1) Ali Naili Erdem’in hayata gelişi, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e geçişin de bir nevi hikâyesi… Düyûn-u Umûmiye’de memur olan dedesi aslen Midillili. Yunanistan, 1912 senesinde Midilli adasını işgal edince aile Anadolu’ya göç ederek İzmir’in Dikili ilçesine geliyor. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Dikili yeniden Yunanlılar tarafından işgal edilince o dönemki adı ‘Nif’ olan Kemalpaşa ilçesine yerleşiyorlar. Babası Halil Bey, Darülfünûn-ı Osmani Hukuk Fakültesi’nde okurken ‘istikbalden önce istiklal’ denilerek askere çağrılıyor; Çanakkale Savaşı’na gidiyor. 8 Eylül tarihinde Mustafa Kemal Atatürk’ü İzmir’e girmeden Kemalpaşa’da karşılayanlardan oluyor. Cumhuriyet kurulduktan sonra mübadil bir ailenin kızı olan eşi Güner Hanım ile evleniyor. Ali Naili Erdem, 1927 senesinde bu çiftin dört çocuğundan biri olarak dünyaya geliyor.
Fotoğraf: Mert GÖKHAN KOÇ
KARAKTERLİ, BOYUN EĞMEYEN İNSAN
Erdem, “Babam mahkeme başkâtibiydi. Çok vatanperver, Türkiye sevdası biriydi” diye başlıyor anlatmaya: “Bir daha vatan hasreti çekmemek için bize vatan ve vatana sahip çıkmak kavramını anlatırdı hep. Çok okuyan biriydi. 1930’larda, Ömer Seyfettin’in kitapları baştan aşağı Türk düşüncesi ve kişilikli insan yetiştirme üzerinedir; karakterli, boynunu eğmeyen insan… Bu terbiyeyle yetişince milliyetçi oluyorsunuz. Babaannem de bize nasıl insan olunur, insaniyet nedir, bunları anlatırdı.”
2. CİHAN HARBİ’NİN VESİKALI YILLARI
Çocukluğunun ilk yılları İkinci Dünya Savaşı içinde geçiyor. Ekmeğin vesikaya dayandığı günleri de hatırlıyor, o dönem yaşanan yokluğu da: “Çeyrek ekmekle büyümek mecburiyetindeydik. Zor yıllardı ama Türk olmanın gururu içindeydik. Bu dönem milliyetçi düşüncelerle Türk insanı yetişmesi, cehaletin yenilmesi konusunda açılan Türk ocaklarını kapayıp halk evlerini açtılar. Halkevinde Batı ve Doğu dünyası klasiklerini öğreniyor, kültür adamı olarak yetişiyordunuz. Bununla beraber o dönem milliyetçi derneklerin kapatılmasına çok kızmıştım. İsmet Paşa’nın karşısına çıkıp onunla dövüşmeye karar vermiştim!”
1- Bu sefer ilk soru benden değil ondan geliyor… Türkiye Voleybol Federasyonu (TVF) Başkanı Mehmet Akif Üstündağ’ın karşısına oturur oturmaz bize sorduğu ilk soru; “Söyleyin bakalım; voleybol sever misiniz?” Şu an Türkiye’de bu soruya “Tabii ki” diye cevap vermeyecek az insan vardır… Filenin Sultanları, Cumhuriyet’in 100. yılında elde ettiği muhteşem başarılarla herkesi voleybol sev-dalısı yaptı. Gururla, “Türkiye bir voleybol ülkesidir!” diyoruz. Üstündağ’ın başarısının sırrıysa kendi hikâyesinde…
Zeynep Bilgehan - Mehmet Akif Üstündağ
MALATYA’NIN GURURLARI
Mehmet Akif Üstündağ, 1963 senesinde Malatya’nın Bahçebaşı Orduzu ilçesinde, Abdullah ve Zehra çiftinin altı çocuğundan en küçüğü olarak dünyaya geliyor. Aile Malatya’nın yerlilerinden. Lakapları ‘Hümmetoğlu’. Babası, Üstündağ bir yaşındayken Almanya’ya çalışmaya gidiyor. Beş yıl sonra kesin dönüş yapıyor. Üstündağ, memleketini çok sevdiğini, bağını hâlâ koparmadı-ğını vurguluyor. Yakın zamanda adının bir bulvara verildiğini gururla anlatıyor. Memleketine ayrıca meşhur bir vatandaş da kazandırdı malum; Filenin Sultanları’nın yıldızlarından Melissa Vargas.
