Bunları siyasetten uzak bir gözlem olarak anlatıyorum.
Aslında bu sorun sadece Türkiye’ye özgü de değil.
Avrupa da kamunun hantallığını kabul ediyor ve çareler arıyor. Birçok ülkede verimlilik konferansları yapılıyor, çalıştaylar düzenleniyor ancak ne kadar sonuç alındığından emin değilim.
Örneğin birçok belediye başkanıyla sohbet ediyorum.
Hemen hepsi bütçenin büyük çoğunluğunun personel giderlerine gittiğini söylüyor.
Demek ki gereğinden fazla bir personel var ve böyle olunca da yatırımlara kaynak yetersiz kalıyor.
Belediyelerin ihtiyacı varsa elbette yeni personel alacak ama insan kaynağını doğru kullanmak, bu konuda iyi bir planlama yapmak da başkanların görevi arasında…
Seçik kazanma kaygısı, partilerin verdiği sözler, siyaset içi dengeler ve benzeri birçok detay anlaşılıyor ki kamunun da belediyelerin de elini kolunu bağlıyor.
Amsterdam’da Ajax-Maccabi Tel Aviv maçı sırasında patlak veren olaylar, aslında futbolun da ne denli yüklü bir mecra haline geldiğini gösteriyor. Bu yaşananlar sporun yalnızca spor olarak kalmasına izin vermiyor. Her taraftar grubunun, tribünlerde kendi sesini duyurma çabası, futbolun sahada oynanan bir oyun değil, adeta siyasi bir çatışma alanı haline geldiğini bize anlatıyor.
Paris’te Fransa ve İsrail takımlarının karşılaşması öncesi 4 bin polisin görevlendirilmesi, toplumun güvenliği sağlama ihtiyacını ortaya koyuyor. Sporun barış ve dostluk içinde yapılabilmesi için binlerce güvenlik görevlisinin önlem alması gerektiği bir noktaya geldik. Sanat ve spor, insanları barıştıracakken, daha fazla ayrışmaya neden oluyorsa burada bir sorunu konuşmalıyız.
Beşiktaş ve Maccabi Tel Aviv’in seyircisiz maç kararı da bu tabloyu doğruluyor. Amsterdam’da yaşananların ardından alınan bu karar, gerginliklerin sadece bir şehirle sınırlı kalmadığını gösteriyor. Bu, yalnızca sahada oynanan bir oyun değil; insanların içinde biriken öfkenin, korkunun, ayrımcılığın sahaya taşındığı bir sembol haline geliyor.
Sanat ve sporun birleştirici gücünü yeniden hatırlatmamız gerekiyor. Yıllardır, savaştan yıkılmış ülkelerde bir müziğin sesiyle insanlar dans etti, yeşil sahada farklı dillerin taraftarları aynı golle coştu. Dünyanın buna çok ihtiyacı var. Bu iki güçlü alanı, insanları yeniden barıştıracak, birbirlerini anlamalarını sağlayacak bir zemine dönüştürmenin yollarını bulmalıyız.
Ve daha da önemlisi…
İsrail’in Gazze’ye karşı orantısız güç kullanımı ve bunun devam etmesi dünyanın her yerinde artık tepki görüyor.
Bu gerilimler, bu savaş artık bitmeli…
Bugün organ bağışı yapmanın ne kadar kolay olduğunu ama hala neden bu kadar zorlandığımızı konuşmalıyız. 18 yaşını doldurmuş herkes bağışta bulunabilir. Dinimiz de bunu destekliyor. Bunu insanı yaşatma sorumluluğu olarak görüyor. Çünkü bir insan yaşadığında, onun ardında kalan yaşamlar da yaşanıyor.
Her gün bu umudu bir kez daha kaybeden hasta yakınları var. Türkiye’de hayatını kaybedenlerin yakınlarının yüzde 80’i organ bağışına izin vermiyor. Bu oran çok yüksek. Beyin ölümü gerçekleşmiş bir kişinin yakınları, şokun içinde organ bağışını düşünmüyorlar. Bunu onlara anlatmak zor. Bir yanıyla bu hayatın doğal bir parçası, bir yanıyla yaşama en anlamlı katkı... Organ bağışladığınızda bir donör, sekiz kişinin hayatını kurtarabiliyor. Kalp, akciğer, böbrek, kornea... İnsan dokunuşuyla yeniden can bulabiliyor.
İzmir bu konuda umut dolu bir şehir aslında. 2013’ten beri 96 bin 278 İzmirli organ bağışında bulunmuş. Bu sayede Türkiye’nin birinci sırasında yer alıyoruz. Ama her şeye rağmen yeterli olmadığı istatistiklere yansıyor. Sağlık ordumuz, beyin ölümü gerçekleşmiş kişilerin yakınlarını ikna etmek için fedakârca çalışıyor. İzmir Şehir Hastanesi, bu konuda donanımıyla öne çıkıyor. Organ bağışı yapıldığında, organlar helikopterle hastaneye taşınabiliyor; bu da zamanla yarışta ne kadar önemli bir adım atıldığını gösteriyor.
