Ben çok uzun yıllardan beri yazı yazarım, iki şeyi hiç öğrenemedim.
Birincisi imza günlerinde kitapları nasıl içtenlikli bir şekilde imzalamalı, ikincisi yılbaşı sabahlarında ne yazmalı.
Hadi gelin en iyisi, geçen yıl biz Türkler neler yaptık, dün gece şarkılarla, türkülerle nasıl bir yılı uğurladık diye bakalım
Yeni yıl sabahı... Dağınık masaların ve dağınık zihinlerin sabahı... İnsanların kış ortasında bir günü seçip ‘şimdi yeni bir yıl başladı’ diye zamanı istedikleri gibi tanzim etmeye kalkışacak kadar güvenli, sonra da bu söylediklerine inanıp ciddiye alacak kadar saf olmaları beni hep şaşırtmıştır.
Ama bu sabah böyle uzun cümleler kurmamalı değil mi?
Aylarca süren bir deniz yolculuğundan sonra karaya yeni çıkmış bir gemici gibisiniz.
Yer, ayağınızın altında kayıyor.
Yorgun gözleriniz, hafifçe sararmış benziniz, eğlenti vurgunu yemiş zihniniz, hiç olmazsa yılın bir günü sabaha hiçbir şey düşünmeden başlama isteğiniz...
Böyle tam sayfa bir yazı size aşılması güç bir çöl gibi gözüküyordur şimdi.
Akşamdan kalma mezelerden derlenmiş bir öğlen yemeğinin lezzeti azalmış bulanıklığında buharlaşacak satırlar.
Ben çok uzun yıllardan beri yazı yazarım, iki şeyi hiç öğrenemedim.
Birincisi imza günlerinde kitapları nasıl içtenlikli bir şekilde imzalamalı, ikincisi yılbaşı sabahlarında ne yazmalı.
Hadi gelin en iyisi, geçen yıl biz Türkler neler yaptık, dün gece şarkılarla, türkülerle nasıl bir yılı uğurladık diye bakalım.
Geçen yıl bereketli bir av mevsimi gibi geçti bir kere.
Çok miktarda Türk düşmanı avladık.
Biliyorsunuz Türklerin aleyhine konuşmak yasaktır.
İşin tuhafı kendi aramızda fısıl fısıl hep kendimizi çekiştiririzdir de biri bunu yüksek sesle söyledi mi çok kızarız.
Sanırım gerçeklerin ancak fısıltıyla konuşulacağına inanıyoruz.
Aleyhimizde konuşanları epeyce bir yargıladık.
Tarihten hoşlanmadığımızı da dünya aleme ilan ettik.
Aslında biz Emin Oktay Bey’in bize lisede anlattığı tarihi seviyoruz da bu tarihte söylenmeyenleri dile getirenlerden hoşlanmıyoruz.
Tarihse işte tarih, Emin Oktay Bey’den daha iyisini mi anlatacaksınız?
Türkü seven Emin Oktay Bey’e inanır.
İnanmayan da ya kafirdir ya Türk düşmanı.
Türk güçlüdür, Türk haklıdır.
Ayrıca biz sevgi insanıyız kimsenin kılına dokunmaz, kimsenin burnunu kanatmayız.
Kazandığımız savaşları bu sevgi dolu tabiatımızla nasıl kazandık bilemeyeceğim.
‘Biz sadece düşmanlarımızı öldürdük’ diyorsanız, ‘düşman aramak için niye Viyana kapılarına kadar gittiniz’ diyen biri de çıkabilir.
Ama böyle biri çıkarsa Türk’ün düşmanıdır.
Ayrıca biz hakşinas davranıyoruz.
Mesela coğrafyada böyle bir iddiamız yok.
Henüz, Ağrı Dağı’nın Himalayalar’dan daha yüksek olduğunu iddia etmiyoruz.
Aslında niye Türk’ün dağı yabancının dağından daha alçak olsun.
Gene de dağ meselesinden kimseyi yargılamadık.
Düşmanlarımız özgürce Himalayaları da Mont Blanc’ı da yüceltebiliyorlar.
Sevgi insanı olduğumuzdan buna ses çıkarmıyoruz.
Tabii, işi Türkiye’de ‘Himalaya Konferansı’ düzenlemeye kadar götürürlerse adalet bakanı bunu ‘bizi arkamızdan bıçaklamak’ olarak görebilir...
Bu da onun demokratik hakkı...
Sevgi insanı olduğumuz kadar demokrasi insanıyız da.
Adalet bakanının demokrasisine saygımız sonsuz.
Demokrasiyi sevdiğimiz kadar sporu da severiz.
Sportmenliğimizi de gösterdik.
Türk düşmanı İsviçrelilerin bizi yenmesi karşısında sportmen bir çoşkuyla kabardı yüreklerimiz, onları sportmence kovalayarak dövdük.
Benim kuşkum şu, İsviçreliler Türk düşmanı oldukları için mahsustan yavaş koşup bizimkilere yakalandılar ki bütün dünya bizim sportmenliğimizi anlamayıp bizi saldırgan sansın.
