Huzurunuzu kaçıracak bir yazı...

Capri’deki bu ünlü mağaraya (Tişberius) sandalla girip biraz ilerledikten sonra arkanıza baktığınızda sular simsiyahtır, ileriye mağaranın diplerine, derinliklerine doğru baktığınızda ise sular berrak ve aydınlıktır.

Hayatla aranıza koyu bir karanlık koyup bir ışığa doğru ilerlediğiniz bir cinsellikten konuşur musunuz sık sık?

Ortak konularınızdan mıdır bu?


Rahatınızı seviyorsunuz, değil mi? Huzursuz olmaktan hoşlanmıyorsunuz. Küçücük, kenarlarına çıkartmalar yapıştırılmış bir havuzun içinde oturup okyanusta olduğunuza inanmak istiyorsunuz.

‘Ben havuzumda oturayım,’ demek istemezsiniz, okyanuslara çıkıp borayla, fırtınayla, canavarlarla uğraşmak da istemezsiniz.

Ne istersiniz?

Havuzda oturup okyanusta olduğunuzu sanmak.

Ne kadar masum, ne kadar çocuksu, ne kadar anlaşılır bir ‘yanılma’ isteği.

Yarattığı sonuçların böylesine korkunç olabileceği kimin aklına gelir ki?

İnsanlar, biliyorsunuz, yanılgıların etrafında öbeklenerek kalabalıklaştıklarında küstahça bir güven duygusu geliştirirler.

Kendi yanılgılarının ‘tek gerçek’ olduğuna inanırlar.

Bu yanılgıları paylaşmayanların ise ya aptal, ya sapkın ya da hain olduğunu düşünürler.

Sokrat, böyle insanlara gerçeği anlatmaya adamıştı kendini, hiç yıkamadan giydiği pis entarisi ve çirkin yüzüyle onlara sokaklarda musallat olur, sorularla bunaltıp kendi yanılgılarıyla yüzleşmelerini sağlardı.

Sonunda onu öldürdüler.

Çünkü herkes yanılgılarla ördüğü, kalabalıkların desteğiyle ‘sağlamlaşmış’ duvarlarının içinde yaşayıp, çok akıllı ve derin bir hayat sürdüğüne inanmak istiyordu.

Siz de öyle istemiyor musunuz?

Biz çocukken tuhaf bir cümleye takılmıştık, her söylediğimizde bizi güldürürdü.

- Her şeyin bir şeyi var.

Bu anlamsız kelime kalabalığı, ‘her konuşmanın bir sınırı var’ ya da ‘bazı konular konuşulmaz’ anlamına geliyordu.

Her şeyin bir şeyi vardı.

Ama hangi şeyin nasıl bir şeyi olduğuna kim karar veriyordu, bunu bilen yoktu.

Bilinen, sınırlar olduğuydu.

Sınırları da kalabalıklar belirliyordu.

Onların ‘ahlakı’ ve ortak yanılgıları, ötesine geçilmemesi gereken çizgilerdi.

Kalabalıklara sığ bir havuzun içinde oturduklarını söylemeyecektiniz.

Ve, onlara gerçek okyanuslardan asla söz etmeyecektiniz.

Ne zihinsel ne de duygusal okyanusları görmekten hoşlanıyorlardı.

El birliğiyle oluşturdukları yapay bir insan tipi vardı, ahlaklı, dürüst, neredeyse cinsellik dışı, kurallara saygılı tuhaf bir yaratık.

Bu ‘yaratığın’ ölçülerinin dışına çıkılmayacaktı.

Bu ‘yasak’ işte yazarları deli ediyordu.

Bir kısmı insanların duygularının gizli yerlerindeki karanlık kıpırtıları anlatıp kalabalıkları görmek istemedikleri bir derinlikle karşı karşıya bırakırken, bir kısmı da doğrudan insanların ezberlenmiş davranış biçimlerine, sıkıcı ahlak kalıplarına saldırıyordu.

Charles Bukowski bu ikincilerdendi.

‘Kanun sevmem, ahlak sevmem, din sevmem, kural sevmem,’ diyordu.

‘İyi işleri olan sinek kaydı tıraşlı, kravatlı tiplerden’ de hoşlanmıyordu.

Kimlerden hoşlanıyordu peki?

‘Ümitsiz adamları severim, dişleri kırık, usları kırık, yolları kırık adamları. Adi kadınlardan hoşlanırım.’

Ve, şöyle şeyler yazıyordu.

‘ - Orada oturmuş neden Margie ile birlikte olduğumu düşünüyorsun değil mi, dallama?

Cevap vermedim.

- Yatakta müthiştir, diye devam etti, St Louis’nin batısından bu yana onun gibi düzüşene rastlamadım.’

Sevdikleri, sevmedikleri ve yazdıklarıyla insanların oluşturdukları o totemlere, yapaylıklara, anlamsızlıklara saldırıyordu.

Kırık bir cam parçasıyla teneke parçasını çizer gibi çıkardığı seslerle insanların içini karıncalandırıyor, onları huzursuz ediyordu.

Herkes kazananları alkışlarken o insanlara ‘kaybedenlerin okyanusunu’, oradaki karanlığı, öfkeyi gösteriyordu.

Bu sevilesi öfkesine, Amerikan delikanlısı üslubuna rağmen doğrusu Bukowski pek benim yazarım değildir.

