Yol kenarlarındaki bakımsız çimlerin arasından papatyalar minicik sarı göbekleriyle başlarını çıkarmışlardı.
Manolya kokusu gibi belli belirsiz bir neşe hissediliyordu güneşli sokaklarda.
Göztepe’nin arka bahçelerine sürgüne gönderilmiş portakal ağaçlarının tombul meyveleri iyice büyümüştü.
Hayat güzel bir şeye benziyordu.
Eve gelince bütün pencereleri açtım. Işıklar içinde bir ılıklık doldu salona. Karıncaları gördüm. Parkelerin arasından çıkıp tek sıra halinde lilyumların durduğu büyük vazoya gidiyorlardı, içi su dolu büyük cam vazoya tırmanıp çiçeklere ulaşıyorlar sonra geri dönüyorlardı.
Bahar gelmiş diye düşündüm.
Karıncalar mevsimleri benden iyi bilirler, kış boyu saklandıkları yerlerden çıktıklarına göre mevsim değişmişti.
Zaten yollarda baharın bütün işaretlerine rastlamıştım.
Beyaz kalın çizgili, yumurta biçimindeki koyu pembe yabani manolya çiçekleri irileşmişti.
Manolyaların "soylu" olanlarının beyaz çiçeklerini açmasına ise daha vardı, onlar hafifçe ekşimsi olan o dumanlı incecik kokularıyla yazın habercisi olacaklardı.
Şimdilik sadece dalları koyu yeşil yapraklarıyla kabarmıştı.
Yol kenarlarındaki bakımsız çimlerin arasından papatyalar minicik sarı göbekleriyle başlarını çıkarmışlardı.
Manolya kokusu gibi belli belirsiz bir neşe hissediliyordu güneşli sokaklarda.
Göztepe’nin arka bahçelerine sürgüne gönderilmiş portakal ağaçlarının tombul meyveleri iyice büyümüştü.
Hayat güzel bir şeye benziyordu.
Neredeyse zorlayıcı bir canlılık, insanda tek başına taşıyamayacağı için tanımadıklarıyla bile paylaşmaya hazır olduğu garip bir hayata karışma isteği, bu "yeniden doğuş" ayinine katılma arzusu yaratıyordu.
Bu "diriliş"in parçası olmak, kısa bir süreliğine bile olsa bütün varlığından kopup o anın içine dağılmak, kendinden başka bir şeye dönüşmek, sokakların sakin ılıklığında kendini yeniden bir daha doğurmak için bir coşku hissediyordu insan.
Orada o sokağın bir parçası gibi durdum.
O anda yaşamak için bir amaca ihtiyacım yoktu.
Yaşıyor olmak yeterliydi.
Bazen böyle anlar yaşarız, biraz garip anlar; böyle anlarda hayat hem çok anlamsızdır, hem de çok anlamlı.
Düşüncelerimiz, beklentilerimiz, ihtiraslarımız, özlemlerimiz, acılarımız, kırgınlıklarımız, düş kırıklıklarımız, zaferlerimiz ve yenilgilerimiz birden boş ve saçma gözükür bize, bunların ne anlamı var diye geçiririz aklımızdan. Hayata yapışan elimizin aslında boş olduğunu, tuttuğumuzu sandığımız hiç bir şeyi tutmadığımızı hissederiz.
Ama bir yanımızla da, böyle bir bahar ılıklığının taze süt gibi kabarıp bizi yabani manolyalarıyla, tatlı akasya çiçeği kokularıyla, yeşil çimenlikleri, cömert aydınlığıyla sardığı bir anda sadece varolabilmenin, yaşamanın tadını ve anlamını kavrarız.
Yaşıyorum, diye düşünürüz.
Taşıdığı ağır yükü bir taşın üstüne koyup dinlenen bir adam gibi hayatın yükünü omuzlarımızdan atmanın hafifliğini duyarız.
Biraz sonra yükümüzü yeniden sırtlayıp yolumuza devam edeceğimizi biliriz.
Bütün o kaygılar, istekler, ihtiraslar, kırgınlıklar, beklentiler dönüp gelecektir.
Ama, bir an, sadece bir an onlardan soyunuveririz.
Güzel, derin bir soluk aldım.
Huzurlu bir soluk.
Öyle bir andı ki sahip olduğum her şeyi kaybedeceğimi söyleseler omuzlarımı silkerdim, istediğim her şeyi vereceklerini söyleseler onlara gülerdim.
İsmini bile bilmediğim bir sokakta hayatın anlamlı gözüken nesi varsa hepsinden vazgeçmiştim ve birden sınırları olmayan bir özgürlüğün içinde sanki eriyip hayatın pençesinden kurtulmuştum.
Yeniden yürümeye başladığımda o sihirli an kayboldu.
Hafızama, duygularıma, düşüncelerime, ihtiraslarıma geri döndüm.
Taşımaya alışkın olduğum yüküm sırtımdaydı şimdi.
İki şey hatırladım.
Böyle bir günde Napoli’de kıkırdayan küçük bir Çingene kızından aldığım uzun saplı bir gülü ne yapacağımı bilemeden elimde taşırken, kırmızı ışıkta duran bir arabanın penceresinden içindeki kadına uzattığımda kadının nasıl korktuğunu...
Ve, Neron’un da hocası olan ünlü İtalyan filozofu Seneca’nın sürgüne gittiği adadan annesine yazdığı mektubu.
