Bir çocuk yaşıyor Adana’da. Henüz on bir yaşında bir oğlan çocuğu.
Daha şimdiden adını kaybetti.
Kimse onun adını yazamıyor, söyleyemiyor.
Öylesine dehşet verici bir olayın kahramanı oldu ki adını söylemek bütün hayatına damgasını vuracak bir uğursuzluk yaratacak onun için.
Hayatın "sahipsizlerinden" biri o.
Biz acıklı masallar okuduk. Bir yılbaşı günü kibritlerini satmaya çalışan "Kibritçi Kız". Ellerinde paketleriyle neşeli insanlar kutlamalar yapmak için önünden geçip giderken o cılız sesiyle "satılık kibritleri" olduğunu söyler.
Sonra kalabalıklar çekilir, hava soğuktur.
Küçük kız ısınabilmek için kucağındaki kibritleri yakar teker teker.
Kibritleri tükenir.
Ertesi sabah onu oturduğu duvarın dibinde donmuş olarak bulurlar.
Şimdi hálá öyle mi bilmiyorum ama benim zamanımda bütün çocuklar bu masalı bilirler, okuduklarında ağlarlardı.
Birçok masalla birlikte bunu yazan Andersen ise hayatında hiç evlenmemişti, sevgilisi bile olmamıştı.
Çocukları da...
Geceleri yatarken, "ya yangın çıkarsa" diye gerektiğinde pencereden sarkıtıp kaçmak için bir kangal ip koyardı başucuna.
Onu uyurken ölü sanıp gömerler korkusuyla göğsüne "ben canlıyım, uyuyorum" yazan bir kağıt iliştirirdi.
Tuhaf biriydi, insanlara uzaktı, çocuksuzdu ama çocukların dünyasını herkesten iyi anlatabiliyor, o terkedilmiş, hayatın karşısında yapayalnız bırakılmış zavallı çocukların acısını sezebiliyordu.
Çocuk sahibi olanların göremediği ıstırabı, belki de dikkati tek bir çocuk yerine bütün çocuklara dönük olduğu için o görüyordu.
Biz masallar okuyorduk ve masalların hemen hemen hepsi aynı şeyi anlatıyordu.
Sahipsiz çocukları.
Bu karmakarışık, vahşi dünyada yapayalnız bırakılmış, sevilmemiş, korunmamış, ezilmiş çocukları.
Soğuktan, kötü kalpli üvey annelerden, cadılardan, kurtlardan, insafsız adamlardan onları koruyacak, onları bağrına basacak kimseleri olmayan çocuklardı onlar.
Hayatın ayazında yapayalnız kendi kederleriyle titrerler, yalnız odalarında dertlerini kimseyle paylaşamadan ağlarlardı.
Onları seven, onlara sarılan kimse yoktu.
Neşeyi, sevinci, birine güvenmeyi, korunaklı sıcak bir odayı bilmiyorlardı.
Onlar için üzülürdük.
Büyüdük.
Ve hayatın masallardan da acımasız olduğunu öğrendik.
O "sahipsiz" çocuklar hayatın içinde dolaşıyorlardı.
Korkunç şeyler oluyordu çocuklara.
Görmemek için gözlerimizi kapattığımız korkunç şeyler.
Masalları okurken üzülenler, hayatın içindeki zavallı, hırpalanmış çocuklarla karşılaştıklarında hiç aldırmadan yollarına devam ediyorlardı.
Onlar "başkalarının" çocuklarıydı ve "başkalarının çocuklarına" pek aldırmıyorduk.
Korumaya çalıştığımız sadece kendi çocuklarımızdı.
Bundaki o çirkin bencilliği göremiyor, bu bencillikle yetiştirilen çocuklarda ne tür sakatlıklar oluşabileceğini aklımıza bile getirmiyorduk.
Kendi bencilliklerimizle kendi çocuklarımızı sakatlıyor, onların duygu dünyalarını iğdiş ediyor, onların serpilmeye hazırlanan vicdanlarını buruşturuyorduk.
Masallarla bile iyileşemeyecek biçimde yaralıyorduk varlıklarını.
Biz, ıssız evlerin kırık pancurları gibi ruhumuzu başkalarının acılarına kapattığımızda çevremizdeki karanlık vahşet büyüyor, bizi ve hayatı kuşatıyordu.
İnsanı "insan olmaktan" utandıracak suçlar sarıyordu her yanı.
Sahipsiz çocukların ruhlarını ve bedenlerini parçalıyorlardı.
Parçalıyorlardı ve biz susuyorduk.
Hiçbir masalda, kaderi en kötü çocuğun bile başına gelmeyecek şeyler geliyordu bu sahipsiz çocukların başına.
Gaddarca şeyler.
Bir çocuk yaşıyor Adana’da.
Henüz on bir yaşında bir oğlan çocuğu.
Daha şimdiden adını kaybetti.
Kimse onun adını yazamıyor, söyleyemiyor.
Öylesine dehşet verici bir olayın kahramanı oldu ki adını söylemek bütün hayatına damgasını vuracak bir uğursuzluk yaratacak onun için.
Hayatın "sahipsizlerinden" biri o.
İki yıl önce çocuk dokuz yaşındayken annesi bir gün savcılığa başvuruyor.
Yirmi beş adamın çocuğunun ırzına geçtiğini söylüyor.
Size perdeleri kapalı karanlık odalardan, çocuğun vücuduna uzanan ellerden, çocuğun yüzündeki acıdan söz etmeyeceğim.
Bundan söz etmeye gücüm yetmez.
Ama siz bir anlığına düşünün neden söz ettiğimizi.
Sadece bir çocuğu değil, bütün çocukları ve kendi çocuğunuzu da düşünün.