BABAANNEM SÜREKLİ İSYANDA
Voleybol hayatı Bahçebaşı Ortaokulu’nun ikinci sınıfındayken başlıyor. Okulun beton zemininde bir elektrik direği ile dut ağacının arasında iplerden file yapıyorlar. İki direk arasına genelde kale yapılır. Onlar neden voleybolu tercih ediyor? Üstündağ anlatıyor: “Biz o jenerasyonun uzun boylularıydık. Uzun boylular da genelde ya basketbol ya voleybol oynar. Basketbol potası bulmak zordu, voleybol filesi yapmak çok daha kolaydı. Futbolu da severdik ama futbolda sürekli sakatlanırdık. O dönem şim-diki gibi fizyoterapistler yok. Babaannem sürekli isyan eder, beraber ‘Kırık-Çıkıkçı’ Aziz Amca’ya giderdik (gülüyor).”
2- DEĞİŞMEZ ŞAMPİYONLARI YENMEK
Gençlerdeki cevher beden eğitimi öğretmenleri, aynı zamanda bir futbol hakemi olan Nihat Gülşen’in dikkatini çekiyor. Onları toplayıp bir okul takımı kuruyor. Üstündağ, “Okulun 4-5 kilometre uzağındaki merkezde bir spor salonu vardı. Haftanın iki günü orada antrenmana gittiğimizde dünyalar bizim olurdu. Hayatımızın dönüm noktasıydı” diye anlatıyor. O sezon Malatya’nın değişmez şampiyonu Akçadağ Yatılı Öğretmen Okulu Takımı’nı yenerek muhteşem bir çıkış yakalıyorlar. Demek ‘değişmez şampiyonları tahttan indirmek’ mutluluğunu ilk o zaman yaşamış. Üstündağ, gülerek, “O tarihlerde liderlik aşısı vurulmuş gibiydik” diyor.
1) Hikâyesi 1981 yılında Eskişehir’de başlıyor… Bugün, 31 Mart seçimlerinin ardından yüzde 49.9 oy oranıyla Üsküdar’ın ilk kadın belediye başkanı olan Sinem Dedetaş, aşk evliliği yapmış bankacı bir anne Emine Hanım ile müteahhit bir baba İbrahim Bey’in iki kızından ilki olarak dünyaya geliyor. İkinci kız kardeş kendisi 10 yaşındayken doğuyor. İsmini ablası veriyor; ‘Sinem’le uyumlu olsun diye ‘Gizem.’ Çocukluğu, ‘Yılmaz Büyükerşen öncesi’ Eskişehir’inde geçiyor. Dedetaş, “Bizim zamanımızda ‘Eskişehir’e bu kadar turist gelecek’ deseler inanmazdım. Hoca’nın eli değdikten sonra bambaşka bir şehre dönüştü. Şu an bizim de özlediğimiz bir yer haline geldi” diye gülüyor. Hem anne hem baba çalıştığından Dedetaş beş yaşından itibaren evde yalnız kalabilmeyi öğreniyor. Bunun ona henüz o yaştan sorumluluk sahibi olmayı aşıladığını söylüyor.
Sene 1980'ler-Öğretmeniyle
ÇOCUKLUK HAYALİM BALERİNLİK
Disiplinli bir evde büyüyor. Dedetaş, “Dedemlerin odunluğundaki odunlar bile vitrindeki süsler gibi dizilmişti!” diye anlatıyor: “Ailem hep çok çalışmak zorunda kaldığından bizim evimizde hayat hep iş odaklıydı. Tatile gitmek için ‘Sabah saat 07.00’de evden çıkılacak’ denirse tam o saatte hareket edilirdi. Ben de çok ders çalışan bir çocuktum. Hayat okul ve ev arasında geçerdi. Renksiz bir hayat da algılanmasın; ailece gezmelere giderdik. Annem babam çok iyi halk oyunu oynarlardı. Benim de ilk çocukluk hayalim balerin olmaktı.”
