Yararlı ve gerekli şeyler yaptım.
Yaptıklarımı hiç sevmedim.
Yararsız olanlar mutlu etti beni.
Beni onlar eğlendirdi.Işıklar içinde bir kış günü yaşıyor İstanbul. Neredeyse ılık, ısıtan bir güneşin beklenilmeyen sıcaklığını hissederek Göztepe’nin arka sokaklarında yürüyorum.
Bu sokaklar benim için hayallerle ve hayaletlerle dolu.
Birçoğunun aksine hayaletlerden korkmam, aksine severim onları, artık kaybetmiş olduklarıma hálá sahip olabilmemi, onlarla konuşabilmemi, onları özleyebilmemi sağlarlar.
O kadar çoklar ki...
Bu sokaklar kaybettiklerimle dolu, buralarda gezinirken yıllar içinde ne çok insanı düşündüm.
Birçoğu artık ne bir hayal ne de bir hayalet.
Yoklar.
Kaybedince kaybetmiyorsun belki de, bir gün unuttuğunda, yüzünü hatırlamadığında, adını söylemek içinde bir kıpırtı yaratmadığında kaybediyorsun onları.
Unutmak kaybettiriyor.
Bir köşeyi döndüğümde güneşi kesen yüksek bir binanın gölgesinde kalan bir bahçede yanyana iki portakal ağacına rastlıyorum.
Bu sokaklarda ilk on yıl önce portakal ağacı gördüğümde bir bahçe duvarına oturup seyrettikten sonra bir yazı yazdığımı hatırlıyorum.
Yanlış bir zamanda yanlış bir yerde duran, dallarının ucunda parlayan turuncu yuvarlaklarıyla sihirli gibi gözüken, koyu yeşil yapraklı bu ağaçlar bende hep onları anlatma isteği uyandırır.
Sevdiğim görüntüleri uzun uzun anlatmayı, eskilerin deyimiyle tasvir etmeyi de severim ben, gözlerimin önünde varolan bir ağacı, bir manzarayı, güzel bir akşamüstünü onları görmeyenlerin zihinlerinde de var etmeye uğraşmak, minik ve çaresiz harfleri yanyana dizerek bir portakal yapmak, bir ağaç yapmak, bir çağlayan yapmak insana bahşedilmiş en büyük hazlardan biri gibi gelir bana.
Bunu düşündüğümde ünlü İtalyan yazarı Calvino’nun ölmeden iki yıl önce yazdığı o acıklı cümle belirir içimde:
’Uzun zamandır, artık yaşamayan ve yararsız kabul edilen bir yazın alıştırmasını yeniden değerli kılmak istiyorum: Tasvir.’
Yirminci yüzyılın en önemli yazarlarından kabul edilen, savaşta direniş hareketine katılmış, daha sonra Komünist Parti’ye girmiş Calvino’nun bu cümlesinde güçlü bir isteğin ve iç burkan bir esaretin izlerini görürüm.
Sadece onun değil birçok yazarın esaretini şu üç kelime vurgular: ’Yararsız kabul edilen...’
Çağımız yazarlarının çoğu bu ’yararsızlıktan’ kaçınır.
Edebiyatın da aynı hayat gibi ’yarar ve yararsızlık’ anlayışı üzerine bina edilmesi ise beni hep şaşırtır, hangi insanların hangi ölçülere göre ’yararlı’ ve ’yararsız’ bulduklarını hep merak ederim.
’Yararsız’ olanlar gereksizdir de...
Hayatımızdan yararsız ve gereksiz olanları çıkarttığımızda geriye ne kalacak?
Yararlı ve gerekli olanlarla hayattan, yaşamaktan yeterince zevk alabilecek miyiz?
Yoksa, hiçbir zaman bir biçime girmeden bir duman gibi salınan haz, varlığını yararsız ve gereksiz olanlara mı borçlu?
Bunun en iyi cevabını çocuklar biliyor bence.
Onlar her zaman yararsız ve gereksiz olanları seviyorlar.
Hayatımızın en eğlenceli çağının çocukluk olmasıyla, çocukların tercihindeki bu muhteşem ’sapkınlık’ arasında bir ilişki mi var acaba?
Büyüdükçe hayatımızdan yararsız ve gereksiz olanları ayıklayacak bir akla kavuşmamız, eğlencemizin azalmasında, omuzlarımızda tatsız bir ağırlık hissetmemizde, ruhumuzun cildimiz gibi kırışmasında, zihnimizde tat almamızı zorlaştıran bir şaşılık belirmesinde önemli bir rol mü oynuyor?
Niçin çocuklar daha çok eğleniyor ve siz niye o kadar eğlenemiyorsunuz?
’Sorumluluklar’ diye cevap verdiğinizi duyabiliyorum.
Ah, o sorumluluklar, yararsız ve gereksiz her şeyi hayatınızdan atmaya sizi zorlayan o zavallı sorumluluklar.
’Yararsız kabul edilen’ tasvirleri yazılarından çıkartıp atan yazarlar da bunu sorumluluklarından mı yapıyorlar acaba?
Sorumlulukları yüzünden hayatından bütün yararsız şeyleri çıkartmış birinin, köklerine kurt vurmuş bir ağaç gibi kurumuş, kireçlenmiş, eğlenemeyen ve eğlenmek için ölesiye bir istek duyan ruhunu ’tasvir etmek’; onun duygularını, o duyguların aklıyla çarpışmasını anlatmak bir yazar için sorumsuzca bir davranış mı olur?
