyorlardı.

El birliğiyle oluşturdukları yapay bir insan tipi vardı, ahlaklı, dürüst, neredeyse cinsellik dışı, kurallara saygılı tuhaf bir yaratık.

Bu ‘yaratığın’ ölçülerinin dışına çıkılmayacaktı.

Bu ‘yasak’ işte yazarları deli ediyordu.

Bir kısmı insanların duygularının gizli yerlerindeki karanlık kıpırtıları anlatıp kalabalıkları görmek istemedikleri bir derinlikle karşı karşıya bırakırken, bir kısmı da doğrudan insanların ezberlenmiş davranış biçimlerine, sıkıcı ahlak kalıplarına saldırıyordu.

Charles Bukowski bu ikincilerdendi.

‘Kanun sevmem, ahlak sevmem, din sevmem, kural sevmem,’ diyordu.

‘İyi işleri olan sinek kaydı tıraşlı, kravatlı tiplerden’ de hoşlanmıyordu.

Kimlerden hoşlanıyordu peki?

‘Ümitsiz adamları severim, dişleri kırık, usları kırık, yolları kırık adamları. Adi kadınlardan hoşlanırım.’

Ve, şöyle şeyler yazıyordu.

‘ - Orada oturmuş neden Margie ile birlikte olduğumu düşünüyorsun değil mi, dallama?

Cevap vermedim.

- Yatakta müthiştir, diye devam etti, St Louis’nin batısından bu yana onun gibi düzüşene rastlamadım.’

Sevdikleri, sevmedikleri ve yazdıklarıyla insanların oluşturdukları o totemlere, yapaylıklara, anlamsızlıklara saldırıyordu.

Kırık bir cam parçasıyla teneke parçasını çizer gibi çıkardığı seslerle insanların içini karıncalandırıyor, onları huzursuz ediyordu.

Herkes kazananları alkışlarken o insanlara ‘kaybedenlerin okyanusunu’, oradaki karanlığı, öfkeyi gösteriyordu.

Bu sevilesi öfkesine, Amerikan delikanlısı üslubuna rağmen doğrusu Bukowski pek benim yazarım değildir.

Onun kızdığı ve kızdırmak istediği fazla anlaşılırdır bence.

Ben ahlaksızlık okyanusuna daha öfkesiz ama daha derin dalanları tercih ederim.

Pierre Louys ya da George Bataille bana o okyanusların daha gerçek dalgıçları gibi gözükür.

Ahlaksızlıklarında, pornografinin bazen kenarında bazen de ortasında duran anlatımlarında öfkeden ziyade, bu ahlaksızlıktan aldıkları keyfi görürsünüz.

‘Her şeyin bir şeyi’ vardır diyenlere karşı Bataille da ‘Hiçbir şeyin hiçbir şeyi yok’ der.

Sınır koymaz yazarken.

‘Simone’un endişeli bekleyişi boğa güreşinin başından sonuna kadar bitmek bilmezdi; kudurmuş gibi fırlayan boğanın dev boynuzlarının boşlukta, körü körüne kırmızı renkli kumaşa vurmasını, matadoru havaya atmasını dehşetle (tabii ki şiddetli bir arzuyu dışavuruyordu bu) beklerdi. Ve şunu da eklemeliyim ki, boğanın seri ve acımasız boynuz vuruşlarını matadorun bedeninin bir parmak yakınından, şalın altından her geçirişinde, izleyici tipik sevişme oyununun bütünlüklü bir tekrarını görüyormuş gibi bir duyguya kapılır. Ölümün kaçınılmazlığını hissetmek de buna benzer. Fakat bu olağanüstü durumlar çok nadirdir. Yani, her ortaya çıkışlarında, arenada gerçek bir çılgınlık nöbeti yaratırlar ve bu tür gergin anlarda kadınların yalnızca baldırlarını birbirine sürterek boşaldıkları da iyi bilinir.’

Ne dersiniz, böyle gergin ve vahşi anlarda kadınların baldırlarını birbirlerine sürdükleri iyi biliniyor mu gerçekten?

Yoksa o çok iyi bildiğinizi sandığınız cinsellik okyanusunun bu sahilleri size mahrem mi?