TERCİHLERİMİ KENDİM YAPTIM
Dedetaş, “Ancak” diye devam ediyor: “Hep kendi sınırlarını bilen bir insan oldum. Hayalden ziyade ‘nerede iyiyim, ne yapmak istiyorum’ diye düşünüp kimsenin yönlendirmesi olmadan tercihlerimi kendim yaptım.” İlkokul, ortaokul ve liseyi devlet okullarında okuyor. Başarılı bir öğrenci. Lisanslı yüzücü, okuldan kalan zamanı havuzda antrenmanla geçiyor. Mekanik ve mühendisliğe ilgisi var. Denizi, suyu seviyor. Bunların birleştiği alan olarak 1999 senesinde ilk tercihi olan İTÜ Gemi İnşaatı ve Gemi Makineleri Mühendisliği Bölümü’nü kazanarak İstanbul’a taşınıyor.
1- İstanbul’un kalbi Beyoğlu. Beyoğlu’nun kalbi de İstiklal Caddesi. Ancak Beyoğlu sadece İstiklal Caddesi ve çevresinden ibaret değil… Beyoğlu’nun yeni Belediye Başkanı İnan Güney’in hikâyesi de ‘İkinci Bölge’deki Örnektepe’den başlıyor… Bilmeyenler için önce mahalleyi tanıyalım. Örnektepe nerededir? Nasıl tarif edilir? Orada kimler oturur? Güney, “Kağıthane ile Beyoğlu’nun sınırıdır” diye yanıtlıyor: “Anadolu’nun her kesiminden gelmiş, her görüşten insanın oturduğu bir mahalledir. 12 Eylül döneminin en sert yaşandığı yerlerden de biridir. Bir tarafta solcular, bir tarafta ülkücüler komşu oturur. Babam o dönemlerde birkaç sefer ölümden dönmüş. Herkesin birbirini rahatlıkla öldürdüğü dönemlerdi. Mahalleli onu ‘Bu bizim abimiz’ diye kurtarmış.”
KÖYDEN ŞEHRE GÖÇ DALGASI
Güney karışık bir dönemde, 1977 senesinde Örnektepe’de doğuyor… Babası Mehmet Güney aslen Sivas’ın Zara ilçesinin bir köyünden. Henüz 14 yaşındayken; 1960’lı yılların ortasında köyden çıkıp yürüyerek Zara ilçe merkezine geliyor. Yanındaki yaşıtı bir akrabasıyla otobüse atlıyorlar; ver elini İstanbul! Bir süre Kulaksız bölgesinde 20 kişinin kaldığı bir bekâr evinde kalıyor. Daha sonra Beyoğlu Belediyesi’nde işe giriyor. Evleniyor, ev alıyor… Güney de üç kardeşin en küçüğü olarak bu evde dünyaya geliyor. Çocukluk günlerini şöyle anlatıyor: “İstanbul’un çilesini onlar çekmiş, ama biz çok şükür rahat bir çocukluk geçirdik. Babam çok çalışkan bir insandı. Taksisi de vardı. Sabah 5’te evden çıkar belediyeye gider, öğlen 1’e kadar çalışırdı. Sonra gece 12’ye kadar taksicilik yapardı. Eve geldiğini de evden çıktığını da göremezdik.”
SENE - 1989 / Baba Mehmet Güney Beyoğlu Belediyesi’nden baş şoför olarak emekli oluyor.
‘BİR KADERE DOĞDUK’
Güney, “Gençlik yıllarımız Beyoğlu’nun Örnektepe ve Okmeydanı sokaklarında geçti” diye devam ediyor: “Örnektepe’de, Okmeydanı’nda doğdun mu bir kadere doğuyorsun. Nasıl bir kader? İşçi- emekçi mahallesi, sen de Sivas Zaralısın, Alevisin, solcusun, Kürtsün. Susurluk dönemi, Gazi Mahallesi olayları… Hak arama eylemlerinin çoğunda bulunurdum. Gazi Mahallesi olaylarında öldürülen akrabalarımız oldu. 2 Temmuz 1993’te Sivas yakıldığında 16-17 yaşındaydım. Annemin olaylar duyulunca panikle bizi eve çağırıp kapıları kilitlediğini hatırlıyorum.”
