Bir başkentin üst düzey yöneticilerinin, toplulukların önündeki o ciddi ve ağırbaşlı görünümlerinden soyunup bir erkeğe dönüştükleri, bir yanıyla çok doğal bir yanıyla çok tehlikeli bir "metamorfozdan" geçtikleri o apartman katını merak ediyorum doğrusu.
Karanlık bir kapan gibi içine girecek erkekleri bekleyen o "masaj salonu" nasıl kokuyordu acaba, mobilyaları nasıldı, ışıkları karartılıp kışkırtıcı bir loşluk mu yaratılmıştı, bekleyenlerin oyalanması için masalara bir şeyler konmuş muydu, duvarlarına tablolar asılmış mıydı, ne ikram ediliyordu?
Yoksa, ayrıntılara pek aldırılmamış mıydı?
Duvarlarına gizli kameralar yerleştirilmiş odalara erkekleri çekmek için oradaki kadınların yeterli olacağı mı düşünülmüştü?
Bir başkentin üst düzey yöneticilerinin, toplulukların önündeki o ciddi ve ağırbaşlı görünümlerinden soyunup bir erkeğe dönüştükleri, bir yanıyla çok doğal bir yanıyla çok tehlikeli bir "metamorfozdan" geçtikleri o apartman katını merak ediyorum doğrusu.
Politikayla cinselliğin, birbirine tümüyle yabancı gözüken bu iki dünyanın buluştuğu noktadaki her ışık kırılmasının bize hem insanlar hem politika hem de bir başkentin "gizli" düzeyi hakkında ipuçları vereceğine inanıyorum.
Yönetenlerin gerçek yüzü saklı sanki orada.
Kalabalıkların kaderine hükmetmek arzusu, bana sorarsanız, insanoğlunun "suça" en yatkın zaaflarından biridir.
Kendinizi diğerlerinden ayırıp, daha "yüksek" bir yere, daha güçlü ve daha dokunulmaz bir yere yerleştiriyorsunuz.
Ama, kaderlerine hükmedeceğiniz insanları, onlardan "daha üstün" olduğunuza nasıl ikna edeceksiniz, her biri kendini çok önemli gören o milyonlarca insanı sizin onlardan daha "önemli" olduğunuza nasıl inandıracaksınız?
Eskiden, imparatorlar bu gücü doğrudan "tanrıdan" aldıklarına inandırmışlardı insanları.
Peki, şimdikiler kendileri ayrıcalıklı kılacak "gücü" nereden alıyorlar?
"Hükmetme arzusu" gibi en büyük zaaflardan biriyle yaratılmış bu insanlar kaçınılmaz olarak kendilerini "günahsız ve zaafsız" bir şekilde sunacaklar kalabalıklara, bizim bildiğimiz hiçbir zaafları yok onların görüntüde, tuhaf bir biçimde sahip olmaktan en korktukları zaaf ise cinsellik.
Kalabalıkların da biraz insafsız hatta intikamcı bir yanları beliriyor bu konuda.
Yöneticilere, "Sizin üstünlüğünüzü kabul ederiz ama siz her tür cinsel zaaftan uzak duracaksınız" diyorlar, oynayan bir kadına her erkek rahatlıkla bakarken bu kadarcık bir "kaçamak" bile yöneticilere yasaklanıyor, onların hiçbir davranışından "cinselliklerine" dair bir ipucu sezmememiz gerekiyor.
Onlar bizim kaderlerimize hükmederken biz de onları garip bir alaycılıkla cinselliklerinden soyuyoruz.
Yolsuzluklarına, hırsızlıklarına, cinayetlerine göstermediğimiz tepkileri "cinselliklerine" gösteriyoruz, başka erkeklere tanınan bütün haklardan onları yoksun kılıyoruz, bir kadına bakamazlar, bir kadınla flört edemezler, gizli kaçamaklar yaşayamazlar.
Bunlardan birini yaparlarsa "hükmedici" özelliklerini kaybederler.
Ne zalim bir ceza aslında.
Tarih, yolsuzluklardan çok cinselliklerinden dolayı koltuklarını kaybetmiş politikacılara şahit olmuştur, bizim bile yakın tarihimizde bunun örnekleri vardır.
Başkalarını yönetmek isteyenler, kendi hayatlarını yönetme hakkından feragat ederek bu isteğin bedelini öderler ama bu "iktidar" isteyen erkekleri şantaja açık hale getirir.
