Doğrusu, erkeklerin sevişmek istedikleri kadınları önce lokantaya götürüp "beslemesinde", yeni yeni birlikte olan kadınlarla erkekler arasındaki ilişkide "akşam yemeği, sevişme" kalıbının bulunmasında da, ben geçmişin alışkanlıklarını görmeye yatkınım. Geçen yüzyılın başlarındaki savaşlarla, ihtilallerle çalkalanan o karmakarışık günlerde çeşitli maceralardan geçen iki kızkardeş çağın en parlak şairlerinden ikisini kendilerine aşık etmeyi başarmıştı.
Sovyet ihtilalinden kaçarak Paris’e gelen Elsa Triole, küstah ve kendini beğenmiş genç Aragon’un dünyasına bütün duygularını altüst eden bir kasırga gibi girmişti.
Aralarındaki edebi çekişmelerle, ilişkilerine yansıyan başkalarına ait gölgelerle huzursuz ama tutkulu yıllar geçirdiler, Aragon edebiyat tarihine geçen ünlü "mutlu aşk yoktur" dizesiyle biten şiirini Elsa için yazdı.
Sovyetler’de kalan diğer kardeş, Lilia Brik ise, devrimin "ilahlarından" Mayakovski ile büyük bir aşk yaşadı.
İki unutulmaz şairin hayatlarına girip onları iliklerine kadar sarsacak denli güçlü bu iki kadından Elsa Triole, kahramanı "erkek" olan "Beyaz At" isimli bir roman yazdı.
Benim gençlik yıllarımın en etkileyici kitaplarından olan bu romanda Elsa, bilerek ya da bilmeyerek, erkeklerle ilgili çok önemli bir "sırrı" ortaya çıkarıyordu.
Romanın yakışıklı kahramanı Michel, sürekli hayatını değiştiriyor, yeni bir işe başlıyor, tam başladığı işte zirveye ulaştığında bırakıp başka hayata geçiyordu.
"Ele geçirdiğinden" çok ele geçirmekle, "kazandığının nimetlerinden" çok kazanmakla ilgili gözüküyordu.
Milyonlarca yıl önce "mağara devrinde" yaşayan "avcı" ataları gibi hayatın içinde avını arayarak dolaşıyor, hiçbir avın başında fazla oyalanmıyordu.
Ve, Triole bize sanki erkeğin "temel içgüdüsünü" anlatıyordu.
Olağanüstü sezgilerine, hayatın incecik kıvrımlarında itinayla yürürken edindikleri eşsiz tecrübelerine, duygusal zekalarının şaşırtıcı yoğunluğuna karşılık "erkek" sözcüğünün ardındaki gerçeği bir türlü göremeyen, zaman zaman çaresiz ve acılı bir çocuğa dönüşen kadınlara aradıkları cevapların çoğunu edebiyat verir zaten.
Hayatın kendisi bile, hayatı ve insanları edebiyat kadar berrak ve açık anlatamaz çünkü.
Evrenin sırrını çözecek formülü keşfedip de en basit matematik problemlerini yapamadığı için arkadaşından yardım isteyen Einstein gibi birçok zor gerçeği saklandığı yerden çıkartan kadınların "basit erkek formüllerini" bulabilmeleri için edebiyat gerekiyor.
"Beyaz At" kadınların bir türlü açmayı beceremedikleri "erkekler dünyasının kapısını" aralıyor biraz.
Belki yanılıyorum ama bence o romanda milyonlarca yıl önceki erkeklerin günümüze yansıyan gölgesini yakalıyor Triole.
Erkeklerin "büyük" sırrı da zaten sanırım milyonlarca yıl öncede yatıyor.
Kadınlarla erkekler arasındaki en temel ve en keskin farkın hayata ve ruhumuza vurduğu damganın izi o çağlara gidiyor.
Mutluluklarını ve mutsuzluklarını birbirlerine borçlu olan bu iki cins arasındaki ilişkiyi en belirleyici özellik, bugün en çok küçümsenen, en önemsiz görünen özellik bence:
Fiziksel güç...
Bunun nasıl bir fark yarattığını anlamadan cinsellikler dünyasının karanlık patikalarından düşmeden geçmek pek mümkün değil.
