22 Ocak 2011
TOYOTA ’nın başkanı ile 1990’larda röportaj yaptım. Sabancı kardeşler hakkındaki fikrini sorduğum Bay Toyota “Üçü de birbirine benziyor, hangisi Sakıp bilemiyorum” diyerek beni güldürmüştü. Sonradan ona hak verdim. Biz de Uzakdoğuluları ayırt edemiyoruz. Kim Çinli, kim Japon, kim Koreli bilemeyip hepsini aynı tornadan çıkmış sanıyoruz.
Son seyahatlerimde indirimli satışlar sırasında Paris’in şık mağazalarına yine Japonların hücum ettiğini sandım. Yanılmışım. Alışverişe çıkmış karınca sürüsüne benzeyen çekik gözlü Asyalılar bu kez Japon değil yeni zengin Çinlilermiş.
Çinliler her yerde. Ancak bir belirsizlik var. Çin geleceğin soğuk savaş tehdidi mi olacak, yoksa küreselleşmede gelişmiş ülkelerin partneri mi? Bunu hâlâ bilmiyoruz. Her durumda son bir yıla baktığımızda Çin-Amerikan ilişkileri geriliyor. Sebep, Çin’in ürettiği askeri uçak ve gemilerinin yol açtığı gerginlik.
Gelin, biz indirimli satışlara geri dönelim. Tenzilattan yararlanan sadece Çinli turistler değil... Çin giderek fiyatı düşen Avrupa devlet tahvillerine saldıracağını açıkladı. Çin’in devlet şirketleri Avrupa’da şaraptan otomobile ve hatta enerjiye kadar farklı sektörlerde ne bulurlarsa satın alıyorlar.
Bu nasıl bir alışveriş? Paris’teki yeni zengin Çinlilerin amacı ile Avrupa tahvili ya da petrol kimya şirketi alan Çin şirketininki aynı değil. Çin devlet politikası Euro bölgesini ayakta tutmaya çalışıyor.
Mesaj çok net: Çin Euro’nun kendine gelmesini istiyor! Bunun için de tahvil alarak Avrupa’nın borçlu ülkelerine yardım elini uzatıyor. Bir tür Çin usulü Marshall Planı!
Nasıl ki ABD 2’nci Dünya Savaşı sonrası Marshall Planı ile Avrupa’yı kalkındırmıştı, şimdi de Çin benzer bir yaklaşım içinde.
Avrupa sağlam duracak ki Çin bu en büyük ihracat pazarına mallarını satmaya devam edebilsin. Bu kadar basit. Euro’nun değer kaybedişi durmalı ki Avrupa Çin mallarını daha rahat ithal edebilsin. Çin’in dolar cinsinden rezervleri artmasın, Euro cinsinden varlıkları zarar görmesin...
* * *
Çin’in Euro’ya verdiği destek akıllara 19’uncu yüzyılın “gazyağı lambası” vakasını getiriyor.
1880’lerin başı... Amerika’da John D. Rockefeller’in Standart Oil şirketi dünyada tüketilen petrolün yüzde 85’ini çıkarmaktadır. Standart Oil gazyağı işine de girmiştir ve yeni pazar arayışındadır.
Rockefeller’in adamı Herbert Libby Çin’e gönderilir. Libby önce gazyağı lambasının güvenli olduğunu anlatan el ilanları dağıtır. İlk etapta Çinde ahaliye 8 milyon adet gazyağı lambası bedava verilir ya da çok ucuza satılır. Günümüzde bedava laptop dağıtanları aratmayan bir hızla bu sayı giderek artar. İş dünyası literatürüne giren “Onlara lamba sat ki, gazyağı alsınlar” stratejisi uygulanmaktadır.
Bazı romantik yazarlar ise “Çin aydınlanıyor” diye kitap bile yazarlar. Gerçek amaç Standart Oil’in Çin pazarını ele geçirmesidir.
Aradan 130 yıl geçtikten sonra şimdi de Çinliler buna yakın bir strateji uyguluyorlar...
Tüm Çinliler birbirine benzeyebilir, ama gaz lambasının intikamını aldıkları kesin.
Bu resmi Amerika nasıl seyrediyor? “Oh” demediği kesin de, bakalım lambaya püf demeye nefesi yetecek mi?