Erkekler değilse de kadınlar bunları bilseler de, bunları konuşurlar mı?

Konuşabilirler mi?

Marki de Sade’ın takipçisi olarak kabul edilen Bataille’ın ünlü eseri Gözün Hikayesi için Susan Sontag, ‘Bu kitabın bu kadar güçlü ve rahatsız edici bir izlenim bırakmasının nedeni, Bataille’ın pornografinin nihai anlamda cinselliğe değil, ölüme dair olduğunu anlamasıdır,’ der.

Ölüme benzeyen, ölümün kenarında duran, ölümle oynaşan bir cinsellik.

Tişberius’un mağarasına benzeyen bir cinsellik.

Capri’deki bu ünlü mağaraya sandalla girip biraz ilerledikten sonra arkanıza baktığınızda sular simsiyahtır, ileriye mağaranın diplerine, derinliklerine doğru baktığınızda ise sular berrak ve aydınlıktır.

Hayatla aranıza koyu bir karanlık koyup bir ışığa doğru ilerlediğiniz bir cinsellikten konuşur musunuz sık sık?

Ortak konularınızdan mıdır bu?

Yoksa bütün bunları içten içe çok merak etmenize rağmen ‘her şeyin bir şeyi’ mi vardır?

Bunlardan konuşmak bozar mı huzurunuzu?

Sizin havuza sığmaz mı bunlar?

Ama bütün bunları da çok iyi biliyormuşsunuz gibi davranmak da istiyorsunuz.

Öyle değil mi?

Buna pek de cevap vermek istemeyeceksiniz.

‘Her şeyin bir şeyi var’ çünkü.

Nelerin yazılacağını, nelerin konuşulacağının sınırını siz koyacaksınız.

Siz, ‘kutsal kalabalıksınız.’

Bir havuzda oturup bir okyanusta yüzdüğünüzü sanacaksınız.

Havuzun dışına çıkanları, gerçekten okyanuslara dalanları ve okyanusları sizlere de gösterenleri ayıplayacaksınız, lanetleyeceksiniz.

Duyguların, cinselliğin, hayatın, ölümün derinliklerine bakmayacaksınız.

Kendi ahlakınızdan, kendi duygularınızdan, kendi düşüncelerinizden çok eminsiniz; siz nerede duruyorsunuz durulması gereken doğru yer orasıdır, sizin durduğunuz yerde durmayanlar yanılıyorlardır.

Sizin durduğunuz yer bu kadar doğru da niye ansiklopediler sizden değil de ‘yanlış yerde’ duranlardan söz ediyor sizce?

Boğa güreşi sırasında kadınların baldırlarını birbirine sürttükleri iyi bilinirmiş.

Bilinir mi gerçekten.

Yoksa her şeyin bir şeyi mi vardır?

Böyle şeyler bilinmemeli, söylenmemeli, yazılmamalı mıdır?

Biliyor musunuz, ölürken hayat hakkında ne düşüneceğinizi çok merak ediyorum.

Eğer düşünmeye vaktim olursa, sanırım, ben şöyle düşüneceğim:

Hiçbir şeyin hiçbir şeyi yoktur ve kadınlar baldırlarını birbirine sürterler...
Yazının Devamını Oku

Bir erkeğin kulakları ve karısı

18 Aralık 2005
Anna Karenina sakin, huzurlu, saygıdeğer, güvenli bir hayata ihtiyaç duyduğunda bütün istediklerini ona sağlayacak olan zengin bir devlet görevlisi olan kocasının kulaklarının çirkinliğini hiç fark etmez. <b>Ama duyguları bir zaman sonra başka bir şeye ihtiyaç duyacaktır.

Huzursuzluğa, belirsizliğe, altüst oluşa, aşka, acıya...

O vakit, yakışıklı, çekici, onun hayatını karmakarışık edecek bir subay çıkacaktır ortaya.
</b>
Anna Karenina, yakışıklı bir subaya aşık olduktan sonra soylu kocasının kulaklarının büyük ve çirkin olduğunu fark eder birdenbire. Tolstoy’un kitabındaki bu basit, sıradan gözlem edebiyat tarihinin en çok söz edilen, tartışılan, yorumlanan sahnelerinden biri olur.

