9 Ekim 2005
Siyah kuğular.<br><br>Arkalarında ince, berrak su çizgileri bırakarak durgun bir havuzda yüzüyorlar. Kışlıkları çıkartmalarını söyledim bu sabah.
Çok sevilmiş ama artık geçmişte kalmış bir sevgili yüzü gibi aydınlık, güzel, bütün çizgileriyle belirgin ama mesafeli ışıkların aydınlığında veda etmek istedim yaza.
Tembel bir balıkçı gibi uzanıyorum bazen hayatın kıyısında. Huzurlu bir üşengeçlikle geçip giden sabahlara bakıyorum, sonbaharın kaprisli günleri bazen bir yağmurla, bazen kurşuni bir hüzne bürünmüş ağırbaşlı bulutlarla, bazen de, bu sabah olduğu gibi, ılık bir aydınlıkla beliriyor pencerelerde.
Göztepe’nin sessiz arka sokakları yabangülü, kasımpatı ve güneş kokuyor böyle sabahlarda.
Düşüncelerin ışıklı belirsizliğine bırakılmış hafızamın oltalarına minik balıklar gibi küçük sözcükler vuruyor.
Nerden geldiğini, niye geldiğini, hangi anlamlara bürünmek istediğini bilmediğim ses kırıntıları.
Bir filmden minicik bir cümle:
- Dışarıdaki havuzda siyah kuğular var.
Hiç siyah kuğu görmedim.
Ama bu kısacık cümlede, yaban güllerinin o uçucu ekşimtrak kokularına uymayan lakin kasımpatların kekremsi, baharatlı kokularının içine usulca kıvrılıp yerleşebilen bir keder seziyorum.
Siyah kuğular.
Arkalarında ince, berrak su çizgileri bırakarak durgun bir havuzda yüzüyorlar.
Kışlıkları çıkartmalarını söyledim bu sabah.
Çok sevilmiş ama artık geçmişte kalmış bir sevgili yüzü gibi aydınlık, güzel, bütün çizgileriyle belirgin ama mesafeli ışıkların aydınlığında veda etmek istedim yaza.
Yumuşak pamuklular, kalın yünlüler, maceracı süetler biraz somurtkan ama koruyucu dostlar gibi asıldı dolaplara.
Mevsimler, köşebaşlarını fark ettiğim ama vitrinlerine pek bakmadığım geniş caddeler gibi hızla akarak değişiyor hayatımın içinde.
Sonbaharın kızılkahverengi bir tülü andıran ince hüznünü hissediyorum.
- Dışardaki havuzda siyah kuğular var.
Bu iki sözcüğün, ‘siyah kuğular’ın, isimlerini taşıdıkları uzun boyunlu zarif kuşlar gibi hafızamın eteklerine dokunmasının ardından bir yüzün ya da bir ismin belireceğini, içinden çıktıkları ışıltılı karanlıktan başka cümleler, başka olaylar, başka hatıralar da getireceklerini biliyorum.
Tembel bir balıkçı gibi telaşsızca bekliyorum.
Yeryüzünden ayrılmadan önce son bir ninni mırıldanan Zenobia’nın mutluluk, keder ve acı dolu yüzünü görüyorum.
Siyah kuğular gibi aslında Zenobia’nın yüzünü de hiç görmedim.
Ama tanıdık bir yüze benziyor sanki.
Enrique Vila-Matas’ın kitabında anlattığı bu kadın kasımpatı kokan bu sonbahar sabahında Göztepe sokaklarında benimle yürüyor, İspanyolca fısıltılarını, söylediği o son ninniyi duyuyorum.
O, kocası Juan Ramon Jimenez’in her şeyiydi.
Karısı, sevgilisi, aşığı, sekreteri, sırdaşı...
‘Yarın görüşürüz,’ diyenlere, ‘yarın mı, bakalım yarın ben nerede olacağım’ diyecek kadar kötümser, çabucak öleceğine inanacak kadar karamsar, bütün bunlara rağmen ‘bana hiçbir şey olmaz’ diyebilecek kadar çelişkili bu İspanyol şaire aşkını, hayatını, şefkatini adamıştı.