Kimse de İsviçrelilerin bu Türk düşmanı komplosunu fark etmedi.
Sanırım yılın en büyük başarılarından biri, İstanbul Belediyesi’nin ‘yol’ ile ‘trafik’ arasında bir bağ olmadığını keşfetmesi oldu.
Belediye bütün yolları aynı anda kazarak kapattı ama arabalar bir yerden bir yere gitmeye devam ettiler.
Gerçi sabah evden çıkan akşam işe varıp derhal yola düşerek ertesi sabaha karşı evine ulaştı, İstanbul ahalisinin enerjisinin yüzde sekseni üretimden ziyade ulaşıma harcandı ama olsun, keşif keşiftir.
Bu, bizim ne kadar ‘keşşaf’ olduğumuzu da düşmanlarımıza gösterdi.
Dünyanın sosyal adalet anlayışına da katkılarımız oldu.
Taksim Meydanı’nı kapkaç alanı ilan ettik.
Birisinin parası var mesela, birisinin de yok, o zaman parası olmayanın, parası olanın çantasını alıp kaçması serbest.
Kapkaççı acemi çıkar da yakalanırsa, sosyal adalete uygun olarak da onu serbest bırakıyoruz.
Yeter ki kapkaççı tarih hakkında ileri geri konuşmasın.
Öyle konuşan bir kapkaççı da henüz yakalanmadı zaten.
Özgürlükler konusunda ise bir iki hatamız oldu doğrusu. En çok da ondan pişmanlık duymalıyız.
Mesela Şemdinli’de görevli insanların bomba patlatma özgürlüğüne sekte vurmaya kalkan bir çabamız görüldü.
‘İyi çocukları’ yakalayıp hapse attık.
Bu biraz üzüntü yarattı.
Bir de Edirne’de gümrüklerde rüşvet alma özgürlüğünü kısıtlamaya uğraştık.
Bu da beni üzdü ama tek tesellim o rüşvetçileri yakalayan emniyet müdürünün en kısa zamanda görevden alınacağına olan inancım.
Sağlık konusunda ise muhteşem bir performans gösterdiğimizi söyleyebilirim.
İçki içerek karaciğerlerini perişan etmek isteyen gafillere karşı belediyelerimiz bir sağlık saldırısına geçtiler.
İçki içmeyi yasakladılar.
Aynı etkinliğini şimdi değerli iktidarımızdan kolesterole karşı göstermesini de bekliyoruz.
Kasapları kapatsınlar mesela.
İnşallah önümüzdeki yıl bunu da programlarına alırlar.
‘Sınıfsız, imtiyazsız bir kitle’ olma yolunda da önemli bir hamle yaptık, toplumumuz neredeyse ‘komünal’ bir yapıya kavuştu, artık her ev herkese açık, kimse ‘burası benim evim’ diyerek bencilce bir yanılgıya düşmesin diye hırsızlara özgürlük kampanyamızı genişlettik.
Hırsızlar her eve özgürce girebiliyorlar.
Kimse karışmıyor.
İftiharla, geçen yıl şikayeti olan bir tek hırsızın bile çıkmadığını Avrupa Birliği’ne bildirebiliriz.
Tabii ‘hırsızlara özgürlük’ şiarıyla hepsini birer ‘kamusal alana’ çevirdiğimiz evlerde türban serbest olsun mu olmasın mı tartışmasını ‘Türk düşün dünyasına’ armağan etme imkanına da kavuştuk.
Bu toplumda kimsenin ‘ayrıcalıklı’ olmadığını, bir katille bir rektör arasında asla bir fark gözetmediğimizi de Van rektörünü ite kaka tutuklayarak dünya aleme gösterdik.
Hatta bu konudaki tarafsızlığımızı rektöre katillerden de kötü davranarak kanıtladık.
‘Gençlerimizi koruyalım’ kampanyasını ise askere gidip hayatını tehlikeye atmak istemeyen çocuklarımıza ‘çürük raporu’ veren bir şebeke kurarak başlattık.
Şimdilik sadece ‘babasının parası olan’ çocukları koruyabiliyoruz ama bunlar daha ilk adımlar.
Belki ilerde fakir çocukları için de bir çare düşünebiliriz.
Bir çürük raporu alana ikincisini bedavaya verebiliriz.
Ne kadar ‘içten’ bir ulus olduğumuzu ise başbakanımız kanıtladı.
Aklına geleni söyledi.
Samimi... Neyse o... Ne düşünüyorsa onu söylüyor.
Daha içteni var mı?
Görülüyor ki, dün gece eğlentilerle kutlamalar yapmak konusunda çok haklıyız.
İçtenliğimizi, eşitçiliğimizi, sportmenliğimizi, sosyal adaletçiliğimizi, tarih ve coğrafya sevgimizi, sağlık merakımızı, gençleri koruma isteğimizi, coşkumuzu, özgürlük düşkünlüğümüzü kanıtlamışız.