Peki nedir böylesine harcıalem, hepimizin hayatının bir yerinde mutlaka yaşadığı bir olayı bunca değerli kılan?

Onca parlak sayfanın, anlatımın, bir duman gibi tüte tüte kıvrılarak hayatların içine sızan acının, psikolojik analizin arasından süzülüp geçerek zihnimize yerleşen bu önemsiz saptamayı böylesine önemli kılan, bunun bizim içimizde bir yere kuvvetli bir darbeyle çarpması olmalı.

Hepimiz kimi zaman ürkerek, kimi zaman da umutla değiştiğimizi ve değişeceğimizi fark ederiz.

Bu küçük sahne, içimizdeki o olağanüstü ve esrarengiz değişimin en somut, en katı biçimde ortaya çıkışını anlatır bize.

Artık o kadının kocasını sevmediğini, onun kulaklarının çirkinliğini fark etmesinden anlarız.

Kadın değişmiştir.

Kocasının kulakları da her zamanki gibi durduğu halde sırf kadının duyguları değiştiği için birden çirkinleşmiştir.

Bunu anlamak hepimizin kendimizi tehlikede hissetmemize yol açar.

Bir gerçeği görürüz çünkü.

Karşımızdakinin duygularına göre bizim de biçim değiştirebileceğimizi, sesimizin, bakışımızın, gözlerimizin, kulaklarımızın, vurgulamalarımızın, gülüşümüzün, jestlerimizin biz hiç farkında olmadan bir başkasının zihninde her zamankinden daha farklı biçimlere girebileceğini, hiç bilmediğimiz bir anda çirkinleşiverebileceğimizi sezeriz.

Bu gerçeğin korkunçluğu bütün bunların bizim irademizin dışında olmasıdır.

Müdahale edemeyiz.

Biz suya atılan bir taş gibiyizdir, görüntümüz bir başka insanın zihnine düşer ve orada bizim daha önceden tahmin edemeyeceğimiz dalgalanmalar yaratır.

İşin dehşet verici yanı ise her defasında bir başka biçimde dalgalanmalar yaratabilecek olmasıdır.

Aynı şey bizim zihnimiz için de geçerlidir.

Sevdiğimiz bir insanın her zaman beğeniyle izlediğimiz bir davranışı bir gün bize çok itici gelebilir.

Duygularımız değiştiği zaman, onun o davranışı da zihnimizde bir başka şekle girmiştir.

Sanki insan zihni küçük bir güneş sisteminin güneşi, çevresindeki her şey de onun uydusudur, onun etrafında döner ve o küçük bir sapma yaptığı zaman çevresindeki bütün uyduların ışıkları, ısıları, o küçük sistemdeki yerleri değişiverir.

Böylece hepimiz birbirimizin güneşi ve uydusu oluveririz.

Bu, sonsuzluğu ile bizi şaşırtan evrenden bile daha belirsiz bir karmaşa yaratır hayatımızda.

Gerçeğin ne olduğunu anlamakta zorlanırız.

Yaşadığımız bütün hayat, tanıdığımız bütün insanlar bitmemiş bir resmin parçalarıdır sanki, içimizdeki esrarengiz ressam onların görüntüsünü bir iki fırça darbesiyle her an değiştirebilir.

Hiçbir şey kesin değildir artık.

Duygularımız her kıpırdadığında hayat da kıpırdayacaktır.

Biçim değiştirecektir.

Aynı insana değişik zamanlarda, değişik duygularla baktığımızda onu değişik biri olarak göreceğiz demektir bu.

Sevdiğimiz insanın aslında nasıl göründüğünü, sesinin nasıl olduğunu, başkalarının onu nasıl gördüğünü ve yarın bizim onu nasıl göreceğimizi hiç bilemeyeceğiz.

Sihirli bir denize düşmüş bir kazazede gibiyiz, ejderhalar deniz kızına, yunuslar köpekbalıklarına, altın yapraklı palmiyeleriyle bizi çağıran beyaz kumsallar tehlikeli girdaplara dönüşebiliyor.

Aklımız her şeyi nasıl kesinleştirmek, netleştirmek, berraklaştırmak isterse duygularımız da her şeyi o kadar belirsiz, güvenilmez, karmaşık kılıyor.

