Bir erkeğin kulakları ve karısı

Anna Karenina sakin, huzurlu, saygıdeğer, güvenli bir hayata ihtiyaç duyduğunda bütün istediklerini ona sağlayacak olan zengin bir devlet görevlisi olan kocasının kulaklarının çirkinliğini hiç fark etmez.

Ama duyguları bir zaman sonra başka bir şeye ihtiyaç duyacaktır.

Huzursuzluğa, belirsizliğe, altüst oluşa, aşka, acıya...

O vakit, yakışıklı, çekici, onun hayatını karmakarışık edecek bir subay çıkacaktır ortaya.

Anna Karenina, yakışıklı bir subaya aşık olduktan sonra soylu kocasının kulaklarının büyük ve çirkin olduğunu fark eder birdenbire. Tolstoy’un kitabındaki bu basit, sıradan gözlem edebiyat tarihinin en çok söz edilen, tartışılan, yorumlanan sahnelerinden biri olur.

Peki nedir böylesine harcıalem, hepimizin hayatının bir yerinde mutlaka yaşadığı bir olayı bunca değerli kılan?

Onca parlak sayfanın, anlatımın, bir duman gibi tüte tüte kıvrılarak hayatların içine sızan acının, psikolojik analizin arasından süzülüp geçerek zihnimize yerleşen bu önemsiz saptamayı böylesine önemli kılan, bunun bizim içimizde bir yere kuvvetli bir darbeyle çarpması olmalı.

Hepimiz kimi zaman ürkerek, kimi zaman da umutla değiştiğimizi ve değişeceğimizi fark ederiz.

Bu küçük sahne, içimizdeki o olağanüstü ve esrarengiz değişimin en somut, en katı biçimde ortaya çıkışını anlatır bize.

Artık o kadının kocasını sevmediğini, onun kulaklarının çirkinliğini fark etmesinden anlarız.

Kadın değişmiştir.

Kocasının kulakları da her zamanki gibi durduğu halde sırf kadının duyguları değiştiği için birden çirkinleşmiştir.

Bunu anlamak hepimizin kendimizi tehlikede hissetmemize yol açar.

Bir gerçeği görürüz çünkü.

Karşımızdakinin duygularına göre bizim de biçim değiştirebileceğimizi, sesimizin, bakışımızın, gözlerimizin, kulaklarımızın, vurgulamalarımızın, gülüşümüzün, jestlerimizin biz hiç farkında olmadan bir başkasının zihninde her zamankinden daha farklı biçimlere girebileceğini, hiç bilmediğimiz bir anda çirkinleşiverebileceğimizi sezeriz.

Bu gerçeğin korkunçluğu bütün bunların bizim irademizin dışında olmasıdır.

Müdahale edemeyiz.

Biz suya atılan bir taş gibiyizdir, görüntümüz bir başka insanın zihnine düşer ve orada bizim daha önceden tahmin edemeyeceğimiz dalgalanmalar yaratır.

İşin dehşet verici yanı ise her defasında bir başka biçimde dalgalanmalar yaratabilecek olmasıdır.

Aynı şey bizim zihnimiz için de geçerlidir.

Sevdiğimiz bir insanın her zaman beğeniyle izlediğimiz bir davranışı bir gün bize çok itici gelebilir.

Duygularımız değiştiği zaman, onun o davranışı da zihnimizde bir başka şekle girmiştir.

Sanki insan zihni küçük bir güneş sisteminin güneşi, çevresindeki her şey de onun uydusudur, onun etrafında döner ve o küçük bir sapma yaptığı zaman çevresindeki bütün uyduların ışıkları, ısıları, o küçük sistemdeki yerleri değişiverir.

Böylece hepimiz birbirimizin güneşi ve uydusu oluveririz.

Bu, sonsuzluğu ile bizi şaşırtan evrenden bile daha belirsiz bir karmaşa yaratır hayatımızda.

Gerçeğin ne olduğunu anlamakta zorlanırız.

Yaşadığımız bütün hayat, tanıdığımız bütün insanlar bitmemiş bir resmin parçalarıdır sanki, içimizdeki esrarengiz ressam onların görüntüsünü bir iki fırça darbesiyle her an değiştirebilir.

Hiçbir şey kesin değildir artık.

Duygularımız her kıpırdadığında hayat da kıpırdayacaktır.

Biçim değiştirecektir.

Aynı insana değişik zamanlarda, değişik duygularla baktığımızda onu değişik biri olarak göreceğiz demektir bu.

Sevdiğimiz insanın aslında nasıl göründüğünü, sesinin nasıl olduğunu, başkalarının onu nasıl gördüğünü ve yarın bizim onu nasıl göreceğimizi hiç bilemeyeceğiz.

Sihirli bir denize düşmüş bir kazazede gibiyiz, ejderhalar deniz kızına, yunuslar köpekbalıklarına, altın yapraklı palmiyeleriyle bizi çağıran beyaz kumsallar tehlikeli girdaplara dönüşebiliyor.