Peki, biz ne yapmalıyız? Her yıl düzenlenen Organ Bağışı Haftası’nda gönüllülerin desteğiyle etkinlikler düzenleniyor. Bisiklet turları, paneller, karikatür sergileri ve sempozyumlar... Toplumun organ bağışının ne kadar hayati olduğunu, yaşamla ölüm arasında ince bir köprü kurduğunu kendimize ve çevremize anlatmalıyız.
Bugün sağlıklı olan bizler, yarın bağış bekleyen konumda olabiliriz. Bunu değiştirmek elimizde; organ bağışı için İl ve İlçe Sağlık Müdürlüklerine, hastanelerdeki organ bağış birimlerine ve aile sağlığı merkezlerine başvurmak çok kolay. Birine yeni bir hayat vermek için ilk adımı atalım.
İzmir’in duyarlılığı toplumla
Bir başka tarifleri daha var.
Otonom stüdyolar aracılığıyla, alanında yetenekli kişilerin bir araya gelerek farklı projeler geliştirildiği ve bu projelerin hayata geçirildiği bir App Studio diye de anlatıyorlar.
Şu an için 150 kişiler ve merkez ofisleri İzmir’de…
Türkiye’nin birçok yerinde çalışanları var ama İzmir’den vazgeçmiyorlar.
Teknoloji sayesinde insanların hayatını kolaylaştıracak uygulamalar yapıyorlar ve çok da başarılı işlere imza atıyorlar.
Dünyanın en kullanıcı dostu ve ürün odaklı mobil uygulama stüdyolarından biri olmak istiyorlar.
HUBX’i kendine has yaşam tarzıyla, kampüs sisteminde bir merkez yapmak istiyorlar.
Sonrasında da doğal akışında bir ortaklık oldu.
İzmir Saint Joseph’te başlayan bir dostluk, yıllar sonra Fethiye’nin en güzel koylarından birinde bir başarı öyküsüne dönüştü. Batuhan Kaya, Bora Tanık ve Kunter Coşar ile birlikte Mustafa Argın bir araya geldiler.
Farklı hayat yollarına yönelmiş, ancak dostluklarından hiç kopmamışlardı. Zamanla onları yeniden bir araya getiren şey, sadece yılların dostluğu değil; Fethiye’ye duydukları hayranlık ve bu cennet köşeyi güzelleştirme arzuları oldu. Fethiye, güzelliğini doğadan alan bir yerdi ama o güzelliğin korunmaya ihtiyacı vardı. Bu dört dostun girişimleri, işte bu noktada başladı.
Fethiye, turkuaz kıyıları ve görkemli doğasıyla bilinse de plansız ve kontrolsüz turizmin etkisiyle bazı bölgelerinde bozulma başlamış, doğanın güzelliği yıpranmıştı. Büyük Boncuklu Koyu; yıllarca bakımsız kalmış, çöp yığınları içinde unutulmuş bir koy olarak biliniyordu. Ama Mustafa Argın, Batuhan Kaya, Bora Tanık ve Kunter Coşar için burası bir elmasın işlenmemiş hali gibiydi.
Koyun el değmemiş doğasını koruyarak, Fethiye’ye yakışır bir turizm merkezi oluşturmayı hayal ediyorlardı. Bu hayal; Sea Me Beach ile gerçeğe dönüştü. Ancak onlar için Sea Me Beach bir “mekan” değil, bir yaşam tarzının, doğaya ve insana saygının, sürdürülebilir turizmin bir simgesi olacaktı.
Sea Me Beach’in açılışı, Fethiye’de farklı bir turizm anlayışının habercisiydi. Kalabalık ve yüksek sesli eğlenceler yerine doğanın sakinliğini hissettiren, denize ve doğaya saygılı bir ortam sunan bir plaj yaratmak istediler. İnsanlar buraya geldiklerinde sadece denize girmekle kalmayacak, Fethiye’nin gerçek ruhunu hissedeceklerdi.
Denizle iç içe, doğayla uyumlu bir tasarım, çevre dostu bir yaklaşım ve her detayda gösterilen özen; Sea Me Beach’i sadece Türkiye’nin değil, dünyanın gözde yerlerinden biri haline getirdi. Jeff Bezos ve Bill Gates’in yaş günlerini burada kutlamaları buranın belki dünyaya duyurulmasını sağladı ama esas başarı, yerel halk ve bölgenin doğal yapısıyla kurulan bu uyumdaydı.
Genç ve başarılı şefler arttıkça, yeni mekanlar fazlalaştıkça, turizm gastronominin değerini daha iyi anladıkça gastronomide de yükselecek.
Gastronomisini turizmi için iyi kullanan ülkelerin başında İtalya geliyor.
İtalya gastronomiyi yalnızca bir lezzet mirası olarak değil, turizmi büyüten, kültürü yaşatan ve dünyaya örnek olan bir değer olarak tanımlıyor.