Babası uykusunda öldüğü için kendisinin de uykuda öleceğine inanan bu tuhaf adamın geceleri uyuyabilmesini varlığıyla ve şefkatiyle sağlıyordu.
1956 yılının ilkbaharında iki senelik bir kanser tedavisinden tükenmiş olarak kocasıyla birlikte yaşadıkları Porto Riko’ya döndüğünde aynı gün İsveçli gazeteciler de gelmişti.
Bir İsveçli gazetecinin ricası üzerine bu ünlü şaire Nobel ödülünü kazandığı Zenobia ölmeden önce bildirilmişti.
Edebiyat dünyası bütün yaşamını büyük bir edebiyatçıya adamış olan bu kadına saygısını böyle gösteriyordu.
Ölüm döşeğinde Zenobia’ya ‘Juan Ramon’un ödülü aldığını’ haber verdiklerinde o artık konuşamıyordu.
Ama bu haberi duyduğunda ‘kağıt hışırtısını andıran’ zayıf bir sesle İspanyolca bir ninni söylemişti.
Belki de o huzursuz gecelerde kocasına söylediği, onu sakinleştirip yatıştırdığı ninniydi bu.
Son ninnisini söyleyip mutlu olarak öldü.
Juan Ramon ise hayatını mutsuz olarak yaşadı ondan sonra.
Cenazeden eve döndüğünde sadık hizmetkarlarının gözünün önünde bir tür çılgınlık nöbeti yaşayarak ödülü ayaklarının altına almış, öfkeyle ve kederle çiğneyerek parçalamıştı onu.
Ve, bir daha tek bir satır bile yazmadı.
Tek bir satır...
Zenobia yoksa yazmak da yoktu, bütün dünyaya sanki şunu haykırmak istiyordu:
- Ona okuyamayacaksam eğer, yazdıklarımı onun nasıl bulduğunu öğrenmek için sabırsızlıkla beklemeyeceksem, yazmak ilgimi çekmiyor.
Aklında karısıyla bütünleşmiş olan yazı Zenobia’yla birlikte öldü onun için.
Bir daha asla yazı yazmayarak, bir erkeğin bir kadına gösterebileceği en büyük sadakati gösterdi karısına, Zenobia’nın okumadığı bir satırı bir başkası da okuyamadı.
- Dışardaki havuzda siyah kuğular yüzüyor.
İki siyah kuğu gibi Zenobia ile Juan Ramon birlikte yüzdüler kendi havuzlarında.
Arkalarında incecik, berrak bir su izi bırakarak.
Göztepe’nin sessiz arka sokakları.
Yabangülü, kasımpatı ve güneş kokuyor.
Aklımda iki siyah kuğu.
Bilmiyorum Zenobia bu kadar çok sevildiğini bildi mi...
Yoksa Juan Ramon, erkeklere mahsus o mahcup acemilikle duygularını göstermekte beceriksizce mi davrandı.
Bir kadınla bir erkeğin büyük bir aşkı yaratabileceğini ama o aşkı ancak bütün hayatlarını adadıkları ve aralarında ölümden sonra bile kopmadan sürecek bir bağ yaratan ortak tutkularının bir efsaneye dönüştürebileceğini Zenobia yaşarken de hissedip görebildi mi?
Sarmaşıkların kızıllaşan yapraklarının uçlarında utangaç sarı dalgalanmalar var.
Tembel bir balıkçı gibi uzanıyorum bazen hayatın kıyısına.
Erimiş camdan bir deniz gibi derinlerine doğru kararan düşüncelerimin içinde hafızamın kristal oltaları telaşsızca duruyor.
Sözcükler gelip takılıyor.
Siyah kuğular geldi.
Ve Zenobia.
Ilık bir güneş var, kırılmış billur bir hokka gibi gökyüzü, açık maviliğin diplerinde koyu bir lacivert seziliyor.
Belki yarın yağmur yağar.
Juan Ramon’a ‘yarın ben nerede olacağım’ dedirten hayat gibi belirsiz ve kaprisli sonbahar.
Kasımpatı kokan İspanyolca bir ninni.
- Dışardaki havuzda siyah kuğular yüzüyor.
Bu sabah kışlıkları çıkartmalarını söyledim.
Sonbahar serinliği ürpertiyor insanı.
Yazının Devamını Oku