Çocuğu Adana Adli Tıp’a gönderiyorlar.
Adana Adli Tıp, "çocuğa kimse dokunmamıştır," diye rapor veriyor.
Adana’daki savcı bu rapordan tatmin olmuyor.
Çocuğu İstanbul Adli Tıp’a gönderiyor bu sefer.
Adana’da verilen raporun tam tersi bir rapor geliyor İstanbul’dan.
"Çocuğun ırzına tecavüz edilmiştir."
Kimse sahipsiz bir çocuk için verilen bu birbirinden farklı raporların hesabını sormuyor. O, sahipsiz çünkü, onun için her türlü rapor verilebilir.
Mahkeme açılıyor daha sonra.
Ve bu dava tam iki seneden beri sürüyor.
Karar çıkmıyor bir türlü.
Kendinizi o çocuğun yerine koyun.
Neler geçerdi aklınızdan?
Sonra kendinizi o çocuğun annesinin yerine koyun.
Ne hissederdiniz?
"Eğer zengin olsaydım, güçlü olsaydım, böyle sahipsiz olmasaydım çocuğumun başına bunlar gelmezdi" diye düşünmez miydiniz?
Bu çaresizlik sizi kahretmez miydi?
Çocuğunuzu koruyamamışsınız, üstelik eğer varsa bir suçun ortaya çıkmasını bile sağlayamıyorsunuz.
Çırpınıyorsunuz ve iki yıldır bir sessizliğin duvarına çarpıyorsunuz.
Sessizlik gırtlağınıza dolup soluğunuzu kesiyor.
Biliyorum, iç burkan birçok suça, vahşete, ahlaksızlığa arkamızı dönmüş bir toplumuz, görmezden gelmeyi bir alışkanlık haline getirdik ama gene de dokuz yaşındaki bir çocuktan sözettiğimizde hálá sızlayacak bir vicdanın bu toplumda da varolduğuna inanıyorum.
Bir düşünün.
Söylemeye dilim varmıyor ama ya bu sizin sevdiğiniz birinin başına gelseydi.
Sesinizi duyuramasaydınız, davanız iki yıl sürseydi...
Farklı raporların hesabı sorulmasaydı...
Bu, ürkütücü bir masal değil.
Bu, dehşet verici bir gerçek.
Hálá süren bir davadan söz ediyoruz.
Bu davada yargılananların mutlaka suçlu olduğunu söylemiyorum ama eğer suçsuzlarsa o adamları bu iddianın gölgesinden kurtarmak, eğer suçluysalar cezalarını vermek bu toplumun görevi değil mi?
Gerçek ya da değil, küçük bir çocuğun böyle bir iddianın ortasında yaşamasının onun ruhunda bırakacağı izleri, sarsıntıları tahmin etmek çok zor değil.
O dokuz yaşındaki küçük çocukla ilgili gerçeğin ortaya çıkması bu ülkedeki birçok çocuğun da geleceğini kurtaracak belki.
Irzına geçilen, öldürülen çocuklarımız var bu toplumda, eğer bunu yapanın yanına kár kalmayacağını gösterirsek belki çocuklarımızın bir kısmını bir felaketten koruyacağız.
Ben neyi hayal ediyorum, biliyor musunuz?
Yetmiş milyon insandan öfkeli bir çığlığın yükselmesini.
"O sahipsiz çocuğun sahibi biziz" diye haykıran yetmiş milyon insanın çığlığını duymayı hayal ediyorum.
Bir hayal mi bu sadece?
Bu toplum, çocuklarını sahiplenmez mi?
Biz kötü kalpli üvey annelerden, cadılardan, kırmızı şapkalı kızı yiyen kurtlardan ibaret bir kalabalık mıyız, "beyaz atlı bir prens" olamaz, çocukları kurtaramaz mıyız?
O vatan sevgisi, din sevgisi, ulus sevgisi gibi büyük ve ulu sevgiler küçük bir çocuk söz konusu olduğunda birden soğuyup kuruyorsa, o iri sevgilerden birkaç damla bile bir çocuğun üstüne serpilmiyorsa, o sevgilerin gerçekliğine inanılabilir mi?
Çocuğunu sevmeyen, çocuğunu korumayan bir toplumun bütün sevgileri sahtedir bence.
Öfkesi olmayan toplumun sevgisi de olmaz.
İlk kez bir buçuk yıl kadar önce okuduğum bu haberle ilgili yazdığım yazıdan dolayı ben "hakaretten" mahkum oldum.
Şimdi gene yazıyorum.
Bu davada bir daha mahkum olmaktan, dokuz yaşındaki bir çocuğa sahip çıkmaya çalışmaktan dolayı ödeyeceğim bedelden kaçmam.
Siz kaçar mısınız?
Mahkum olmaktan korkar mısınız bir çocuk için?
Yeryüzünde, çocuklarını korumaya çalışan bir toplumu mahkum edebilecek bir mahkeme yoktur.
Hem bir şey söyleyeyim mi size, mahkum olmaktan daha kötü şeyler var hayatta.
Çocukların ırzına geçildiğine dair iddiaların bulunduğu bir ülkede, "Bir çocuğun ırzına geçildiği söylendi ama ben korkup sustum" demenin utancı mahkum olmaktan daha kötü.
Ben o utancı taşımaktansa mahkum olmayı tercih ederim.
Siz neyi tercih edersiniz?
O çocuk 11 yaşında şimdi.
Adını daha şimdiden kaybetti.
Bir karanlığın içinde boynu bükük oturuyor.
Ona sahip çıkmaz mısınız gerçekten?
Bırakır mısınız onu koyu kederin içinde bir başına?