Etraflarındaki her güzel kadın onlar için bir tuzak gibidir, bir tehlikedir, çoğu kez "hükmetme güdüsü" ile "erkeklik güdüsü" birbirleriyle dövüşür, bir kez bile "erkekliklerine" yenilenler daha sonra bütün hayatlarını bunun bedelini ödemekle geçirirler.
Pek uzun olmayan bir geçmişte bizim bir içişleri bakanımız yaşadığı bir "ilişki" yüzünden koltuğunu kaybetmişti, Amerikan Başkanı Clinton iktidar döneminin en yıpratıcı hesaplaşmasıyla genç bir kadınla olan cinsel macerası sonucunda yüzleşti.
Ama yakın çağın en unutulmaz olayı "Profumo skandalı"ydı.
Bu skandal İngiliz toplumunu öylesine sarstı ki, İngilizler, Lawrence’ın "Lady Chatterley" isimli romanı hakkında açılan davayı, Beatles’ı ve Profumo skandalını "yeni bir çağı başlatan üç olay" olarak değerlendirdiler.
John Profumo parlak bir politikacıydı.
Tanınmış bir ailenin çocuğuydu, çok iyi bir eğitim görmüştü, yirmi beş yaşında Muhafazakar Parti milletvekili olarak parlamentoya girmeyi başarmıştı.
Güzel ve zarif bir artistle evliydi.
Kırk beş yaşında "savunma bakanı" olmuştu ve müstakbel başbakan adaylarından biri olarak görülüyordu.
"Hükmediciler" grubunun en seçkin üyelerinin sahip olması gereken bütün özelliklere sahipti.
Ve, erkekti.
Parti içi mücadeleleri, parlamento çekişmeleri, kulis dedikoduları, gelecek planları, "muhafazakar" bir politikacının içine hapsedildiği fazlasıyla mazbut hayat onu "hükmedicilerin" önemli bir üyesi yapıyor ama bir erkek olarak da sıkıntıdan öldürüyordu.
O sıralarda Londra’da Stephen Ward isimli bir sosyete doktoru yaşıyordu, eğlenceli partiler veriyor, kabarelerde çalışan güzel kızlarla ünlü aristokratları ve tanınmış politikacıları bu partilerde bir araya getiriyordu.
"Kızları" arasında Christine Keeler diye kızıl saçlı, uzun bacaklı çok güzel bir kız da bulunuyordu.
Lord Astor’un malikanesinde verilen bir partide Profumo ile Keeler tanıştılar, havuz başında yapılan bir sohbetle başlayan dostlukları ilerledi.
Buluşup sevişmeye başladılar.
Ama bir sorun vardı.
Keeler, aynı zamanda Sovyet Büyükelçiliği’nin casus olduğundan kuşkulanılan Deniz Ataşesi İvanov’la da buluşuyordu.
İngiliz savunma bakanı ile Sovyet deniz ataşesi aynı kadını ve aynı yatağı paylaşıyordu.
Ve, herkes erkeklerin yatakta çok konuştuğunu biliyordu.
İktidarın, politika arenasında olduğundan bile daha büyük bir öneme sahip olduğu "yatakta" erkekler "güçlerini" yalnızca fiziksel performanslarıyla değil kendi görkemlerini parlatacak konuşmalarla pekiştirmeye çalışıyorlardı.
"İnsanların kaderlerine hükmeden" o güçlü erkekler ise bir kadınla yaşanan mahrem anlarda en çabuk çözülenlerdi. Neredeyse bütün hayatları aslında "gerçek olmayan" bir insan görüntüsü çizmekle, cinselliklerini ve zaaflarını reddetmekle geçtiği, iradelerinin ve enerjilerinin büyük kısmını başka insanlara kendi güçlerini kabul ettirmek için harcadıkları için bir kadının "anlayışına" ve sıcaklığına sığınmaya en mahkum erkekler genellikle onlar oluyordu.
Hem biraz övünebilmek hem de "güçten" yorulan ruhlarını, günlük hayatlarında yüzlerine yerleştirdikleri maskeyi çıkartıp zaaflarını çekincesizce ortaya dökerek, hiç olmazsa biraz dinlendirebilmek için o "zayıf" anlarında dökülüp saçılıyorlardı.
Basın, bu ilişkiyi öğrendi.
Profumo, neredeyse bütün politikacıların ortak hatasına saplanıp parlamentoda bu ilişkiyi reddetti.
Ama kısa bir süre sonra yalan söylediğini kabullenmek zorunda kaldı.
İstifa edip politikadan çekildi.
İvanov, Rusya’ya geri çağrıldı ve bir daha kimse ondan haber alamadı.