Yazının Devamını Oku 15 Ocak 2011
NİLGÜN Mirze, ki lise arkadaşım olur, Avrupa Kültür Forumu ödülünü Kültür A.Ş. ile birlikte aldı. Tören önceki akşam Cemal Reşit Rey’de gerçekleşti. Nilgün ödülünü paylaşa paylaşa bitiremedi. Çorbaya tuz koyan herkes, ben dahil, sahnede bulduk kendimizi.
Paylaşımcılık önemli bir vasıf. Başarı böyle sağlanıyor. “Hep bana, hep bana” demekle sevilen ve sayılan insan olunmuyor.
Ödül, Nilgün’ün 41-29 İstanbul projesi içindi. 41-29 nedir derseniz, İstanbul’un enlem ve boylam dereceleriyle dünyadaki konumunu temsil ediyor.
Nilgün İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti başvurusu sırasında gençliğe yönelik projeleri olmamasından yola çıktı. Amaç Avrupa kentleri ile İstanbul arasında sanat üzerinden giderek kalıcı bir network kurulmasıydı. Böylece genç sanatçıların uluslararası alana açılması sağlanacaktı. Kentlerin periferilerinde yaşayan risk gruplarıyla yapılacak sanat projeleri aracılığıyla kültürel entegrasyon sağlanacaktı.
Proje eski Dünya Bankası Başkanı Wolfensohn’den tutun, Berlin Filarmoni’nin şefi Daniel Barenboim’a kadar pek çok önderin desteğini aldı.
Türkiye’den ilk kez bu boyutta bir uluslararası proje çıkıyordu. Nilgün projeyi kalıcı kılmak için Genç Sanat ve Tasarım Merkezi Derneği’ni kurunca, bize de destek vermek düştü.
* * *
CRR’deki törenden sonra İtalyan halk müziği Tarantella’yı dünyaya tanıtan Eugenio Bennato 41-29 İstanbul projesini desteklemek için neşeli bir konser verdi. Konseri A’dan Z’ye örgütleyen kişi ise gurme yazarı ve yemek kitapları ile tanınan renkli dostum Engin Akın’dı.
Nilgün ve Engin gibi yaratıcılığı olan başarılı kadınlar ellerini taşın altına sokup tüm enerjilerini harcayarak olağanüstü işler başarıyorlar. Yan gelip yatma durumu yok bu tarz kadınlarda. Girişimci ruh had safhada.
* * *
Girişimci ruh deyince, gelelim dün sabaha... TÜSİAD 40’ıncı yılı nedeniyle ilk projesini açıkladı. Konu “Çalışma Hayatında Kadın”. Bu konuda halimiz harap. Türkiye dünyanın 16’ncı büyük ekonomisi olmakla övünüyor, ama kadının işgücüne katılımında 126’ncı sırada ve dünya sonuncuları arasında. Ne büyük kayıp!
Ümit Boyner başarılı bir seçim yaparak KA.DER ve KAGİDER’in kurucularından olan giyim sanayiinin başarılı ismi Nur Ger’i TÜSİAD’ın Kadın-Erkek Eşitlik Komisyonu’nun başına getirdi. Nur Ger, Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği’nin de eski başkanı. Somut veriler üzerine çalışmayı seven analitik ve yaratıcı bir beyin.
Dün TÜSİAD ekibinin Nur’un önderliğinde gerçekleştirdiği 15 dakikalık Çalışma Hayatında Kadın filmini Çırağan Sarayı’nda üçte biri erkek 300 kişi izledi. Filmde kadınlar çalışma hayatına ilişkin dertlerini anlatıyor. Araya serpiştirilen iş, spor ve sanat dünyasından erkekler kadınların sorunlarını paylaşan ve çözüm önerisi getiren kısa konuşmalar yapıyorlar.
Zaten filmin adı da ana mesajı anlatıyor: “Tek kanatla geleceğe uçulmaz...” Cumhuriyetin ideologlarından ve ilk erkek feministlerimizden Gaspıralı İsmail’in “Tek kanatlı kuş uçamaz” sözüne nazire...