“Kırsal-kentli ayrımı bitti. Herkes aynı şeyi istiyor; dünya düzeyinde kozmopolitan demokrasilerde, karşılıklı etkileşimde bulunabilecekleri kamusal alanlar. Dünyada tarımla uğraşan kırsal nüfus neredeyse her yerde yüzde 1’in altında. Bizde yüzde 17-18, onların da çoğu yaşlı” diyor.
Seçimler bitti; yeni başkanlar koltuklarına oturdu. Seçmenler olarak bundan sonraki beklentimiz yaşadığımız şehirlerde iyi hizmet almak, insanca yaşamak…. Peki iyi şehircilik nasıl olur? Çarpık kentleşme, trafik gibi sorunların sebebi ve çözümü nedir? Seçim sonuçları bize ne demek istiyor? Hem eski albümleri karıştırmak hem de bu soruların da cevabını almak üzere kapısını çaldığım isim Türkiye’nin şehircilik ve bölge planlaması denince akla gelen ilk isimlerinden Prof. İlhan Tekeli oldu… Tekeli’nin bugüne kadar yayınlanmış 120’den fazla eseri var. Konu çeşitliliğiyle ilgili fikir vermesi için bazılarının isimlerini sayalım; Cumhuriyet’in Belediyecilik Öyküsü, Katılımcı Yerel Yönetim, Dolmuşlu, Gecekondulu, İşportalı Şehir, Göç ve Ötesi, Türkiye’de Bölgesel Eşitsizlik ve Bölge Planlama… Biz makrodan önce mikroyu mercek altına alalım, kendi hikâyesiyle başlayalım…
ANNE KARNINDA İZMİR’E...
İlhan Tekeli, 1937 yılında Maliye memuru bir baba ile ev hanımı bir annenin iki çocuğundan küçük olanı olarak dünyaya geliyor. Ağabeyini de tanıyoruz; ünlü mimar Doğan Tekeli. Aile aslen Ispartalı. Babanın gençliği Birinci Dünya Savaşı ve ardından Kurtuluş Savaşı yıllarında geçiyor. Savaştan sonra Maliye Yüksekokulu’nu bitirip Ankara’da işe başlıyor. Başarılı bir memur olunca önce İstanbul’a, oradan da İzmir’e atanıyor. Tekeli, “Ben annemin karnında İzmir’e gelmişim ve hemen doğmuşum!” diye başlıyor anlatmaya: “Babam savaş yıllarını gördüğünden politikayla da son derece ilgiliydi ve bizim evde yemeklerde hep güncel meseleler konuşulurdu. Sosyal bilimlere ilgim herhalde o zamandan başladı.”
BAŞARILI ABİNİN İZİNDE
Çocukluğu İzmir’in Karantina semtinde geçiyor. İlk sosyolojik araştırmalar da bu dönemden; Tekeli, ‘en has adamımdı’ dediği ayakkabı tamircisi komşuları Mehmet Ağa ile sık sık mahallede gezintiye çıkıyor. Maalesef bu gezmeler çok uzun sürmüyor çünkü henüz altı yaşındayken ilkokula başlıyor. Tekeli, “Eğitim hayatım ağabeyimin sekiz sene gerisinden onun gösterdiği başarının beklentisini karşılamaya çalışarak, biraz zor geçti!” diye gülerek anlatıyor: “İnönü İlkokulu’ndan sonra Gazi Ortaokulu ve sonra Atatürk Lisesi’ne gittim. Atatürk Lisesi, İTÜ’ye birincilikle öğrenci sokan çok iyi bir okuldu. Bizi ‘ezber eğitim’den uzak tutup kendimize bir işi dert edinip, onun üstünde çalışma yapmayı ve iddia sahibi olmayı aşıladılar. İlkokulda iyi bir öğrenci değildim. Biraz kaytarıcıydım. Benim bütün formasyonum Atatürk Lisesi’nde oldu. Mesela bizim edebiyat hocamız Talat Tekin’di; müfredatı pek hesaba katmadan bizi Yaşar Kemaller, Sait Faikler, Orhan Velilerle tanıştırdı. Okumayı ondan sonra sevdim. Resim hocamız Abidin Elderoğlu’ydu. Kimya hocamız Halil Cim (Onuralp)’di.”