Nasıl oluyor bu?

Duygular nasıl böyle değiştirebiliyor her şeyi?

Sanırım, duygularımızın aynen bedenimiz gibi bazı ihtiyaçları var, bazen canımız çok tatlı bir şey çeker, büyük bir ihtimalle bedenimiz yaşamını sürdürebilmek için o sırada tatlının içindeki bir maddeye ihtiyaç duymaktadır ve bir gün önce çok severek yediğimiz acılı bir yemek o anda bize çok itici gelir.

Duygularımızın da ihtiyacı böyle canlı bir beden gibi değişiyor.

Anna Karenina sakin, huzurlu, saygıdeğer, güvenli bir hayata ihtiyaç duyduğunda bütün istediklerini ona sağlayacak olan zengin bir devlet görevlisi olan kocasının kulaklarının çirkinliğini hiç fark etmez.

Ama duyguları bir zaman sonra başka bir şeye ihtiyaç duyacaktır.

Huzursuzluğa, belirsizliğe, altüst oluşa, aşka, acıya...

O vakit, yakışıklı, çekici, onun hayatını karmakarışık edecek bir subay çıkacaktır ortaya.

Hayat, duyguların ihtiyaçlarına göre Anna Karenina’nın bütün algılamalarını değiştirecek, eskiden beğendiklerini beğenmeyecek, eskiden istediklerini istemeyecek ama eskiden yanına bile yanaşmaktan korkacağı bir maceraya şimdi kendini atabilecektir.

Kocasının kulakları büyüyüp çirkinleşecektir.

Aynen bedenimizin ihtiyaçlarına göre değişen iştahımız ve istediklerimiz gibi duyguların ihtiyaçlarına göre de algılarımız ve haz aldıklarımız değişecektir.

Duygusal ihtiyaçlarımızın hangi patikalardan geçerek şekillendiğini bilmiyoruz.

O yüzden kendimizi izlememiz, bir sonraki adımın ne olacağını önceden saptamamız pek mümkün değil.

Ne zaman ne isteyeceğimizi, neye ihtiyacımız olacağını önceden kestiremeyiz.

Ama bilebildiğimiz, en azından sezebildiğimiz tek gerçek, duygularımızın aynı ruh hali içinde kalamayacağı, o anda hangi hazlardan besleniyorsa mutlaka onun dışında hazlar isteyeceği ve arayacağıdır.

Bu haz arayışlarını, bu arzuları her zaman gerçekleştirmesek de bunların varlığını da yok edemeyiz.

Bunların etkisi çevremizin ışığını başkalaştıracak, gerçeklerin biçimini, çırpıntılı bir havuza düşen bir gölge gibi an be an değiştirecek, sınırlarını belirsizleştirecektir.

Kendimize ve arzularımıza şaştığımız; bütün hayatı aklın keskinliğiyle netleştirip, bir anlamda basitleştirmek alışkanlığımızın çürük bir tekne gibi kayalıklara çarpıp dağıldığı, anlaşılmazlığın ortaya çıktığı zamanlardır bunlar.

Böyle zamanlarda kendimizi korkuturuz.

Hayaller kurarız.

Hayattan yakınırız.

Nedenini tam da kavrayamadığımız şikayetlerimiz artar, sevme maceralarıyla, duygu patlamalarıyla dolu filmler bizi heyecanlandırır, yaşamak isteyip de yaşayamadıklarımızı ekranlarda seyretmekten acıklı bir tatmin yaratamaya uğraşırız.

Bazen de uyuveririz isteklerimize.

Tüm hayatımız değişir.

Zevklerimiz, isteklerimiz, beklentilerimiz başkalaşır, sakin bir kadının delice bir serüvene atlamasına şahit olduğumuz gibi hayatı delidolu maceralarla geçmiş birinin de aniden evine kapandığını ‘çılgın kalabalıklardan’ uzaklaştığını görürüz.

Yaşadığımız hayatın gerçeğini duygularımız belirler.

Severken sevmez olmamızın, hiç sevmediklerimizden aniden hoşlanmamızın gerisinde yatan sanırım duygularımızın o karanlık, belirsiz alemindeki iştah sapmalarıdır.