Filmin 1 dakikalık kısa versiyonu Fida’nın desteğiyle yakında sinemalarda gösterilecek.
İnanıyorum ki başarıyı paylaşmasını bilen akıllı kadınlarla bu ülkede çok şey değişecek.
Yazının Devamını Oku 8 Ocak 2011
TOPKAPI Sarayı Müzesi Başkanı telefonu açar açmaz, “Yarın Medine’ye gidiyorum” dedi. Bunu şöyle anlamak gerekir: “Vaktim çok az, kısa görüşelim!” <br><br>“Neler oluyor?” diye sormama kalmadan “Bilgisizlik ve hırsın yan yana gelmesi fevkalade tehlikelidir” diye ekledi. İlber Ortaylı ile bir saat sonra Topkapı Sarayı’nda buluştuğumuzda odasında kimse olmamasına şaşırdım. Zira ne zaman gitsem çoğunlukla eski Sovyet coğrafyasından gelen ziyaretçileri olur. Mesela Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın Türkiye’ye getirdiği grupları İlber Hoca kendi misafiri gibi görüp ağırlar.
Ama o şimdi diyor ki: “Yanlış iş yapmış olmalıyım!”
Bunu duyunca Zaman Gazetesi’nde çıkan, Saray’a atanan yeni müdürün İlber Hoca’nın görevinin “misafir ağırlamak” olduğunu belirttiği o röportajı hatırladım hemen...
* * *
Tanıyanlar bilir, Hoca ile uğraşılmaz. O işine bakar. Nitekim “Topkapı’nın en büyük beş sorunu nedir?” diye dikildim sabah sabah karşısına. İşte Ortaylı’ya göre sarayın başlıca beş derdi:
Birincisi: Yanlış restorasyon. 1940’lardan itibaren o zamanın bilgisiyle Hazine Dairesi’nde ahşap konstrüksiyon sökülüp yerine beyaz çimento ile restorasyon yapılmış. Neyse ki şimdi 2010 sayesinde Harem, Tekstil İşverenleri Sendikası sponsorluğunda da Elbise-i Hümayun onarılıyor.
İkincisi: Lise öncesi okul çocuklarının ziyaretleri. Çocuklara ne yeterince dikkat ediliyor, ne de bilgi veriliyor.
Üçüncüsü: Arşiv ve kütüphane için yeni mekan ihtiyacı... 1840’ta yapılan gerçek Hazine-i Evrak’ı Vilayet kullanmak istiyor. Ortaylı bunun için Başbakan’dan ricada bulunacak, zira Topkapı arşivini taşımak lazım.
Dördüncüsü; Ecnebileri 10 Euro gibi komik bir fiyata içeri almak! Ucuz turlarla gelenler ne yaptığını bilmeden müze geziyor. Ancak kendi vatandaşımız ucuza girmeli. Bu konuda Müze Kart eşsiz bir uygulama.
Beşincisi ise Saray’ın Marmara cephesindeki surlarının tamiri ve oradaki arazinin halka açılması...
İlber Ortaylı Topkapı’nın bu beş sorununa konsantre olunmasından yana...
* * *
Topkapı Sarayı’nda bugüne dek neler yapıldı? Ortaylı, Bab-ı Humayun’dan otobüs geçişinin Bakan Koç zamanında kalkmasını, onun yerine gelen Günay’ın Darphane ve Kimyahane’ye el atmasını, Zührevi Hastalıklar hastanesinin boşaltılmasını ve bakan tarafından yeni bir fonksiyon verilmesini, Fatih belediyesinin Eminönü ile birleştikten sonra Sultanahmet’in araç trafiğine kapanmasını, müzede konferanslar düzenlenmesini, Hamam, Sürre Alayı gibi kendi eserlerini sergilemesini, Kremlin, İran gibi sergilerin ilk kez sempozyumlarla birlikte gerçekleşmesini aklına gelen iyi işler arasında sıralıyor.
* * *
Ve nihayet görüşmemizin en zevkli kısmı...
Ortaylı diyor ki: “Komplo teorisi üretmem, doğrudan saldırırım. Bir şeyin iyi tarafını da söylerim, kötüsünü de. Ne yapacaksan düzgün insanla yap, goygoyculukla olmaz!”