OKULUN İLK ÜÇ ÖĞRENCİSİ
1- Bıraktığımız yerden devam ederek soralım… Öncelikle bugün oturduğu CHP Genel Başkanı koltuğu rahat mı? Orada oturmak nasıl bir duygudur? Özel, “CHP Genel Başkanı’nın toplam 83 koltuğu vardır” diye yanıtlıyor: “Bunlardan birisi arkamda gördüğünüz koltuk. Diğeri TBMM’deki koltuk. 81 tane de il başkanlığında koltuğu var. Ben hareketli bir yapıya sahibim ve fiziken koltukta oturmayı hiç sevmem ama mecazen zor bir koltuk. Sorumluluğu çok ağır. Çocukken büyük bir hayranlıkla okuduğum Gazi Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü daha sonra Bülent Ecevit ile aynı koltuğa oturmuş olmak çok gurur ve heyecan verici ama tabii stresi de bir başka.”
GENEL BAŞKAN OLMAK AKLIMDAN GEÇMEZDİ
Özel, ilk söyleşimizde siyasete çocukluğundan beri meraklı olduğunu söylemişti. Gençliği Türkiye ve siyaset tarihi okumakla geçmiş. Peki CHP’ye genel başkan olma fikri de hayalinde hep var mıydı? Yanıtı: “Siyaset kapısı 2009’da belediye başkan adaylığımla aralanmıştı. Başarılı olamadık ama 2011’de milletvekili oldum. Genel başkan olmak aklımdan çok geçmezdi. Grup Başkanvekilliği’ni çok istemiştim. Daha sonra partinin bilinen isimlerinden olunca başkanlığa çok yakıştıranlar oldu. Bazı süreçlerde ‘Ben olsam nasıl karar verirdim?’ diye düşündüğüm zamanlar da oldu. Sonra bir gün geldi ve bir karar vermek gerekti.”
KARANLIKTA OTURUP 4 SAAT DÜŞÜNDÜM
Bu kararda geçen genel seçimlerin etkisi olmuş: “Ben 14-28 Mayıs’tan çok üzüntülü çıktım. Bu moralsizliğin başta gençler olmak üzere CHP’nin sadık seçmen kitlelerinin dahi partiden kopma riski olduğunu gördüm. Bu ancak bir özeleştiri süreciyle aşılabilir diye düşündüm. Bir gün Manisa’da, evin salonunda, yarı karanlıkta oturdum ve hiçbir şey yapmadan dört saat düşündüm. Eşim Didem beni o halde görünce ‘Hayır olsun, bakalım yine başımıza ne gelecek?’ dedi (gülüyor). Bu tek kişilik bir karardı. Tek başıma uzun uzun düşünüp yüksekten boş bir havuza atladım. Ben düşene kadar havuz dolacak diye hesap ettim. Tam da öyle oldu… Değişim yürüyüşümüzde önce bir kişiydim. Sonra üç olduk, sonra yedi… Arkadaşlara ‘Bir gün 7 milyon olacağız, bugün bizimle olmayanlar bize katılacak’ demiştim.”
OYUN KURUCU TAKIM KAPTANI
Spora meraklı. Ortaokul ve lisede atletizm takımlarında, üniversitede ise takım kaptanı ve orta oyun kurucu olarak hentbol oynuyor. Özel: “Örgütten gelen çok adayımız var. İstanbul ve Ankara’da Ekrem Başkan ve Mansur Başkan’a alan açtık. Aklıma yatana destek verdim. İtirazım varsa yeniden incelettirdik. İzmir’i bizzat kendim 15 gün çalıştım. Var olan insan kaynağını değerlendirdik. Şu an partiye inanılmaz bir yönelme var.”