Duyguların değişen ihtiyaçları ve o ihtiyaca göre belirlenen iştahıdır.

Aklın, ahlakın, geleneklerin, kuralların, eğitimin gücünü kaybettiği, bildiğimiz her şeyin başka bir biçime dönüştüğü, görüntülerin bizi şaşırttığı, büyülü bir alemin kapılarının bize açıldığı anlar işte bu ihtiyaçların değiştiği anlardır.

Anna Karenina’nın kocasının kulakları böyle zamanlarda büyür.

Ve, bütün bunları sadece tek bir cümlede anlatabildiği için de insanlar Tolstoy’un o satırlarını hep tekrarlarlar.
Yazının Devamını Oku

Bir dáhi, bir çılgın ve çocuklar

12 Aralık 2005
Charles Dickens, 58 yaşında öldüğünde, onun kısa bir biyografisini yazan Zweig’ın anlattığına göre, ‘Bütün İngiliz dünyasını bir baştan bir başa kateden bir çatlak meydana gelmiştir sanki. Sokaklarda birbirini tanımayan insanlar birbirlerine ondan söz edip durmuşlardır. Bütün Londra’yı ancak kaybedilen bir savaştan sonra görülebilecek derin bir keder dalgası sarmıştır’. Kırmızı ışıklar yandığında arabaların etrafına kümelenen o kirli saçları tarazlanmış, gözleri aç kuşlar gibi bakan, kimsesiz, pejmürde çocukları ne zaman görsem hep bizim de bir Charles Dickens’a ihtiyacımız olduğunu düşünürüm.

Kendi çocukluğu da felaketler ve acılar içinde geçmiş olan 19. yüzyılın bu büyük romancısı, hırpalanmış çocukların dünyasını eşi bulunmaz bir sevgi ve mizahla anlatmayı becermiş, Oliver Twist adlı kitabıyla İngiltere’nin bu sahipsiz çocuklara bakışını değiştirip belki de birçok çocuğun hayatını kurtarmıştı.

Deniz Kuvvetleri’nde muhasebeci olan babası para konusunda hem hırslı hem beceriksiz olduğu için borçları yüzünden hapse girince küçük Charles da okuldan ayrılmak zorunda kalmış, rutubetli fabrikalarda çalışan binlerce diğer çocuğa katılarak acıdan sızlayan elleriyle teneke kutulara ayakkabı boyaları doldurmuştu.

Daha sonra babası hapisten çıkınca yeniden okula döndü.

Okulu bitirdikten sonra bir süre parlamentoda katiplik yapıp, oradan romancılıktaki büyük ününe rağmen hayatı boyunca hep seveceği gazeteciliğe geçti.

Denemeler ve öyküler yazmaya başladı.

Ve, yirmi beş yaşında Pickwick’in Serüvenleri’ni yayınlayarak edebiyat tarihinin belki de en erken şöhrete erişen romancılarından biri oldu.

İngilizlerin, ilk yazılarında kullandığı imzayla kısaca ‘Boz’ demeyi sevdikleri Dickens, eşine çok az rastlanan bir şekilde sevildi okuyucuları tarafından, ilk kitabından itibaren okuyucular ona neredeyse çılgınca bir aşkla tutuldular.

Pickwick’in Serüvenleri fasiküller halinde çıkarken insanlar postacıların evlere kadar gelmesini bekleyemez, onları karşılamak için köy çıkışlarında, kasaba yollarında, köşebaşlarında toplanırlardı.

Konferanslarına katılmak isteyenler daha geceden sıraya girerler, çevre lokantalar bu dinleyicilere servis yaparlar, salonlar dinleyicileri almadığında kiliseler kapılarını yazara açarlardı.

Elli sekiz yaşında öldüğünde, onun kısa bir biyografisini yazan Zweig’ın anlattığına göre, ‘Bütün İngiliz dünyasını bir baştan bir başa kateden bir çatlak meydana gelmiştir sanki. Sokaklarda birbirini tanımayan insanlar birbirlerine ondan söz edip durmuşlardır. Bütün Londra’yı ancak kaybedilen bir savaştan sonra görülebilecek derin bir keder dalgası sarmıştır.’