“Kadro sorunu...” diyecek oluyorum, Ortaylı sözümü kesiyor:
“Hiç kimsenin, Amerika’nın da, Rusya’nın da, dünyanın en büyük şirketlerinin de kadrosu yoktur. İşler doğru dürüst akıllı birkaç adamla yürür. O adamların vasfı da başkalarıyla iyi geçinmektir! İyi geçinmek ise sözünde sadakat ve vefa ister...”
Yazının Devamını Oku 1 Ocak 2011
YENİ yıl, ancak siz isterseniz yeni sözlerle gelir... “Dünle gitti cancağızım dün söylenen sözler, bugün yeni şeyler söylemek lazım!” demiş Mevlânâ...
2011 geldi ve kendisine “yeni sözler” istiyor.
Siyasetçilerin çoğu içlerinden şöyle diyor olabilirler:
“Acaba eski sözleri biraz allayıp pullasam, yeni yıla kabul ettirebilir miyim?”
Kaldı ki her “yeni” ille de iyi olmayabilir.
Gelgelelim büyülü bir kavramdır “yeni”. Doğruysa içeriği, yaşamın tarafında durur. Güç ve enerji verir.
Bazen de “aşk”tır “yeni”...
Çocuklar ve gençler için her şey “yeni”dir. Yeniye hevesle sarılırlar.
Daha yaşını başını almış insanlarsa çoğu kez “yeni”yi kendileri yaratırlar. Onlar için “yenilenmek” özel bir enerji ve çaba ister.
En zor olanı, düşünceleri yenilemektir.
Alışkanlıkları değiştirmek ciddi çaba ister.
Aslında zaman “yeniyi getirirken” belki bizim kadar uğraş vermez.
“Yeni zamanlar” bizi ansızın bulur.
Tıpkı teleksle, ödemeli sabit telefonlarla boğuşan bizim gazeteci kuşağının, kucağında laptop’u, kulağında cep telefonunu bulması gibi...
Ne çabuk alışırız yeniye...
Hele rahat ve çabuksa, eskiyi ne çabuk unuturuz...
Hele yorucu, bıktırıcı ve üzücüyse...
“Yeni zamanlar” 2011’de yine bizleri bekliyor.
Sözgelimi, I-Pad’li yaşama acaba alışacak mıyım?
Köşeme çekilip sadece bana ait güven veren kitabımın sayfalarını çevirmek yerine I-Pad’ime kitap indirip okumaya mı başlayacağım?
Basılı kitaplar bir süre sonra bana Mısır papirüsleri kadar uzak mı kalacak? Aile mirası, anılarla yüklü kütüphane gözüme başka türlü mü görünmeye başlayacak?
Alışkanlıklarım ne olacak? Yoksa “Aynı nehirde asla iki defa yıkanamazsın” diyen Anadolu bilgesini hatırlayıp yeniliğin tesellisini mi bulacağım yeni yılda?
Yeni yılda yenilikler beni bekliyor...
Ben kendim de başkaları için yeni olabilirim...
Kendi resmimi yeniden çizmek istesem, bugün olduğumdan bambaşka bir portre çıkar mı karşıma?..
Şuraya küçük bir rötuş, buraya biraz ışık, oraya biraz gölge...
İşte kendi resmimiz yenilenmiş olarak karşımızda...
Hayat bizimle oynar da, biz hayatla oynayamaz mıyız?
Yeni oyunlar kuramaz mıyız? Oyunları bozup, yeniden oynayamaz mıyız? Yeniden oynanan oyunlarda daha usta, daha bilge, daha becerikli olamaz mıyız?
Daha iyi bir “Ben” olmak için, benliğimizde kiminle konuşmalıyız?
Dokunacağımız yeni düğmeler var mı?
Bilgisayarda masa üstünde duran, ama hiç kullanmadığımız programlar gibi bedenimizde, beynimizde el değmemiş, bizi bekleyen programlar var mı?
Kendi kendimizin, benliğimizin tadını çıkarabilir miyiz?
Yeniliğin keyfini kendimizde bulabilir miyiz?
Yeni yılın en büyük keyfi, kendimizi yeniden dizayn etmek olabilir mi?
Böyle bir yenilenmeye var mıyız?