Milyonlarca yıl önce, dinozorların, saldırgan hayvanların, yırtıcı kuşların dolaştığı, insanların mağaralarda saklandığı dönemde yiyecek, ancak o iri ve vahşi hayvanları avlayarak sağlanıyordu.
Taş baltalar, ucu sivriltilmiş dallardan oluşan mızraklarla o hayvanları avlayabilmek için ciddi bir kas gücü, hız ve çeviklik gerekiyordu.
Kadınların güzel ama zayıf bedenleri bu iş için uygun değildi.
Sadece bebeklerine bakabilmek için değil, dışarıdaki vahşi dövüşe güçleri yetmediği için de mağaralarında oturup beklemek zorundaydılar.
Mağaralar kadınların oldu böylece.
Erkekler oraya akşamları geliyorlardı.
Kadının "bekleyen", erkeğin "gezen" rolleri onların bedensel yetenekleriyle belirlendi.
Adam hayvanı avlıyordu, yiyeceği vardı.
Kadının, adamın yiyeceğini paylaşabilmesi için ona bir şey vermesi gerekiyordu.
Verecek, bedeninden başka bir şeyi bulunmuyordu.
Erkeğin kadını "hoş tutmaya" ihtiyacı yoktu, onun paylaşılacak yiyeceği vardı, bir hayvanı avlayacak kadar "güçlü" olmak bir kadını kazanmak için yeterliydi onun için.
Ama kadın?
O ne yapacaktı?
Erkek bir kadın bulabilmek için diğer erkeklerle yarıştığında tek amacı en güçlü olmak, en büyük avı vurmaktı, kadın o avı erkekten alabilmek için diğer kadınlarla nasıl rekabet edecekti?
Daha güzel, daha süslü, daha yumuşak, daha çekici olarak elbette.
Yiyeceğe ve kadına sahip olabilmek için "erkeğe" güç yetiyordu, kadın ise yiyeceğe sahip olabilmek için önce erkeğe sahip olmak zorundaydı ve bunun için güç dışında kalan bütün özelliklerini geliştirmek zorundaydı.
Güzelleşmeyi, erkeği övmeyi, onu kızdırmamayı, alttan almayı öğrendi.
Erkek, saatlerce bir ağacın dibine saklanmayı ya da günlerce bir avın peşinden yürümeyi becerirken "sabırlı" olmayı ruhuna yerleştirdi.
Kadın ise akşama mağarasına bir erkeğin ve yiyeceğin gelip gelmeyeceğini bilmiyordu, avı bulan erkek bunu başka bir kadınla paylaşabilirdi, her günü merakla, telaşla, sabırsızlıkla geçirir oldu.
Bu telaşlı merakın huzursuzluğundan kurtulmak için erkeğin "akşama geleceğine" dair söz vermesini istiyordu, kendini güvende hissetmesi için bir güvenceye ihtiyacı vardı.
Bütün gün dolaşan, avlanan, değişik kadınlarla karşılaşan erkek, elinde paylaşacak bir av bulunduğu sürece istediği kadınla birlikte olacağını kestiriyor, güvence vermekten hoşlanmıyordu. Belki o akşam daha hoşuna giden bir kadına rastlardı.
Gezmeyi, diğer erkeklerle yarışmayı, her gün değişik maceralar yaşamayı, her av seferinde yeni zaferler kazanarak gücünü kanıtlamayı sevdi.
Onun aynı yerde tutmak mümkün olamıyordu.
Hep aynı yerde durduğunda avlanamıyor, macera yaşayamıyor, gücünü kanıtlayamıyordu.
Kalın bilekleri ve keskin silahlarıyla korkutucuydu ve kadınlar ruhlarına yerleşen, en derinlerinde varlığını hep sürdüren korkuyu, erkekten korkmayı, onun kızgınlığından ürkmeyi ta o zamanlardan miras aldılar.
Bugün, iki bağımsız, eşit, birbirlerine "av" için muhtaç olmayan kadınlarla erkeklerin oluşturduğu ailelerde bile "yatıştırıcılığın" genellikle kadına düşmesinde, bu tuhaf ve anlaşılmaz "rolde" sanırım hálá milyonlarca yıl öncenin izleri var.
Doğrusu, erkeklerin sevişmek istedikleri kadınları önce lokantaya götürüp "beslemesinde", yeni yeni birlikte olan kadınlarla erkekler arasındaki ilişkide "akşam yemeği, sevişme" kalıbının bulunmasında da, ben geçmişin alışkanlıklarını görmeye yatkınım.