Victoria Çağı’nın biraz yorgun ve epeyce tutucu ortamında yaşayan Dickens, politikayla, burjuva yaşamıyla ilgili çok sert eleştirilerine rağmen Zweig’ın deyimiyle, ‘19. yüzyılın, kişisel görüşleri çağının entelektüel ihtiyacıyla çakışan biricik büyük yazarıdır.’

Kendisi de yasak aşklar yaşamasına, hayatı bu aşklarla sarsılmasına rağmen dönemin ahlak anlayışıyla Dickens’ın yazdıkları çok fazla çatışmazdı, şehvet, cinsellik, insanın ruhunun karmaşık çelişkileri onun kitaplarında çok fazla yer bulmazdı.

O, sevginin, merhametin, şefkatin yazarıydı, kötüler cezalarını bulurlardı ama anlattıklarını ‘pırıl pırıl, yaldızlı bir nükte yeteneğiyle ve olağanüstü bir şiir gücüyle anlatırdı.’

Belki de ‘saflığı, sevgiyi’ anlatmaktaki o büyük yeteneği nedeniyle özellikle çocukların bozulmamış dünyasına çok iyi nüfuz edebiliyor, kendi çocukluk anılarından beslenen hayalgücüyle onların hayatını çok iyi anlatıyordu.

Unutulmaz karakterlerinin birçoğu çocuklardı.

Hatta, yazarken çok sevdiği Nell isimli küçük kızı, büyüyüp bozulmasına izin vermemek için öldürdüğü bile söylenirdi.

Dickens belki de bu derece ‘iyi’ ve döneminin ahlakıyla uyumlu olduğu için çok istediği büyük trajedileri yazamamış, hiçbir zaman Balzac’ın, Dostoyevski’nin düzeyine erişememişti, ‘Dostoyevski ve Balzac sezgi ile yaratırlarken, Dickens yalnızca taklitle yaratabilmişti.’

Şaşırtıcı bir göz hafızası vardı ve gördüğü hiçbir şeyi unutmuyordu, bu hafıza parlak bir anlatım gücüyle birleştiğinde anlattığı dünyanın bütün ayrıntılarını onun yazılarında görebiliyorduk.

‘Kendi çocukluk sevinçlerini ve acılarını hiçbir yazarın yapamadığı şekilde ölümsüzleştirmiş; hep terk edilmiş, ürkütülmüş ve hayal dünyasında yaşayan oğlanı anlatmıştır bize. Bir öksüz gibi annesi babası tarafından terk edilmiş olan o çocuğu.’

Dickens, çocukken yediği darbelerle içinde bir bronz levha gibi şekillenen acılarını, o muhteşem mizah gücüyle birleştirerek çocukları anlatmaya başladığında, insanlığın trajedisini anlatmak konusunda gerisinde kaldığı diğer bütün büyük yazarlardan ayrılarak eşsizleşmeyi başarmıştır.

‘Çocuk kahramanların, insan hayatının ilk yıllarına ait o neşeli ya da kederli hikayelerin dünya edebiyatında ölümsüz bir yeri vardır’ der Zweig onun eserleri için.

İncil’den sonra yeryüzünde en çok satılan kitapların bu ‘ahlaklı, çocuksu’ yazarının en tanınmış kahramanlarından Oliver Twist, bu yazarla hiçbir benzerliği olmayan çılgın bir rejisör olan Roman Polanski tarafından geçenlerde filme çekildi.

Daha film akademisinde öğrenciyken çektiği ‘Sudaki Bıçak’ filmiyle üne kavuşup Polonya’dan Hollywood’a transfer olan Polanski ile Dickens arasındaki tek benzerlik belki de çocukluk acılarıydı.

Hayat hikayelerinin gerisi birbirine hiç benzemiyordu.

Polanski’nin çok sevdiği karısı, cinayeti ayin olarak kabul eden vahşi bir tarikatın çiftliklerine yaptığı bir baskında öldürülmüştü.

Polanski o gece evde olmadığı için hayatını kurtarmış ama bu şiddetli acının izlerini hep ruhunda taşımıştı.