Yenilenmek için kendi kafamızda, kendimize ait yeni bir tasarım var mı?
Kendimize vereceğimiz yeni sözler, bu sözleri tutacak yeni bir enerjimiz var mı?
Ne kadar heyecan veren sorular...
Yeni yıl coşkuyla geliyor, tabii eğer isterseniz. Hayal yoksa, hayat da yoktur...
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2010
ALTMIŞLI yıllarda bir şehirden diğerine vaktinde haber geçmek isteyen gazetecilerin PTT santrallarında çalışan sevgilileri olurdu. Yazları anneannemin Göztepe’deki evinin 55’le başlayan altı haneli telefonundan Ankara’yı aramak için “şehirlerarası yıldırım arama” “yazdırırdık”. Gün geçer, telefon bir türlü bağlanmaz, operatör kızcağız arada yığınla azar işitir, hava kararmaya başlardı.
80’lerin başında teleks çağında başladım gazeteciliğe. 1987’de Milliyet’ten Hürriyet’e geçtiğimde daktiloyu terk edip bilgisayarla tanıştım. 90’larda internet girdi hayatımıza. İlk Yahoo grupları kurulurken kimse farkında değildi günümüzün yeni cemaatlerinin oluştuğunun.
Derken iletişim teknolojisinde her gün bir yenilikle tanışmaya başladık. Cebimizdeki telefon sayesinde dünyada olup bitenden anında haberimiz olması çok normaldi.
Anahtar kelime “hız”dı artık.
Hızlanan dünyaya çok daha dinamik bir algı ile bakmak gerekiyordu. Veriler sel gibi akıyor ve küresel boyutta anında twitleniyordu...
Şirketler dünyasında bu dinamikleri kim daha iyi kullanırsa rekabette öne geçecekti.
Medyada ise gazeteci kimdir, haber nedir sorularının yanıtları değişiyordu.
İnternet hem çalışma, hem de özel hayatımızın ayrılmaz parçası. 24 milyon Türk, internet kullanıcısı. Türkiye’de internet marketingi önemli bir fırsat alanı.
İnternet’in haber kaynağı ve hareketli medya (web-video) olarak TV ile yarışır hale gelmesi de geleceği belirleyecek önemli bir olgu.
Basılı medyanın yerini dijital medyanın alacağını söyleyenler kehanette bulunmuyorlar, rakamlarla desteklenen bir olguyu dile getiriyorlar.
Dijital medyanın geleceği ise I-pad ve tablet tartışmasından geçiyor.
Elde bir defter gibi tutulan bu araçlar ve cep telefonları (I-phone) arasında da büyük bir rekabet var.
Geleneksel medyanın I-pad ve I-phonelar için yeni içerik dizaynları ürettiği bir dünyaya gidiyoruz.
Haber alma ve iletişim biçimlerimiz kökten değişiyor.
Dijital, “sanal” dostluklar, fiziksel dostlukların boşluğunu doldurmaya çalışıyor,
Aile ve arkadaş cemaatleri varlıklarını sosyal medyada yeniden keşfediyor.
Günümüzün yeni tarikatları dijital ortamda doğuyor.
Bütün bu yeni oyuncakları içimizdeki çocuk heyecanıyla kullansak da ciddi araştırmaların ortaya koyduğu bir gerçek var: Sosyal medya, internet, SMS ve twitter dünyası insan beynini ve düşünme biçimini yüzeyselleştiriyor. Odaklanma ve fikir üretme kapasitemiz geriliyor.
Uzmanlar sosyal medya ve internet dünyasının yol açtığı yüzeyselleşme ve beyinde odaklanma kaybına karşı “klasik kitap okuma” yöntemini tavsiye ediyorlar. Zira kitap okuyan beyin, kendisini bir süre için de olsa enformasyon taarruzundan kurtararak, kendi kendine kalıyor.
Ama oğlumun yaptığı gibi okuduğu kitaptan sıkılıp anında Shakira dansına veya dijital bir oyuna geçersek, konsantrasyona da geçmiş olsun!
Bu kaotik ortamda insanın hayatla iletişim kurması çok daha hızlı ve yoğun enformasyon bombardımanı altında oluyor.