1- Hikâyesi Burdur’un İbecik köyünde başlıyor… Nail Olpak, bu yörük köyünün yerlisi bir ailenin üç çocuğundan en küçüğü olarak 1961 yılında dünyaya geliyor. Söze, “Yörük köyü ama yerleşik. Bunu 1830 yılında Osmanlı zamanında yapılan ilk nüfus sayımındaki kayıtlardan öğrenmiştim. Hem de bugünkü e-Devlet sisteminden değil, 40 yıl önce kendi araştırmamla!” diye başlıyor: “Dışarıdan göç almamış, kendine özgü geleneklerini tutmuş. Köyümden çok şey öğrendim; en çok da birlikte olmanın güzelliğini…” Köy yerleşik ama aile çok yer değiştirmiş: “Babam aslında ilkokul mezunu. Köyde biraz çiftçilik yaptıktan sonra Denizli’de bir devlet dairesinde işe başlayıp sonra da adliyede zabıt katibi olmuştu. İlkokul öncesinde bir süre Denizli’de yaşadık. Oradan Çameli’ne geçtik. Biraz da orada görev yaptıktan sonra memuriyetten ayrılıp kendi işlerini yaptı; kahve işletti, bakkal çalıştırdı, tarlalarımızı ekti biçti…”
Nail Olpak - Zeynep Bilgehan
BİRİNCİ SINIFTAN İKİYE...
Olpak’ın eğitim hayatı da hareketli olmuş: “İlkokula Çameli’nde başladım. Ailem oradan Dalaman’a gitti. Ben dedemle kalıp ikinci sınıfın yarısını ve üçüncü sınıfı köyde okudum, dördüncü ve beşinci sınıfı ise Dalaman’da... Sonra parasız yatılıyı kazanıp Nazilli’ye gittim. Liseyi de Aydın’da okudum. Ege bölgesinin bir çocuğu olmuşum. Okuma yazmayı komşulardan öğrenmiştim. Çameli’nde ilkokulun ilk günü öğlen müdür beni odasına çağırdı. Şafak attı ne oluyor diye tabii (gülüyor). Babam, kayıt yaptırırken ‘Benim oğlum biraz okuma yazma bilir’ demiş. Müdür bana birkaç soru sorduktan sonra ‘Alın bunu ikinci sınıfa’ dedi ve ben öğleden sonra ikinci sınıfa başladım. Bu aslında iyi bir şey değil. Çocuklar yaşıtlarıyla aynı şeyleri yaşayarak okumalı. Bir yıldır okuyan çocukların arasında siz yarım günlük okullusunuz hem de köyden gelmişsiniz.”
11 YAŞINDA KAZANILAN İTİBAR
İş hayatına da erken yaşta başlıyor. 11 yaşında, yaz dönemlerinde köyde babasının bakkal dükkânın hesap işleri ona kalıyor. Ticaretin altın kuralını bu dönemde öğreniyor: İtibar. Dinleyelim: “Denizli’ye toptancı Cevdet Amca’ya mal almaya giderdik. Bir gün koyduğu bazı malların parasını almayı unutmuş. Ben söylemesem haberi bile olmaz. Bir sonraki görüşmemizde ona bunu söyleyince çok mutlu oldu ve ondan sonra açık hesap sistemine geçtik. Bazı dönemler bizim mal alacak paramız olmadı. Mal aldık, paramız varsa verdik, yoksa sonra verdik. 11 yaşında bir çocuğa itibarı kazandırmak ailemin bana verdiği değerler sayesindedir. Parayı hızlı kazanırsınız hızlı kaybedersiniz ama itibarı hızlı kazanamazsınız. İtibar tırnaklarınızla kazandığınız bir şeydir.”