Hayatı, şımarık Amerikalı starlarla yaptığı çatışmalarla geçmişti.

Polanski’nin ‘Roman’ isimli otobiyografisinde anlattığına göre, Chinatown filminin çekimi sırasında bir gün Jack Nicholson sete gelmemişti. Herkes hazırlanmış bekliyordu ama Nicholson kendisine haber gönderilmesine rağmen karavanından çıkmıyordu.

Polanski yardımcılarına, ‘Ne yapıyor karavanında’ diye sormuştu.

- Taraftarı olduğu takımın basket maçını seyrediyor. Maç bitmeden gelmeyecekmiş.

Setteki herkes Polanski’nin de Nicholson’un da çılgın olduğunu biliyor, bir olayın patlayacağını hissediyordu.

Nicholson’un televizyonda maç seyrettiğini duyan Polanski eline bir beyzbol sopası alarak ünlü artistin karavanına hızla girmiş, herkesin şaşkın bakışları arasında vura vura televizyonu parçalamıştı.

O güne dek kimsenin kendisine böyle davranmaya cüret edemediği Nicholson, televizyonunun kıvılcımlar saçarak parçalanmasını dehşetle izledikten sonra hızla karavanından dışarı fırlamış ve kalabalığın ortasında çırılçıplak soyunmuştu.

Sonra da o halde arabasına binip seti terk etmişti.

Polanski de sinirle kendi arabasına binip yola koyulmuştu.

Bir kırmızı ışıkta arabaları yanyana durmuştu.

Birbirlerine bakıp kahkahalarla gülmeye başlamışlardı.

Herkes ‘Artık film çekilmez’ derken, onlar ertesi sabah hiçbir şey olmamış gibi neşeyle sete dönüp çekime devam etmişlerdi.

Bir defasında da pancurları yarı yarıya kapalı bir odada çekim yaparken, o loşluk içinde ışıklar Faye Dunaway’in saç topuzundan fırlayan tek bir saç telini parlatmış, o tek telin parıltısı sahnenin bütün atmosferini bozmuş, her bakanın önce saç telini göreceği garip bir dikkat odağı haline gelmişti.

Dunaway’in saçlarını defalarca taramışlardı.

Ama her seferinde aynı saç teli topuzdan fırlıyordu.

Polanski yerinden sakince kalkmış, Dunaway’in yanına gidip aniden o saçı çekip kopartmıştı.

Dunaway yerinde tepinerek bağırırken, Polanski hayatında daha önce hiç duymadığı ne kadar çok küfür olduğunu keşfetmişti.

Daha sonra reşit olmayan bir kızla yattığı için mahkemeye verilmiş ve Amerika’dan kaçmak zorunda kalmıştı.

Neredeyse bütün hayatı boyunca zorluklarla karşılaşan, ‘en büyük ödülleri aldıktan sonra bile film çekmek için para bulmakta zorlanan,’ her filminden sonra eleştirmenlerin ‘bir önceki filmi daha iyiydi’ diye yazmasından bıkan Polanski şimdi yetmiş iki yaşına geldi.

Ve, karmakarışık geçen hayatında en çok hesaplaşmak istediği yere çocukluğuna döndü ve orada, dünyanın bütün dáhilerini, çılgınlarını, serserilerini aynı coşkuyla kucaklayan çocuklar aleminin o sihirli dünyasında oraları en iyi anlatan dáhi bir İngilizle buluştu.

Şimdi ikisi elele ışıklar içinde parlayan sevinçlerini ve kederlerini anlatıyorlar çocukların.

O yoksulların, o yetimlerin, o ‘anneleri babaları tarafından bir öksüz gibi’ terk edilenlerin.

Belki de hepimizin bu dünyadan ayrılmadan önce son bir kez daha uğramadan edemeyeceğimiz o ilk durakta, çocukluğumuzdalar birlikte ve onların anlattığı o yoksul yaşamı en iyi bilenler, o gözleri aç kuşlar gibi bakan pejmürde çocuklar, kendilerini anlatan bir dáhiyle bir çılgının anlattıklarını hiçbir zaman göremeyecekler.

Hiçbir sinemaya almazlar çünkü o çocukları.
Yazının Devamını Oku