Günümüzde en gerekli eğitimlerin başında belki de insanlara “iyi ile kötü”yü birbirinden ayırmayı ve doğru seçimleri daha kısa sürede yapmayı öğretmek geliyor.
Yazının Devamını Oku 18 Aralık 2010
KAPALIÇARŞI’da dolaşıyorum, altın fiyatları almış başını gidiyor. İnternette sosyal medya şakaları yapılıyor artık, gençler defalarca evlenip çocuklarını birkaç kez sünnet ettirmeyi düşünüyor bu ortamda! Siyasilerin altın çuvalı doldurdukları düğünlere vatandaş kafasını takmış durumda. Kuyumcu arkadaş CHP’li, Yılmaz’la Yalçın’ın dünkü yazılarını okumuş, kafası karışmış. Ben altının fiyatı inecek mi binecek mi meraktayım, o ille de CHP konuşacak. Sonunda buluyoruz bir orta yol, diyorum ki “Küresel krizle boğuşan dünyada sosyal demokrasinin çözüm önerilerinin değeri de altın gibi artacak!”
¡ ¡ ¡
Sosyalist Enternasyonal 2’nci Dünya savaşından sonra kuruldu. Pek çok ülkeden sosyalist ve sosyal demokrat partiler bir araya geldiler, Sovyet türü komünist sisteme karşı demokratik sosyalizmi savundular. CHP’nin bu örgütte olması dünyadaki genel trendleri kaçırmamasına yarıyor. Bir ara CHP dünyadan koptuğunda Sosyalist Enternasyonal’den de çıkarılması gündeme gelmişti.
Bugünkü CHP kurultayına Sosyalist Enternasyonal’in başkanı ve Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu da davet edildi. Yunanistan’daki bütçe görüşmeleri yüzünden kurultaya gelemeyen Papandreu Kılıçdaroğlu’na “Sevgili Kemal” diye başlayan bir mektup yolladı. Papandreu da diyor ki: “Bu küresel kriz ortamında halkın sorunlarına somut çözümü sosyal demokrasi üretebilir...”
Tüm dünyada soldan beklenti halkın yanında olması. Kalkınmayı sosyal adalet ve şeffaflıkla birleştirmesi.
Papandreu’nun Sevgili Kemal’e mektubu şu cümleyle bitiyor:
“Zorlukların üstesinden gelebilmek için partilerimiz daha açık ve katılımcı olmalıdır.”
Bir de Türk-Alman Dostluk Derneği başkanı Gerd Andres’in kurultay davetine verdiği yanıt var. Kılıçdaroğlu’na sevgili yoldaşım diye hitap etmiş ve “CHP’yi Kemal Atatürk’ün mirası olan büyük bir parti olarak tanıdım” dedikten sonra eklemiş: “Ancak her zaman CHP’nin kendini yenilemesi gerektiğine inandım. Bütün partiler demokratik bir yapıya ihtiyaç duyarlar ve bu sosyal demokrat bir parti için daha da gereklidir...”
¡ ¡ ¡
CHP’nin yabancı dostları daha açık, daha katılımcı, daha demokratik bir parti tavsiye ederken Kılıçdaroğlu’nun bugünkü kurultaya blok liste ile gitmesi burukluk yaratıyor insanda.
Seçime giden bir CHP’de genel başkanın kendine göre haklı sebepleri var elbette, partiye hakim olması lazım. CHP iç çekişmeye kurban edilirse, unutun seçim başarısını.
İnsanlar CHP’den bıktırıcı iç hesaplaşmaların sürmesini değil, sorunlarına çözüm bekliyorlar. Çocuklara sordum mesela, “daha çok ağaç, bahçeli ev, güleryüzlü öğretmen” istediler.
Hiç hafife almadım bu istekleri, birincisinde beklenti çevre politikalarının geliştirilmesi, ikincisi daha insancıl konutlar, üçüncüsü ise eğitimin kalitesinin yükselmesi...
Türkiye’nin sağlıklı bir sol muhalefete ihtiyacı var. Ne yazık ki sol ve birlik bir türlü yan yana gelemeyen iki kelime.. Bugün için unutuldu gibi, ama Sevgili Kemal’in CHP’sinde en önemli misyonlardan biri solda birlik olmalı. Sol’un Türkiye için altın değerinde çözümler üretmesi için bir önkoşul da bu...