Onun kızdığı ve kızdırmak istediği fazla anlaşılırdır bence.

Ben ahlaksızlık okyanusuna daha öfkesiz ama daha derin dalanları tercih ederim.

Pierre Louys ya da George Bataille bana o okyanusların daha gerçek dalgıçları gibi gözükür.

Ahlaksızlıklarında, pornografinin bazen kenarında bazen de ortasında duran anlatımlarında öfkeden ziyade, bu ahlaksızlıktan aldıkları keyfi görürsünüz.

‘Her şeyin bir şeyi’ vardır diyenlere karşı Bataille da ‘Hiçbir şeyin hiçbir şeyi yok’ der.

Sınır koymaz yazarken.

‘Simone’un endişeli bekleyişi boğa güreşinin başından sonuna kadar bitmek bilmezdi; kudurmuş gibi fırlayan boğanın dev boynuzlarının boşlukta, körü körüne kırmızı renkli kumaşa vurmasını, matadoru havaya atmasını dehşetle (tabii ki şiddetli bir arzuyu dışavuruyordu bu) beklerdi. Ve şunu da eklemeliyim ki, boğanın seri ve acımasız boynuz vuruşlarını matadorun bedeninin bir parmak yakınından, şalın altından her geçirişinde, izleyici tipik sevişme oyununun bütünlüklü bir tekrarını görüyormuş gibi bir duyguya kapılır. Ölümün kaçınılmazlığını hissetmek de buna benzer. Fakat bu olağanüstü durumlar çok nadirdir. Yani, her ortaya çıkışlarında, arenada gerçek bir çılgınlık nöbeti yaratırlar ve bu tür gergin anlarda kadınların yalnızca baldırlarını birbirine sürterek boşaldıkları da iyi bilinir.’

Ne dersiniz, böyle gergin ve vahşi anlarda kadınların baldırlarını birbirlerine sürdükleri iyi biliniyor mu gerçekten?

Yoksa o çok iyi bildiğinizi sandığınız cinsellik okyanusunun bu sahilleri size mahrem mi?

Erkekler değilse de kadınlar bunları bilseler de, bunları konuşurlar mı?

Konuşabilirler mi?

Marki de Sade’ın takipçisi olarak kabul edilen Bataille’ın ünlü eseri Gözün Hikayesi için Susan Sontag, ‘Bu kitabın bu kadar güçlü ve rahatsız edici bir izlenim bırakmasının nedeni, Bataille’ın pornografinin nihai anlamda cinselliğe değil, ölüme dair olduğunu anlamasıdır,’ der.

Ölüme benzeyen, ölümün kenarında duran, ölümle oynaşan bir cinsellik.

Tişberius’un mağarasına benzeyen bir cinsellik.

Capri’deki bu ünlü mağaraya sandalla girip biraz ilerledikten sonra arkanıza baktığınızda sular simsiyahtır, ileriye mağaranın diplerine, derinliklerine doğru baktığınızda ise sular berrak ve aydınlıktır.

Hayatla aranıza koyu bir karanlık koyup bir ışığa doğru ilerlediğiniz bir cinsellikten konuşur musunuz sık sık?

Ortak konularınızdan mıdır bu?

Yoksa bütün bunları içten içe çok merak etmenize rağmen ‘her şeyin bir şeyi’ mi vardır?

Bunlardan konuşmak bozar mı huzurunuzu?

Sizin havuza sığmaz mı bunlar?

Ama bütün bunları da çok iyi biliyormuşsunuz gibi davranmak da istiyorsunuz.

Öyle değil mi?

Buna pek de cevap vermek istemeyeceksiniz.

‘Her şeyin bir şeyi var’ çünkü.

Nelerin yazılacağını, nelerin konuşulacağının sınırını siz koyacaksınız.

Siz, ‘kutsal kalabalıksınız.’

Bir havuzda oturup bir okyanusta yüzdüğünüzü sanacaksınız.

Havuzun dışına çıkanları, gerçekten okyanuslara dalanları ve okyanusları sizlere de gösterenleri ayıplayacaksınız, lanetleyeceksiniz.

Duyguların, cinselliğin, hayatın, ölümün derinliklerine bakmayacaksınız.

Kendi ahlakınızdan, kendi duygularınızdan, kendi düşüncelerinizden çok eminsiniz; siz nerede duruyorsunuz durulması gereken doğru yer orasıdır, sizin durduğunuz yerde durmayanlar yanılıyorlardır.

Sizin durduğunuz yer bu kadar doğru da niye ansiklopediler sizden değil de ‘yanlış yerde’ duranlardan söz ediyor sizce?

Boğa güreşi sırasında kadınların baldırlarını birbirine sürttükleri iyi bilinirmiş.

Bilinir mi gerçekten.

Yoksa her şeyin bir şeyi mi vardır?

Böyle şeyler bilinmemeli, söylenmemeli, yazılmamalı mıdır?

Biliyor musunuz, ölürken hayat hakkında ne düşüneceğinizi çok merak ediyorum.

Eğer düşünmeye vaktim olursa, sanırım, ben şöyle düşüneceğim:

Hiçbir şeyin hiçbir şeyi yoktur ve kadınlar baldırlarını birbirine sürterler...
Yazarın Tüm Yazıları