Erkek, sevişmeden önce "beslemesi" gerektiğini ruhuna kazınan bilgilerle biliyor, kadın ise önce yemek yenmesini, kendisine ne tür bir "av" sunulacağını görmeyi milyonlarca yıl önceki ninelerinin deneyimlerinden kendisine kalan mirasla istiyor.
Mağara devrini ve "fiziksel güç" farkını bilmeden bugünkü erkeği anlamak kolay olmaz.
Ne kadar uygarlaşırsa uygarlaşsın, erkek henüz o dönemin alışkanlıklarını tümüyle unutmuş değil.
Bizim için milyonlarca yıl çok uzun olsa bile, kainatın neredeyse sonsuz mekanı ve zamanı içinde bu çok kısa bir süre çünkü.
Erkek hálá bir kadını etkilemek için zarafetten ve "hoşluklardan" ziyade gücüne güvenir, her yeni tanışmada uzun uzun kendisini, başarılarını, zekasını anlatması bu güçlülük gösterisinin parçasıdır zaten, bütün erkeklerin böyle yaptığını bilmeden yapar bunu, kadınların bununla gizli gizli alay ettiklerini aklına bile getirmez.
Kadınlara kıyasla çok daha sabırlıdır.
Her akşam gelecek "av etini" garantiye almak isteyen kadının aksine, sırtında av etiyle mağara mağara dolaşmayı, bu "eti" hakedecek daha iyi biri olup olmadığını araştırmayı tercih eder.
"Avı" paylaşmadan önce övülmeyi bekler.
Gücünü kanıtlamak, sürekli güçlü kalabilmek için maceraya, onu hep dikkatli kılacak, her an tetikte durmasını sağlayacak heyecana ihtiyacı vardır.
Paylaşacak bir "avı" olduğuna inandığı sürece kabalaşmanın sınırında gezinmekten kaçınmaz.
Kadınların büyük çoğunluğu hayatlarının önemli kısmını böyle "yabani" bir yaratığı "evcilleştirmeye" uğraşmakla geçirir ve hep "bütün çabalarıma karşın niye evcilleşmiyor, niye güven vermiyor, niye hep mağarada, yanımda oturmuyor" diye sorarlar.
Sanırım, bir erkeği mağaranın içinde tutmanın bir tek yolu vardır.
"Avın ve maceranın" mağaranın içinde olmasını sağlamak.
Hayatı "av sahası" ve "mağara" diye ikiye bölen erkeğin alışkanlıklarını kıracak, aklını karıştıracak, geçmiş deneyimlerini unutturacak bir şok yaşatmak.
Ama "sabırlı" birinin alışkanlıklarını, "sabırsız" birinin değiştirmesi çok zordur.
Zaten o yüzden de, kadınlar kendi "alışkanlıklarını" değiştiremedikleri için erkeklerin alışkanlıklarını değiştiremezler.
Her şeyin çok çabuk olmasını isterler.
Erkekler için hiçbir şey o kadar çabuk olmaz.
Onlar milyonlarca yıl bir ağacın altında beklediler.
Elsa Triole, karşılaştıklarında Fransa’nın en başarılı şairlerinden biri olan Aragon’a "komünizmi" öğretmiş, ihtilal karmaşasından çıkıp tek başına Paris’e gelecek kadar güçlü ve kararlı oluşuyla onu şaşırtmış, ona hem cinsellik hem edebiyat alanında meydan okuyarak onun kendi gücüne olan güvenini hırpalamış, onu gerektiğinde övdüğü gibi gerektiğinde eleştirmiş, onun gücünden korkmamış ve edebiyat tarihine geçecek bir aşk yaşamıştı.
Bütün alışkanlıkları depreme uğrayan Aragon ise "mutlu aşk yoktur" diye yakınırken Elsa’dan kopamamıştı.
Elsa da oturup "Beyaz At"ı yazmıştı.
Milyonlarca yıl önceki alışkanlıklarını sürdüren çağdaş bir erkeği anlatan romanını.
Hep giden, hep giden, hep giden, hep yeni maceralar arayan bir erkeği.
Belki de Elsa bunu anlatabildiği, bu gerçeği gördüğü için Aragon bir yere gidememiş, gitse de Elsa’ya geri dönmüştü.