Yazının Devamını Oku 11 Aralık 2010
ANKARA ’da Tunalı Hilmi Caddesi’nin adının henüz Özdemir Caddesi olduğu günlerde 24 numaralı Neşe Apartmanı’nda oturan iki küçük yaramaz kız, yoldan geçen arabalara yumurta atardı. Derken bir gün Zeynep’le Esen’in attığı yumurtalardan biri geçen otomobilin ön camında patladı. Aracın şoförü hiddetle aşağı indi ve araştırmaya başladı. Apartmanda ne kadar hayta görünüşlü oğlan çocuğu varsa sorgudan geçirildi. İki örgülerinin ucunda fiyonklu kurdele taşıyan cici kızlardan kuşkulanmak kimsenin aklına gelmedi...
* * *
Yıllar sonra İstanbul... Bir akşamüzeri eve gelen bu satırların yazarı, 10 yaşındaki oğlunu elinde sünger bir aracın tepesini sabunlarken buldu. Çocuk mutfak penceresinden kapıda park etmiş aracın üstüne yumurta fırlatmış, mahallede olay çıkmıştı... Herkes şikâyet etmek için anneyi beklemekteydi. Yaramaz Alişko annesinden sıkı bir fırça yiyecek, herkes huzura kavuşacaktı.
Olay yerine varan annenin aklına Neşe Apartmanı’nın beşinci katından caddeye atılan yumurtalar geldi. Onun yanında oğlanın yaptığı masum kalırdı. Üstelik de çocuk, yediği haltı temizlemek için araba yıkıyordu.
Oğlanın annesi yine de hışımla mutfağa girdi. “O yumurtalar organikti!” diye bağırdı.
* * *
Gündeminde yumurta, biber gazı ve orantılı/orantısız şiddet tartışması olan Türkiye’nin bir de organik tarım meselesi var.
Egemen Bağış’ın “O kadar yumurtaları varsa beraber sucuklu yumurta yapalım” demesini sevdim mesela. Gelgelelim Başbakan Erdoğan, “Çok paraları var ki yumurta alıyorlar” demiş...
15 bin dolar adam başı milli geliri olduğu ilan edilen memlekette yumurta lüks mü hâlâ, bilemedik...
Tıpkı her protestocuya “Ergenekoncu” yaftası yapıştırılamayacağı gibi, yumurta atan çocukların içinde de “organik”i var mutlaka!
Sentetik gübre bulaşmamış, zehirli kimyasallardan arınmış, GDO’suz doğal ortamda yetişmiş olanları...
Bu arada Penguen Dergisi Erdoğan’ı Maliye Bakanı’na “Yumurta fiyatlarını yükselt” derken çizmiş. Organik’te bile meyve suyuyla yumurtada fiyat makası kapanıyordu zaten, şimdi iyice eşleşir. Organik tarım üreticileri de buna sevinir.
Türkiye giderek organik tarımı öğreniyor, daha doğrusu özüne dönüyor. Üstelik en kayıtlı sektörümüz de bu!
Avrupa Birliği’nin yardımıyla 11.200 kayıtlı ve sertifikalı organik tarım üreticisi online eğitim görmeye başlıyor. Amaç elbette 7.566 tonluk organik tarım ürünü ihracatını arttırmak... Tüketicinin bilincini yükseltmek... Ama asıl, organik ürün perakendeciliğinde kalite güvencesini sağlamak...
Organik ürünlere talep ile özgürlükçü Yeşil-Çevreci siyaset paralel yükseldiler Avrupa’da... Bunu da bir kenara not etmek lazım!
* * *
Toplumlar dinamiktir, alttan alta kaynar. Söz, fikir, yazı hakkı ve medya özgürlüğü kaynayan buharı dışarı salar. Demokrasi o zaman sağlıklıdır. Yok eğer bunlar düdüklü tencere gibi kapatılırsa, yumurtalar havada uçuşur...
Düdükler başka yerlerden ötmeye başlar...
Diyeceğim o ki, her atılan yumurtaya Ergenekoncu muamelesi yapmayın. Organik olanları da var!