Aklımız her şeyi nasıl kesinleştirmek, netleştirmek, berraklaştırmak isterse duygularımız da her şeyi o kadar belirsiz, güvenilmez, karmaşık kılıyor.

Nasıl oluyor bu?

Duygular nasıl böyle değiştirebiliyor her şeyi?

Sanırım, duygularımızın aynen bedenimiz gibi bazı ihtiyaçları var, bazen canımız çok tatlı bir şey çeker, büyük bir ihtimalle bedenimiz yaşamını sürdürebilmek için o sırada tatlının içindeki bir maddeye ihtiyaç duymaktadır ve bir gün önce çok severek yediğimiz acılı bir yemek o anda bize çok itici gelir.

Duygularımızın da ihtiyacı böyle canlı bir beden gibi değişiyor.

Anna Karenina sakin, huzurlu, saygıdeğer, güvenli bir hayata ihtiyaç duyduğunda bütün istediklerini ona sağlayacak olan zengin bir devlet görevlisi olan kocasının kulaklarının çirkinliğini hiç fark etmez.

Ama duyguları bir zaman sonra başka bir şeye ihtiyaç duyacaktır.

Huzursuzluğa, belirsizliğe, altüst oluşa, aşka, acıya...

O vakit, yakışıklı, çekici, onun hayatını karmakarışık edecek bir subay çıkacaktır ortaya.

Hayat, duyguların ihtiyaçlarına göre Anna Karenina’nın bütün algılamalarını değiştirecek, eskiden beğendiklerini beğenmeyecek, eskiden istediklerini istemeyecek ama eskiden yanına bile yanaşmaktan korkacağı bir maceraya şimdi kendini atabilecektir.

Kocasının kulakları büyüyüp çirkinleşecektir.

Aynen bedenimizin ihtiyaçlarına göre değişen iştahımız ve istediklerimiz gibi duyguların ihtiyaçlarına göre de algılarımız ve haz aldıklarımız değişecektir.

Duygusal ihtiyaçlarımızın hangi patikalardan geçerek şekillendiğini bilmiyoruz.

O yüzden kendimizi izlememiz, bir sonraki adımın ne olacağını önceden saptamamız pek mümkün değil.

Ne zaman ne isteyeceğimizi, neye ihtiyacımız olacağını önceden kestiremeyiz.

Ama bilebildiğimiz, en azından sezebildiğimiz tek gerçek, duygularımızın aynı ruh hali içinde kalamayacağı, o anda hangi hazlardan besleniyorsa mutlaka onun dışında hazlar isteyeceği ve arayacağıdır.

Bu haz arayışlarını, bu arzuları her zaman gerçekleştirmesek de bunların varlığını da yok edemeyiz.

Bunların etkisi çevremizin ışığını başkalaştıracak, gerçeklerin biçimini, çırpıntılı bir havuza düşen bir gölge gibi an be an değiştirecek, sınırlarını belirsizleştirecektir.

Kendimize ve arzularımıza şaştığımız; bütün hayatı aklın keskinliğiyle netleştirip, bir anlamda basitleştirmek alışkanlığımızın çürük bir tekne gibi kayalıklara çarpıp dağıldığı, anlaşılmazlığın ortaya çıktığı zamanlardır bunlar.

Böyle zamanlarda kendimizi korkuturuz.

Hayaller kurarız.

Hayattan yakınırız.

Nedenini tam da kavrayamadığımız şikayetlerimiz artar, sevme maceralarıyla, duygu patlamalarıyla dolu filmler bizi heyecanlandırır, yaşamak isteyip de yaşayamadıklarımızı ekranlarda seyretmekten acıklı bir tatmin yaratamaya uğraşırız.

Bazen de uyuveririz isteklerimize.

Tüm hayatımız değişir.

Zevklerimiz, isteklerimiz, beklentilerimiz başkalaşır, sakin bir kadının delice bir serüvene atlamasına şahit olduğumuz gibi hayatı delidolu maceralarla geçmiş birinin de aniden evine kapandığını ‘çılgın kalabalıklardan’ uzaklaştığını görürüz.

Yaşadığımız hayatın gerçeğini duygularımız belirler.

Severken sevmez olmamızın, hiç sevmediklerimizden aniden hoşlanmamızın gerisinde yatan sanırım duygularımızın o karanlık, belirsiz alemindeki iştah sapmalarıdır.

Duyguların değişen ihtiyaçları ve o ihtiyaca göre belirlenen iştahıdır.

Aklın, ahlakın, geleneklerin, kuralların, eğitimin gücünü kaybettiği, bildiğimiz her şeyin başka bir biçime dönüştüğü, görüntülerin bizi şaşırttığı, büyülü bir alemin kapılarının bize açıldığı anlar işte bu ihtiyaçların değiştiği anlardır.

Anna Karenina’nın kocasının kulakları böyle zamanlarda büyür.

Ve, bütün bunları sadece tek bir cümlede anlatabildiği için de insanlar Tolstoy’un o satırlarını hep tekrarlarlar.
Yazarın Tüm Yazıları