"Hiçbir zaman kader tanrıçasına güvenmedim, bana huzur verdiği zamanlarda bile. Bana bahşettiği her şeyi (parayı, mevkii, gücü) öyle bir yere koydum ki geri almak istediği zaman beni rahatsız etmeden alabilsin. Bütün bu sahip olduğum şeylere belli bir mesafede durdum ki istediği zaman onları bulundukları yerden rahatça alsın, benden söküp koparmasın."
Hayatta kötü şeyler de olabileceğini bilen ve kendini buna hazırlayan insanın hayal kırıklığı yaşamayacağına, en kötü kaderle karşılaştığında bile gülebileceğine inanan filozofun bütün hayatı sanki bu söylediğinin sınavı olarak geçmişti.
Kazandığı bütün serveti ve ünü sürgüne gönderildiğinde kaybetmiş, sürgünden geri çağrılıp Neron’a hoca olduktan sonra kaybettiklerini yeniden kazanmıştı.
Roma’nın yararına olacağına inandığı için üvey kardeşi Britanucus’u öldürmesini Neron’a o öğütlemişti söylentilere göre.
Sonra bir bahar gecesi kırmızı pelerinli, gümüş tolgalı, üstü kartal işlemeli sandaletler giyen askerler onun kapısını çalmışlardı, öğrencisi İmparator Neron’un "ölüm emrini" iletmek için.
Evindeki dostları ağlamaya başladığında onları azarlamıştı.
Bir "bilge en kötüyü bile gülerek karşılamalıydı" çünkü.
Romalı bir asile alt sınıftan biri el süremezdi, onun için idama mahkum olanlar kendilerini öldürürlerdi.
Seneca, önce hayranı olduğu Sokrat gibi baldıran zehiri içmişti ama zehir onu öldürmeye yetmemişti, eski adetlere uyarak bileklerini ve diz kapaklarının arkasındaki damarları kesip sıcak suyla dolu bir küvete yatmıştı.
Ve gene hemen ölmemişti.
Kader bazen almasını hiç istemediğinizi alırken bazen de alması için yalvardığınızı çok yavaş alıyordu.
Seneca, bütün o acılar içinde ölene kadar hep gülümsemişti.
Dostlarını teselli etmişti.
- Talihsizlikler karşısında sükunetinizi kaybetmemenizi söyleyen felsefeye olan inancınız nereye gitti, demişti.
Acılar karşısında sağlam durulması gerektiğini söyleyen bir felsefi görüşe inanıyordu ve kendi inancının doğruluğunu ölüm karşısındaki metanetiyle de kanıtlamıştı.
Aksine bir davranış, bir korku belirtisi, bir ürkeklik, onun bütün hayatını adadığı inançlarına ters düşecek, onun yanlış bir görüşü savunduğunu ortaya koyacaktı ki bu Seneca için ölümden bile beterdi.
Gülümsemişti ölüme giderken.
Kendisiyle birlikte ölmek isteyen karısının elini şefkatle okşamıştı.
Ölüm karşısında sağlam durabilenlere çocukluğumdan beri hayran olmuştum.
Onlarla ilgili çok hikaye dinlemiştim.
Ve, o sokakta durduğum bir an içinde hiçbir şeyden korkmamanın mümkün olduğunu hissedebilmiştim.
Ama o, sadece bir andı.
Bütün ihtiraslarımdan, arzularımdan ve korkularımdan kurtulduğum, bir yabani manolya çiçeğine dönüştüğüm bir an.
O anı bütün hayata yaymak mümkün olabilir miydi?
Napolili kadın ona bir gül uzattığımda bile korkmuştu.
Korku sanki hayatımızın alıştığımız bir parçasıydı.
Gene de korkusuzluğu kısa bir süreliğine hissedebilmiştim.
Eğilip çimenlerin arasından bir papatya kopardım.
Boyundan beklenmeyen keskin ve yadırgı bir kokusu vardı.
Onu yanımdan geçen bir kadına versem ne yapar diye geçirdim doğrusu bir an aklımdan, acaba irkilir miydi, deli olduğumu, daha kötüsü ona yakışıksız bir biçimde kur yaptığımı düşünür müydü?
Böyle bir günde bir çiçek vermek konusunda ne kadar çok endişe.
Papatyayı cebime koydum.
Bana bu kadar güzel bir anı bağışlayan "kader tanrıçası" acaba benim için nasıl planlar yapıyordu?
Neler verecek, neler alacaktı?
Bunları ne zaman yapacaktı?
Bana verilenleri sükunetle kabul edip, benden alınanlara gülümseyebilecek miydim?
Bir ağacın gölgeliğine saklanmış bir duvarın üstüne oturmuş bir kızla bir oğlan öpüşüyorlardı.
Bahçesi otlarla kaplı eski konağın çatısına martılar konmuştu.
Ceketimi çıkartıp elime aldım.
Hava çok ısınmıştı.
Dallarını yola doğru eğmiş bir mimoza ağacının altından geçtim.
Ak bir aydınlığın içinde yürüyordum.
Yeniden doğuş ayini.
Yaşıyordum.
Ve, hayat güzel bir şeye benziyordu.
Eve vardığımda pencereleri açacaktım.
Siyah ipekten bir ibrişim gibi dizilen karıncaların güzel kokulu lilyumlara yürüdüklerini görecektim.
Kader tanrıçası bana bugün bunları vermişti.
Bende de ona verecek bir şeyler vardı.
Ve günü geldiğinde, eğer gücüm yeterse, bunu o kaprisli tanrıçaya gülümseyerek verecektim.