Charles Dickens, 58 yaşında öldüğünde, onun kısa bir biyografisini yazan Zweig’ın anlattığına göre, ‘Bütün İngiliz dünyasını bir baştan bir başa kateden bir çatlak meydana gelmiştir sanki. Sokaklarda birbirini tanımayan insanlar birbirlerine ondan söz edip durmuşlardır. Bütün Londra’yı ancak kaybedilen bir savaştan sonra görülebilecek derin bir keder dalgası sarmıştır’.
Kırmızı ışıklar yandığında arabaların etrafına kümelenen o kirli saçları tarazlanmış, gözleri aç kuşlar gibi bakan, kimsesiz, pejmürde çocukları ne zaman görsem hep bizim de bir Charles Dickens’a ihtiyacımız olduğunu düşünürüm.
Kendi çocukluğu da felaketler ve acılar içinde geçmiş olan 19. yüzyılın bu büyük romancısı, hırpalanmış çocukların dünyasını eşi bulunmaz bir sevgi ve mizahla anlatmayı becermiş, Oliver Twist adlı kitabıyla İngiltere’nin bu sahipsiz çocuklara bakışını değiştirip belki de birçok çocuğun hayatını kurtarmıştı.
Deniz Kuvvetleri’nde muhasebeci olan babası para konusunda hem hırslı hem beceriksiz olduğu için borçları yüzünden hapse girince küçük Charles da okuldan ayrılmak zorunda kalmış, rutubetli fabrikalarda çalışan binlerce diğer çocuğa katılarak acıdan sızlayan elleriyle teneke kutulara ayakkabı boyaları doldurmuştu.
Daha sonra babası hapisten çıkınca yeniden okula döndü.
Okulu bitirdikten sonra bir süre parlamentoda katiplik yapıp, oradan romancılıktaki büyük ününe rağmen hayatı boyunca hep seveceği gazeteciliğe geçti.
Denemeler ve öyküler yazmaya başladı.
Ve, yirmi beş yaşında Pickwick’in Serüvenleri’ni yayınlayarak edebiyat tarihinin belki de en erken şöhrete erişen romancılarından biri oldu.
İngilizlerin, ilk yazılarında kullandığı imzayla kısaca ‘Boz’ demeyi sevdikleri Dickens, eşine çok az rastlanan bir şekilde sevildi okuyucuları tarafından, ilk kitabından itibaren okuyucular ona neredeyse çılgınca bir aşkla tutuldular.
Pickwick’in Serüvenleri fasiküller halinde çıkarken insanlar postacıların evlere kadar gelmesini bekleyemez, onları karşılamak için köy çıkışlarında, kasaba yollarında, köşebaşlarında toplanırlardı.
Konferanslarına katılmak isteyenler daha geceden sıraya girerler, çevre lokantalar bu dinleyicilere servis yaparlar, salonlar dinleyicileri almadığında kiliseler kapılarını yazara açarlardı.
Elli sekiz yaşında öldüğünde, onun kısa bir biyografisini yazan Zweig’ın anlattığına göre, ‘Bütün İngiliz dünyasını bir baştan bir başa kateden bir çatlak meydana gelmiştir sanki. Sokaklarda birbirini tanımayan insanlar birbirlerine ondan söz edip durmuşlardır. Bütün Londra’yı ancak kaybedilen bir savaştan sonra görülebilecek derin bir keder dalgası sarmıştır.’
Victoria Çağı’nın biraz yorgun ve epeyce tutucu ortamında yaşayan Dickens, politikayla, burjuva yaşamıyla ilgili çok sert eleştirilerine rağmen Zweig’ın deyimiyle, ‘19. yüzyılın, kişisel görüşleri çağının entelektüel ihtiyacıyla çakışan biricik büyük yazarıdır.’
Kendisi de yasak aşklar yaşamasına, hayatı bu aşklarla sarsılmasına rağmen dönemin ahlak anlayışıyla Dickens’ın yazdıkları çok fazla çatışmazdı, şehvet, cinsellik, insanın ruhunun karmaşık çelişkileri onun kitaplarında çok fazla yer bulmazdı.
O, sevginin, merhametin, şefkatin yazarıydı, kötüler cezalarını bulurlardı ama anlattıklarını ‘pırıl pırıl, yaldızlı bir nükte yeteneğiyle ve olağanüstü bir şiir gücüyle anlatırdı.’
Belki de ‘saflığı, sevgiyi’ anlatmaktaki o büyük yeteneği nedeniyle özellikle çocukların bozulmamış dünyasına çok iyi nüfuz edebiliyor, kendi çocukluk anılarından beslenen hayalgücüyle onların hayatını çok iyi anlatıyordu.
Unutulmaz karakterlerinin birçoğu çocuklardı.
Hatta, yazarken çok sevdiği Nell isimli küçük kızı, büyüyüp bozulmasına izin vermemek için öldürdüğü bile söylenirdi.
Dickens belki de bu derece ‘iyi’ ve döneminin ahlakıyla uyumlu olduğu için çok istediği büyük trajedileri yazamamış, hiçbir zaman Balzac’ın, Dostoyevski’nin düzeyine erişememişti, ‘Dostoyevski ve Balzac sezgi ile yaratırlarken, Dickens yalnızca taklitle yaratabilmişti.’
Şaşırtıcı bir göz hafızası vardı ve gördüğü hiçbir şeyi unutmuyordu, bu hafıza parlak bir anlatım gücüyle birleştiğinde anlattığı dünyanın bütün ayrıntılarını onun yazılarında görebiliyorduk.
‘Kendi çocukluk sevinçlerini ve acılarını hiçbir yazarın yapamadığı şekilde ölümsüzleştirmiş; hep terk edilmiş, ürkütülmüş ve hayal dünyasında yaşayan oğlanı anlatmıştır bize. Bir öksüz gibi annesi babası tarafından terk edilmiş olan o çocuğu.’
