Bir daha dönmeyecek olanı özlemek başka hiçbir özleme benzemez, her özlem içinde minicik de olsa bir umut barındırırken, özlemin böylesi içine bir damla ışık sızmayan zifiri karanlık bir oda gibidir, karanlıktan başka hiçbir şey yoktur.
Hiçbir şey.
Sadece karanlık.
İşgal İstanbul’u kendi karmaşasıyla çalkalanırken, şehrin ortasındaki Sultanahmet Cezaevi de kirli sarı duvarlarının içindeki korkunç başıbozukluk ve hercümerçle bir gayya kuyusu gibi kaynamaktadır... O cehennemdeki kaybolmuş insanları anlatan Kemal Tahir’in "Esir Şehrin Mahpusu" isimli romanında şöyle bir görünüp geçen bir katil vardır.
Elinde, öldürdüğü kadının parfümünü damlattığı bir mendille dolaşır, sık sık o mendili koklar.
Görünürde o da diğerleri gibi günlük hayatını sürdürür, kahve sohbetleri yapar, hapishane dedikodularına katılır, koğuştan koğuşa ziyaretlere gider, rüşvet verir ama geceleri el ayak çekildiğinde görünmeyen bir dünyaya geçer.
Öldürdüğü kadınla başbaşa kalır.
Hálá delice bir tutkuyla sevdiği kadınla konuşur, tartışır, onunla sevişir.
Ölü kadının varlığını hálá sürdürdüğü bu gizli dünyanın kilidi sanki katilin mendiline damlattığı o parfümdür, o koku öldürdüğü kadını hayallerinde hep canlı tutar.
Arada bir gündüz vakti de o mendili koklarken hülyalara dalar.
Yanmış soğan, ter ve kenevir dumanı kokan, kurumuş tahtakurularıyla lekelenmiş kalın duvarlarına mahkumların isimlerini kazıdıkları o karanlık ve rutubetli binada kendine öldürdüğü kadının kokusundan oluşturduğu mor gölgeli bir hayal alemi yaratır.
O kadının mendile damlatılan parfümü sanki adamın içinde yaşadığı zamanı bölmekte, bir parçası o kokuyla birlikte geçmişin içinde kalmakta, diğer parçası ise görünür günlük hayatı ve anı yaşamaktadır.
Bu küçük hikayenin gerisinde yatan trajedi ise insanoğlunun esrarengiz sorunlarını ve cevapsız sırlarını barındırır.
Sevmek ve yoketmeyi istemek gibi birbiriyle çelişen iki duygusal hareket bir arada ortaya çıkınca, insanın varlığı kaçınılmaz olarak depremli bir toprak gibi yarılır, içinde iyi ve kötü ne varsa yeraltı yaratıkları gibi ortaya çıkar.
Bütün bu duyguların, bir mera yangınından kaçan çıldırmış küheylanlar gibi üstümüze saldırdığını gördüğümüzde daha bir an önce çok sakin görünen hayatın nasıl değiştiğini, seven bir insanın bir canavara nasıl dönüştüğünü anlamaya çalışırız.
Ne olmuştur?
Bazen şefkatle bazen şehvetle dokunan o eller nasıl olmuştur da o beyaz ve dolgun boynu, üstünde koyu izler bırakarak sıkmış, onu soluğunun kesilişini, çırpınışını, hayattan koparken yalvaran bakışını seyrederek cansız bir bedene dönüştürmüştür?
Bizi en şaşırtacak olanı ise adamın öldürürken bile o kadını hálá delice sevmeye devam etmesidir.
Sevgi hangi dolambaçlı yollardan, hangi karanlık vadilerden geçmiş de böylesine vahşileşmiş, düşmanlaşmış, hem sevgi olarak kalırken hem de aynı anda bir nefret biçimine girmiştir.
Şefkat, koruma gibi istekleri içinde barındıran sevgi hayatın hangi anında uğursuz bir kristalden geçerek kırılıp vahşi ve belirsiz bir düşmanlığa dönüşmüştür.
O masum, sevecen, güvenilir "sevgi" ne zaman içinde bir katilin donuk bakışlarını beslemeye başlamıştır.
Bizi sevenlere, bizi sevdikleri için güvenmeli miyiz?
Bizi sevenlerden, bizi sevdikleri için kuşkulanmalı mıyız?
Tehlikeli bir duygu mu sevgi?
Sandığımız kadar masum değil mi?
Sevgiden yoketmeye doğru giden bu korkunç yolculuk herhalde sevginin bir zaman sonra kaçınılmaz bir biçimde kendi içinde filizlendirdiği o ürkütücü sahip olma isteğiyle başlıyor.
Sevdiğin insana en küçük bir kuşku çatlağı bile bulunmayan bir güvenle sahip olmak, yıldızlarla dolu bir gökyüzünü avuçlarının içine alabilmek gibi tanrısal bir güç ve güven veriyor insana.
Ama ne yazık ki insanlara tanrısal güçler bağışlanmamış, onun için hem aşkı hem böylesine kesin bir güveni aynı anda kucağında taşıyabilen kimse yok.
Sahip olmak isteyen herkes yeterince sahip olamadığından, kendisine yeterince bağlayamadığından, sevdiğinin hayalinden başka gölgelerin geçtiğinden kuşku da duyuyor.