Bu açıdan, her yıl düzenlenen ve Türkiye’de de coşkuyla kutlanan “İtalyan Mutfağı Haftası” sadece damakları değil, gastronomi dünyasına açılan yeni pencereleri de canlandırıyor.
Bakın İtalya neler yapıyor.
***
Toskana’dan Napoli’ye coğrafyanın öyküsünü lezzetlerle anlatılıyor.
Bugün Türkiye’nin dört bir yanından yükselen sesleri dinleyin; her birinin ardında Cumhuriyet’in 101 yıllık hikayesi var. Anadolu’dan Ege’ye, Karadeniz’den Akdeniz’e, herkes aynı şeyi kutluyor. Cumhuriyet’i yaşarken anlıyoruz; onun özgürlüğünü, onun adaletini, onun hepimizi bir araya getiren gücünü.
Cumhuriyet deyince; siyah önlükleriyle okula giden köy çocukları geliyor aklıma. Köy Enstitüleri’ni; bu ülkenin en ücra köşelerinden bile aydın insanlar yetiştiren, Anadolu’nun her karış toprağına umut tohumları eken kurumlar geliyor. Cumhuriyet, herkese eşit bir eğitim sunabilmek, her çocuğa aynı fırsatları verebilmek demek. O günkü çocuklar bugünün yetişkinlerinin hatıralarında özgürlük dolu, kendilerine güvenen çocukluk yılları var.
Cumhuriyet deyince, kadınlar geliyor akla. İlk kadın mühendis, ilk kadın doktor, ilk kadın öğretmen... Tek tek bu yola çıkan cesur kadınlar, Türkiye’de kadınların sadece evde değil; okulda, işte, hayatta da yer alabileceğini gösterdi. 1934’te kadınlara seçme ve seçilme hakkının verildiğini hatırlayın. O dönemde dünya kadın hakları için çalkalanırken, Türk kadını Cumhuriyet’in ışığında sesini bulmuştu. Bugün, Cumhuriyet’in her bir köşede izlerini taşıyan kadınlar, bu hakkı büyük bir gururla taşıyor.
Cumhuriyet deyince akla İzmir geliyor mesela. 29 Ekim akşamında İzmir’in Körfez kıyısında toplanan kalabalık, ellerinde bayraklarla yürüyen yüzlerce insan. Yaşlısı, genci, çocuğu, herkes aynı hedefe bakıyor; özgürlüğe ve bağımsızlığa. Cumhuriyet’in İzmir’i, hepimizin İzmir’i oluyor. O gece deniz kenarındaki fenerler, bayraklarla birlikte yanıyor; şehrin her köşesinden aynı coşku yükseliyor.
Cumhuriyet deyince; İstanbul Boğazı’nın iki yakasında ışıklarla kutlanan Cumhuriyet günleri geliyor aklımıza. Boğaz Köprüsü’ne asılan kocaman Türk bayrağı, her geçene “İşte Cumhuriyet’in simgesi burası” diye sesleniyor sanki. Havai fişekler gökyüzünde patlarken o simgelerin ardındaki anlamı düşünüyoruz. Cumhuriyet, her şeye rağmen bir arada durmanın, birlikte gülmenin ve ağlamanın sembolü.
Cumhuriyet deyince, Atatürk’ün emanet ettiği gençlik geliyor göz önüne. Liselerde, üniversitelerde kendini geliştiren, dünyayı anlamaya çalışan gençler. Onlar, bu mirasın bekçisi. Cumhuriyet onları sadece bilgiyle değil, aynı zamanda sorumlulukla da donatıyor. Bugünün gençleri, Cumhuriyet’in sadece bir bayram değil; düşünce özgürlüğü, sanat, bilim, ve yenilik demek olduğunu biliyor.
Hugo Boss Vakfı’ndan sağlanan kaynak ve Ahbap Derneği işbirliğiyle Antakya’da yeniden inşa edilen Ali Sayar Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi de işte o desteklerden sadece biriydi.
Hatay depremden en fazla zarar gören kentlerimizin başında geliyordu.
Açılış bittikten sonra Hugo Boss Genel Müdürü Arif Kaya’yla şehri dolaştık.
Yıllar içinde bölgeye çok defa gittim. Deprem öncesinin Hatay’ın o dar sokaklarını iyi bilenlerdenim. O canlılık, insanların yüzlerinde gördüğüm o neşeden şimdi sadece izler kalmış. O sarsıcı, yıkıcı deprem Hatay’ı adeta yutmuş, yerle bir etmiş.
Gezindiğimiz, yemek yediğimiz, kaldığımız o eski Hatay’dan hiçbir şey kalmamış. Kendine özgü o mimarisi, enerjisi olan şehir gitmiş; yerine büyük bir şantiye alanı gelmiş.
Devlet belli ki bütün gücüyle imkanlarını seferber etmiş. Şehrin üstünde dev vinçler her yerden görülüyor.
Toz bulutu nereye giderseniz gidin sizi takip ediyor.