BUGÜN HÂLÂ KÖYDEN ÇIKIP PATRON OLUNUR MU
Peki bugünün koşullarında kendisininki gibi köyden çıkıp bir patron olma hikâyeleri hâlâ mümkün mü? Diyor ki: “Her zaman mümkün. Her dönemin şartları farklı. Tabii hiçbir şey bedava değil. Altı yıl boyunca haftada dört akşam yumurta yemeye kaç kişi razıdır? Birisi sinema gitmeyi tercih ederken siz dil kursunu tercih ediyorsunuz. Gençler bu sebata razıysa bugün bizim dönemden çok daha fazla fırsat da var. Harçlığımla aldığım hayat ansiklopedileri bugün sizin cebinizde. 1961’de İbecik köyünde doğan Nail’in o aile imkânları içinde gördüğü fırsattan çok daha fazlası bugünün gençlerinin önünde…”
Türkiye’nin en üretken isimlerinden Prof. Nurhan Atasoy’un Osmanlı tarihi üzerine engin bilgisiyle 35’in üzerinde kitapta imzası var. Bu yıl 90. yaşını kutluyor! Söze, “90 sene nasıl geçti bilmiyorum. 90 yaşında olduğuma inanmak zor geliyor. Çok, fevkalade hızlı geçti” diye başlıyor: “En sinirlendiğim şey, daha çok vaktim varmış gibi planlar yaptım. Halbuki vaktim yokmuş. Hop diye 90 yaşıma geldim. Şimdi eskisi gibi kuvvetim yok. Her şey zor geliyor.” Böyle diyor ama bu aralar neler üzerine çalıştığını sorunca projeler sıralanıyor; Kütahya geleneksel giyimi, Topkapı Sarayı pabuç ve çizme koleksiyonu, Avrupa’da Türk odaları, Türk kadının sanatı oya… Defterine not aldığı tonlarca yeni fikir de cabası. Atasoy, “Bir şeye çalışırken ‘Bu da ne güzel konu olur’ diye yeni fikirler de içimi gıcıklıyor” diyor. Eski albümleri karıştırmaya başlamadan, önden uyarıyor: ‘Tarih sormayı yasaklıyorum sana, hangi sene diye sorma.”
LİYAKATLİ SADRAZAM PAŞANIN TORUNU
Kendi hikâyesi, tek teyit ettiği tarih bu olmak üzere, 1934 yılında Tokat’ın Reşadiye ilçesinde başlıyor. Atasoy anlatıyor: “İki kız, iki erkek olmak üzere dört kardeşiz. Orta halli bir aile. Babam eczacı, annem ev kadını. Ailede hepimize yön veren önemli kişi büyükbabam Ali Rıza Atasoy. O da tıp profesörü. Büyükannem okula bile gitmemiş ama o da tahsil ve terbiyeye çok meraklıydı. Onun için biz ne kadar okusak o kadar çok destek verirdi.” Atasoy’un büyükannesinin, dedesinin hikâyesi de ilginç. Kendisi Birinci Mahmut’un Sadrazamı Hasan Paşa imiş. Atasoy, “Enteresan bir özelliği var Hasan Paşa’nın; sadrazamların yüzde 90 hayata veda edişi idamla oluyor. Bu, görevden ayrıldıktan sonra eceliyle ölüyor” diye anlatıyor: “Bildiğim kadarıyla Reşadiye’den İstanbul’a gelip Yeniçeri Ocağı’na girmiş. Ondan sonra kademe kademe yükselmiş ve sadrazam seçilmiş. Liyakatle! Fevkalade zeki bir adam olduğu anlaşılıyor. Görevden ayrıldıktan sonra Diyarbakır Valiliği yapıyor. Mezarı orada.”
Zeynep Bilgehan - Prof. Nurhan Atasoy
SOKAKTA ‘HÖRRİYET HÖRRİYET’ SESLERİ
Büyükbaba Ali Rıza Atasoy’un da hayatı fırtınalı geçiyor. Evlendikten kısa süre sonra Şam Türk Tıbbiyesi’ne hoca olarak tayin ediliyor. Üç oğlu orada doğuyor. İmparatorluğun son günlerinde Beyrut’tan kalkan son vapurla İstanbul’a ulaşabiliyorlar. İşgal İstanbul’unda zor günler geçiriyorlar. Cumhuriyet kurulduktan sonra kendini hayır işlerine adıyor. Velhasıl, Nurhan Hanım dört, beş yaşlarındayken aile Tokat’tan İstanbul’a taşınıyor. Hep beraber büyükbabanın Sultanahmet’te yaptırdığı apartmanda yaşamaya başlıyorlar. Bu muhitten en renkli hatırası şu: “Bizim sokağın ucu tevkifhaneye, yani cezaevine giderdi. Bizim sokakla kesiştiği yer kadınlar koğuşuydu. Arada bir ‘Hörriyet! Hörriyet!’ diye bağırıp, ayaklanırlardı. Karşıdaki bakkala siparişler verirlerdi. Herhalde gardiyanlar getirip götürüyordu. Naylon çorap sipariş ettiklerini hatırlarım. O çok ilgimi çekerdi.”