Ve, sevgi kuşkuyla birleştiğinde kora sokulmuş bir neştere dönüp yakarak kesiyor insanın içini.
Eğer karşındaki insan bu anda usulca, yatıştırıcı bir dokunuşla seni tutarsa kendi yanıklarından bir mutluluk yaratabiliyorsun, bütün insanların aradığı o mutluluğa kavuşuyorsun, içinde tuhaf bir sızı taşıyan bir mutluluk etini ve ruhunu bir süreliğine de olsa huzura kavuşturabiliyor.
Ama eğer karşındaki senin kuşkularını kışkırtırsa, yaralarından içini parçalayarak iki başlı korkunç bir yaratık çıkıyor, karşındakine duyduğun sevgiyle kendine duyduğun sevgi birbirinden nefret eden Siyamlı ikizler gibi aynı vücudu paylaşıyor.
Karşındakine duyduğun sevgi ve kuşku arttıkça kendine duyduğun sevgi acıyla, aşağılanmışlıkla kıvranıyor.
Ve kurtulmak istiyorsun.
Yok etmeyi arzuluyorsun.
Aslında yok etmek istediğin içindeki o korkunç ikiz.
Birçok insan bu yoketme isteğini duyduğunda, çektiği azap dayanılmaz hale geldiğinde kaçmaya, hayatın başka köşelerinde bir teselli aramaya çabalıyor.
Uzaklaşıyor.
Arkasına bakarak, kaçtığı insanın ona sevgiyle yetişeceğini umarak uzaklaşıyor.
Kalanlar, kaçamayacak kadar sevenler, kaçtığında kendine olan sevgisini de yaralanmış hissedenler kalıyor.
O andan itibaren kuralları ve sınırları belirsiz bir alana giriyorlar.
Oraya girenlerin bir daha oradan nasıl çıkacağını kimse bilmiyor.
Bir kısmı bir mucizeyi gerçekleştirerek, kararlılığı sonucu sevdiğiyle bir mutluluğu yakalamayı başararak çıkıyor oradan, bazıları hayatı boyunca iyileşmeyecek yaralar taşıyarak, bazıları da Kemal Tahir’in anlattığı gibi bir katil olarak.
Ve, sonra hep aynı kokuyu damlattığı mendili, yavrusu ölen bir köpeğin bir battaniyeyi yavrusu sanarak taşıması gibi, sevgilisi sanarak koklayan bir adama dönüyor.
Sevdiğini öldürüyor ama sevgisini öldüremiyor.
Ama artık umutları da yok.
Sevilmeyi umut edemez, sevilmekle ilgili hayaller kuramaz, kendisini sevip sevmediğini soramaz, içini biraz olsun rahatlatacak bir cevap bile bekleyemez.
Hiçbir umut besleyemeden sevmenin korkunç acısını çekecektir artık.
Hatıralarına sığınacak, gerçek dünyanın ortasında gerçek olmayan bir dünya kuracaktır.
Kendine sorular soracaktır.
İçindeki duyguları, o acıyı öldürmeye çalışırken sevdiğini nasıl öldürmüş olduğunu anlamaya uğraşacaktır.
Sevdiği insanı öldürürken aslında hayatı öldürmüş olduğunu, kendisinin de yaşamadığını, yaşayan hiçbir şey de kalmadığını kavrayacaktır.
Gelecek bitmiştir.
O geçmişin içine hapistir artık.
Şimdi en büyük korku o geçmişi de kaybetmektir, artık yokolanı hatırlayamamak, onla yaşananları yeniden, yeniden aklında canlandıramamaktır.
Onu da kaybettiğinde, kaybedecek hiçbir şeyi kalmayacak, tutunacak bir yer bulamayacaktır.
Geçmişiyle ilişki kurabilmek için parfüm damlatılmış mendil gibi kutsallaşmış işaretlerin garip bir büyüyle kaybolmuş sesleri, görüntüleri yeniden yaratmasını bekleyecektir.
Bir hapishanenin içinde, avucunda kadın parfümüne bulanmış bir mendille dolaşacaktır.
O adamın vicdan azabı, suçluluk, günah korkusu duyacağını sanmam.
Öylesine bir özlem duyuyordur ki başka hiçbir duyguya yer kalmıyordur ruhunda.
Bir daha dönmeyecek olanı özlemek başka hiçbir özleme benzemez, her özlem içinde minicik de olsa bir umut barındırırken, özlemin böylesi içine bir damla ışık sızmayan zifiri karanlık bir oda gibidir, karanlıktan başka hiçbir şey yoktur.
Hiçbir şey.
Sadece karanlık.
Belki de o yüzden koku her şeyden önemlidir.
Bir resme bakmaktan, geçmişten kalan bir eşyaya dokunmaktan çok daha berrak bir biçimde hissedilecek olan o karanlıkta sadece kokudur.
Sevdiği kadını, geçmişini, özlemini koklar hep.
O kokuyu ondan alsanız yaşamaya devam edebilir mi bilmiyorum.
Hayat onun için sadece bir kokuya dönmüştür çünkü.
Bir parfüme.
Artık var olmayan bir kadının parfümüne.
Çaresizce özlemenin bütün duyguların en kahredicisi olduğunu, ruhu bir kokunun salıntılı dalgasında karanlığa batarken öğrenecektir.