Bize GDO’suz demokrasi lazım.
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2010
BU yazıyı Safinaz’a borçluyuz.<br><br>Biraz da Orhan Pamuk’un İstanbul’una... Ve Meclis’imizin Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) Komisyonu’nda evveli gün patlak veren kavgaya...
Bir de, Antep’te kurulan bir müzeye bağışlandığı için dönüşü olmayan bir yolculuğa hazırlanan kütüphanemizi karıştırırken bulduğum Ev Kadını’nın El Kitabı’na...
Ne alaka derseniz, geçen gün Facebook fotoğraflarıma mavi gözlü siyam kedimiz Safinaz’ı da ekledim. Safinaz’a “beğen” tıklayanlar arasında ta El Salvador’da yaşayan arkadaşım Miguel de vardı. Zamane çocuklarına benzemezdik biz, zira Miguel Gallardo ile üniversitede beraberken Salvador’un kahve ekim alanlarının yarısının babasının mülkü olması bizi pek ilgilendirmezdi de, Orta Amerika’nın en büyük kütüphanesini evinde bulundurması bizde saygı hissi uyandırırdı.
Miguel fotoğraf yorumunda Safinaz için “Nice Cat” yani güzel kedi deyince ben de yanıt vermiştim, “O hem güzel, hem de akıllı bir dişi...” Bunun üzerine Miguel’den yeni yorum: “Evet dişiler akıllıdır, Tanrı da dişidir!”
* * *
Orhan Pamuk’un Tanrı imgesi de dişi!
Yazar, İstanbul kitabının “Din” bölümünde 11 yaşına kadarki “çok belirgin” Allah hayalini anlatmış:
“Yüzü belirsiz, aşırı yaşlı, beyaz çarşaflar içinde çok muhterem bir hanım görüntüsüydü bu.” Dinle ilişkisini, Allah korkusunun üstesinden gelişini anlattığı bu bölümü Pamuk şu cümle ile bitiriyor:
“Gene de ama, ne zaman kalabalık içerisinde, bir gemide ya da köprüde, beyaz çarşaf giymiş yaşlıca bir kadınla karşılaşırsam ürperirim.”
* * *
Babamla haberlere bakıyoruz, ekranda Meclis KİT Komisyonu görüntüleri... Türkiye Elektrik ve Dağıtım A.Ş. TEDAŞ çalışmalarını denetlemek için toplanan milletvekilleri, seyredeni hayrete düşüren bir şekilde itişiyorlar, oğlan çocukları gibi... Babam sinirlenecek ve tansiyonu çıkacak diye korkuyorum, ama bakıyorum komedi filmi seyreder gibi gülüyor.
Cumhuriyetin hala ayakta olan ilk kuşağı için artık başa çıkamadığınız olayları ciddiye alıp kızmak yerine alaycı tavır takınmak belki de en iyisi...
Ve kütüphanenin en dip köşesine sıkışmış, Tercüman Yayınları 1982 basımı sayfaları sararmış bir çeviri: Ev Kadınının El Kitabı...
Kitapta yok yok.
Arı yakalamak için ağzı küçük bir şişeyi ballı suyla doldurun...
Kayan ayakkabının tabanını patatesle ovuşturun...
Lastik eldivenler yırtılmasın diye uçlarına yakı sokun...
Körlenmiş jileti şişe mantarının çevresine geçirdiğiniz deri parçasını zımpara tozuna batırarak bileyin...
Gıcırdayan parkelerin çatlaklarına talk pudrası koyun...
Dökülmeye karşı tere kaynatılmış suyla saçları yıkayın...
Ve hatta utanıp yanaklarınız kızardığı zaman kulak memelerini çimdikleyin!..
Meclis’teki erkeklerin çocuksu kavgaları, Safinaz’ın dişiliği, Orhan Pamuk’un Allah imgesi, ve Ev Kadınının El Kitabı... Bunların hepsini yan yana getirdiğimde iki soru geldi aklıma.
Bir, “Tanrı dişi olabilir mi?”
İki, kavgacı oğlan çocukları yerine becerikli ev kadınları parti kurup ülke yönetimine talip olsun mu?..
Yazının Devamını Oku