Aklımızın, yararlıyı ve gerekliyi belirlemekteki büyük kudretiyle karşılaştırıldığında fevkalade hoppa kalan, belirsizlikler içinde kıvranan, aynı anda birbirinin zıddı iki şeyi aynı güçle isteyebilen, anlaşılmaz ve anlatılması zor duygularımız yararsız mı gözükür bize?
Bir sevdiğinize öğüt verdiğinizde, ona ’duygularına mı yoksa aklına’ mı uymasını söylüyorsunuz?
Sizi, aklın daha uygun bir yol gösterici olduğuna inandıran nedir acaba?
Hiç aklınıza uyarak mutlu oldunuz mu?
Hayatınızda aklınızın önderliğinde mutluluğa ulaştığınız bir örnek var mı?
Daha zengin, daha huzurlu, daha güvenli bir hayata akıl sizi götürebilir belki.
Ama mutluluğa?
Mutluluğun yolunu akıl gösterir mi size?
Kendinizden daha fakir birini sevdiğinizde, bir çılgına ya da bir oynaka aşık olduğunuzda aklınız size ne diyor, duygunuz ne diyor?
Hepimiz biliyoruz ki bir çılgını ya da oynak bir kadını sevmek hem yararsız hem gereksizdir.
Ama genellikle onları severiz.
Aklınız onları reddeder, duygularınız onları ister.
Ne yapacaksınız?
Şimdiye kadar ne yaptınız?
Aklınıza uyduğunuzda mutluluğunuzu kaybedeceksiniz, duygularınıza uyduğunuzda ise bir mutluluk parlamasından sonra büyük bir ihtimalle üzüntü gelecek.
Aklınız size, daha sonra yaşanabilecek olanları hatırlatarak ’yararsız’ davranışlardan kaçınmanızı söyleyecek, güvenli ve huzurlu bir hayatın yolunu gösterecek.
’Daha sonra’yı düşündüğünüzde aklınız ne kadar haklı ama ona uyduğunuzda ’şimdi’ yaşanabilecek olanların hepsini yitireceksiniz.
Akıl ’şimdi’yi öldürür.
O hep ’daha sonra’sına bakar.
Duygular ise şimdiyle ilgilidir.
Daha sonrası için şimdiden vazgeçmekle, şimdi için daha sonrasından vazgeçmek...
Yararsız ve gereksiz her şeyi bu arada duygularınızı da hayatınızdan çıkarıp ’şimdisiz’ yaşayabilirsiniz, birçok insan da böyle yaşıyor herhalde, peki ama o yaşanmayan şimdiler, yok farzedilen istekler ne olacak?
Kayıp mı olacaklar?
Bir insanı kaybedeceksiniz belki ama duygular kaybolmayacak.
Bir mermer lahit gibi duygularınızın üstüne örttüğünüz aklınızın altında gizli bir hastalık gibi yaşayacaklar.
Mana veremediğiniz, tuhaf kederlerle çıkacaklar ortaya.
Yararsız ve gereksiz duygular.
Bu duyguları anlatmak, onların kapalı bir kutudaki radyumlu bir böcek gibi garip ışıklar saçarak yaşamasını, radyoaktif salgılarıyla bütün ruhunuzu, hatta çok sevdiğiniz aklınızı zehirlemesini anlatmak da yararsız mı?
Öldürmeye çalıştığınız duygularınız sizi delirtebilir biliyor musunuz, o duyguların sizden ve düşmanı olan akıldan intikam alabileceğini, o aklı delirterek parçalayabileceğini hiç farkediyor musunuz?
Bu duyguları, duyguların akılla çarpışmasını, korkunç intikamını, akla uymanın her zaman akıllıca olamayacağını, şimdisiz bir hayatın basamaklarını kaybetmiş bir merdiven gibi sizi tökezleteceğini, bir boşluğa düşürebileceğini anlatmak, bu zor yerlerden geçen insanların ruhunda kabarıp duran dalgalanmaları ’tasvir etmek’ de gereksiz mi?
Portakal ağaçlarını ve insan duygularını tasvir etmeyi edebiyattan ve hayattan çıkartıp atmalı mıyız?
Ölmeden iki yıl önce ’tasvir etmek istiyorum’ diyen Calvino gibi siz de ölmeden önce ’duygularımı yaşamak istiyorum’ derseniz ve geç kaldığınızı fark ederseniz ne olacak?
Hiç eğlenemediğinizi düşündüğünüzde artık eğlenecek halinizin kalmadığını anlarsanız....
Sokağın köşesindeki bahçede duran iki portakal ağacının birbirine yaslanan dalları, aralarında turuncu yuvarlakların parladığı geniş, yeşil bir yelpaze gibi açılıyorlar, sivri uçlu yapraklarının bir ikisine güneş ışığı çarpıp onları alev dilleri gibi oynaştırıyor.
Ne hayaller görüyorum ben o yapraklarda, ne hayaletler.
O hayaletlerin her biri benim ihanet ettiğim duygularımdan bana kalanlar.
Eksik kalmış cümlelerim, söyleyemediğim arzularım, anlatamadığım isteklerim kılıktan kılığa giriyorlar, portakal ağacı oluyorlar, gölgeli bir sokak oluyorlar, aydınlık bir kış sabahı oluyorlar.
Yararlı ve gerekli şeyler yaptım.
Yaptıklarımı hiç sevmedim.
Yararsız olanlar mutlu etti beni.
Beni onlar eğlendirdi.
Işıklı bir kış sabahı.
Şimdi eve gidip uzun tasvirler yazacağım, ağaçları ve duyguları anlatmaya uğraşacağım.
Hayata ihanet ettiğim oldu ama edebiyata ihanet etmeyeceğim.
Tasvirleri hep seveceğim.