Ward ise "kadın pazarlamak" suçundan verildiği mahkemenin son duruşmasından önce "intihar" etti.
Aslında daha sonra İngilizlerin de söylediği gibi ortada açık bir suç yoktu.
Profumo kanalıyla Sovyetlerin eline sırların geçtiğine dair bir bulguya rastlanılmadı.
O günlerde yalnızca İngiltere’yi değil bütün dünyayı sarsan o skandalın gerisinde o gürültüye değecek bir "casusluk örgütü" bulamadı kimse.
Aslında cezalandırılan, bir politikacının hele bir muhafazakar politikacının asla kalabalıklar önünde sahip olmaması gereken "erkek" yanının ortaya çıkması, bir "hükmedicinin" erkek olduğunun ve erkeksi zaaflarının bulunduğunun anlaşılmasıydı.
Belki yakalanmasaydı daha sonra "cinselliğinin" bedellerini bir şantajla karşılaşarak ödeyecekti.
Onu "politik geleceğiyle" cinselliği arasında sıkıştıracaklardı.
Bunu tam bilemiyoruz.
Bildiğimiz, kızıl saçlı güzel bir kadınla yaşanan on beş yirmi günlük bir macera sonunda bütün politik kariyerini belki de başbakanlık koltuğunu kaybettiği.
İngiltere bu olaydan sonra yöneticilere biraz daha "cinsel özgürlük" tanıyıp tanımamayı, yöneticileri cinselliklerinden soymanın sorunlarını, bunun onları nasıl şantaja açık hale getirdiğini tartıştı.
"Cinsel zaaflarından vazgeç" demek başkalarını olduğu gibi politikacıları da kolay kolay vazgeçirmiyor, sadece bu yasak onları bizden daha zayıf ve daha kırılgan bir hale sokuyor.
Saklayabilmek için bizim vereceklerimizden daha fazlasını vermeye razı oluyorlar hatta ilk işledikleri "suçtan" daha beterlerini işleyip, cinayetlere kadar vardırabiliyorlar işi.
Ben, insanların zaaflarını daha az baskı altında yaşamasından yana olanlardanım.
Siyah arabalarda dolaşan, sert nutuklar atan, hep "ülkelerini" düşünen, ağırbaşlı duran o zavallı yöneticilerin de erkek olduklarını; daha doğuştan içlerine yerleştiren o cinsel zaaflarla ve onları saklamaya uğraşmakla bizden daha fazla boğuştuklarını biliyoruz.
Belki de bu yüzden onların hayatları bana hep biraz acıklı gelir.
O yaldızlı görkemin ortasında durabilmek için neleri saklamak zorunda kaldıklarını düşünürüm.
İnsanlar zaaflarıyla doğarlar, bunu saklamaya çalıştıkça da güçsüzleşirler bence.
Benim daha çok ilgimi çeken ise bu zaaflarını nasıl yaşadıkları.
Zaaflar her yerde aynı zaaflar, asıl farkı onların yaşanma biçimi yaratıyor galiba, bizim hükmedicilerle onların hükmedicileri arasındaki farkı da oturdukları salonlarla, seviştikleri kadınlar belirliyor.
Çünkü kültür dediğimiz belki de zaafların yaşanma biçimi.
İngiliz yöneticilerin bunu nasıl yaşadığını bu skandal sayesinde biraz öğrendik, büyük partiler, şatolar, havuzbaşları, güzel yemekler, flörtün tadını çıkartan sohbetler.
Ya bizimkiler...
Bu son "sauna skandalında" ele geçen belgeler, devletin gizli bilgilerinin kaydedildiği CD’ler, odalara yerleştirilen kameralar hem şantaja hem casusluğa açık bir cinsellik kapısının önünde durduğumuzu gösteriyor.
Erkeklik labirentinin karanlık kapısından tehlikeli bir bölgeye geçenler bunu hangi "ambiyansta" gerçekleştirdiler.
O "sauna" nasıl kokuyordu, mobilyaları iyi seçilmiş miydi, ışıklar özenli bir loşlukta mıydı, duvarlarda tablolar var mıydı?
Bir de bu olaydaki kadınları merak ediyorum elbette.
Christine Keeler’ın resmini bütün dünya görmüştü, erkeklerin büyük çoğunluğu da onun "bakanlıktan" daha iyi olduğuna, onun için koltuktan vazgeçmeye değeceğine karar vermişti.
Bizim başkentteki, resimlerini nedense hiç kimsenin görmediği kadınlar nasıldı peki?