Dickens, çocukken yediği darbelerle içinde bir bronz levha gibi şekillenen acılarını, o muhteşem mizah gücüyle birleştirerek çocukları anlatmaya başladığında, insanlığın trajedisini anlatmak konusunda gerisinde kaldığı diğer bütün büyük yazarlardan ayrılarak eşsizleşmeyi başarmıştır.
‘Çocuk kahramanların, insan hayatının ilk yıllarına ait o neşeli ya da kederli hikayelerin dünya edebiyatında ölümsüz bir yeri vardır’ der Zweig onun eserleri için.
İncil’den sonra yeryüzünde en çok satılan kitapların bu ‘ahlaklı, çocuksu’ yazarının en tanınmış kahramanlarından Oliver Twist, bu yazarla hiçbir benzerliği olmayan çılgın bir rejisör olan Roman Polanski tarafından geçenlerde filme çekildi.
Daha film akademisinde öğrenciyken çektiği ‘Sudaki Bıçak’ filmiyle üne kavuşup Polonya’dan Hollywood’a transfer olan Polanski ile Dickens arasındaki tek benzerlik belki de çocukluk acılarıydı.
Hayat hikayelerinin gerisi birbirine hiç benzemiyordu.
Polanski’nin çok sevdiği karısı, cinayeti ayin olarak kabul eden vahşi bir tarikatın çiftliklerine yaptığı bir baskında öldürülmüştü.
Polanski o gece evde olmadığı için hayatını kurtarmış ama bu şiddetli acının izlerini hep ruhunda taşımıştı.
Hayatı, şımarık Amerikalı starlarla yaptığı çatışmalarla geçmişti.
Polanski’nin ‘Roman’ isimli otobiyografisinde anlattığına göre, Chinatown filminin çekimi sırasında bir gün Jack Nicholson sete gelmemişti. Herkes hazırlanmış bekliyordu ama Nicholson kendisine haber gönderilmesine rağmen karavanından çıkmıyordu.
Polanski yardımcılarına, ‘Ne yapıyor karavanında’ diye sormuştu.
- Taraftarı olduğu takımın basket maçını seyrediyor. Maç bitmeden gelmeyecekmiş.
Setteki herkes Polanski’nin de Nicholson’un da çılgın olduğunu biliyor, bir olayın patlayacağını hissediyordu.
Nicholson’un televizyonda maç seyrettiğini duyan Polanski eline bir beyzbol sopası alarak ünlü artistin karavanına hızla girmiş, herkesin şaşkın bakışları arasında vura vura televizyonu parçalamıştı.
O güne dek kimsenin kendisine böyle davranmaya cüret edemediği Nicholson, televizyonunun kıvılcımlar saçarak parçalanmasını dehşetle izledikten sonra hızla karavanından dışarı fırlamış ve kalabalığın ortasında çırılçıplak soyunmuştu.
Sonra da o halde arabasına binip seti terk etmişti.
Polanski de sinirle kendi arabasına binip yola koyulmuştu.
Bir kırmızı ışıkta arabaları yanyana durmuştu.
Birbirlerine bakıp kahkahalarla gülmeye başlamışlardı.
Herkes ‘Artık film çekilmez’ derken, onlar ertesi sabah hiçbir şey olmamış gibi neşeyle sete dönüp çekime devam etmişlerdi.
Bir defasında da pancurları yarı yarıya kapalı bir odada çekim yaparken, o loşluk içinde ışıklar Faye Dunaway’in saç topuzundan fırlayan tek bir saç telini parlatmış, o tek telin parıltısı sahnenin bütün atmosferini bozmuş, her bakanın önce saç telini göreceği garip bir dikkat odağı haline gelmişti.
Dunaway’in saçlarını defalarca taramışlardı.
Ama her seferinde aynı saç teli topuzdan fırlıyordu.
Polanski yerinden sakince kalkmış, Dunaway’in yanına gidip aniden o saçı çekip kopartmıştı.
Dunaway yerinde tepinerek bağırırken, Polanski hayatında daha önce hiç duymadığı ne kadar çok küfür olduğunu keşfetmişti.
Daha sonra reşit olmayan bir kızla yattığı için mahkemeye verilmiş ve Amerika’dan kaçmak zorunda kalmıştı.
Neredeyse bütün hayatı boyunca zorluklarla karşılaşan, ‘en büyük ödülleri aldıktan sonra bile film çekmek için para bulmakta zorlanan,’ her filminden sonra eleştirmenlerin ‘bir önceki filmi daha iyiydi’ diye yazmasından bıkan Polanski şimdi yetmiş iki yaşına geldi.
Ve, karmakarışık geçen hayatında en çok hesaplaşmak istediği yere çocukluğuna döndü ve orada, dünyanın bütün dáhilerini, çılgınlarını, serserilerini aynı coşkuyla kucaklayan çocuklar aleminin o sihirli dünyasında oraları en iyi anlatan dáhi bir İngilizle buluştu.
Şimdi ikisi elele ışıklar içinde parlayan sevinçlerini ve kederlerini anlatıyorlar çocukların.
O yoksulların, o yetimlerin, o ‘anneleri babaları tarafından bir öksüz gibi’ terk edilenlerin.
Belki de hepimizin bu dünyadan ayrılmadan önce son bir kez daha uğramadan edemeyeceğimiz o ilk durakta, çocukluğumuzdalar birlikte ve onların anlattığı o yoksul yaşamı en iyi bilenler, o gözleri aç kuşlar gibi bakan pejmürde çocuklar, kendilerini anlatan bir dáhiyle bir çılgının anlattıklarını hiçbir zaman göremeyecekler.