1- Sene 1940’lar… İstanbul’un Yenikapı semtindeyiz. Hülya Koçyiğit, henüz 16 yaşındaki Melek ile 20 yaşındaki Sedat Koçyiğit çiftinin ilk çocukları olarak dünyaya geliyor. Baba tarafı Bulgaristan, annesinin baba tarafı Selanik göçmeni. Her iki taraf da mübadele zamanında gelip İstanbul’a yerleşmişler. Anneannesiyse Giresun doğumlu bir köylü kızı… Mahallede güzelliğiyle ünlenen, öğretmen okulunda okuyan kızı Melek Hanım’ı bir an önce evlendirmek istiyor. Gözüne Eminönü’nde zahire tüccarlığı yapan Sedat Bey’i kestiriyor. Hülya Hanım işte bu iki gencin ilk kızı olarak doğuyor. Daha sonra Feryal ve Nilüfer isimli iki kız kardeş katılıyor aileye.
SENE 1953
AĞAÇLARA TIRMANIR BOĞAZ’DA YÜZERDİK
Hülya Hanım, “Kuzguncuk’ta büyüdüm ve çok güzel bir çocukluk yaşadığımı hatırlıyorum” diye başlıyor anlatmaya: “Hep sokaklardaydık; ağaçların tepesinde oynar, bostanlara girer, sebze meyve aşırır, arkamızdan bekçiler düdük çalarak koşturur, belimize araba lastikleri bağlayıp Boğaz’da yüzerdik… Bu arada annem sesi çok güzel olan bir kadındı ve çok güzel alaturka şarkı söylerdi. Babam akşamları rakı sofrasını kurup aileyi etrafına toplardı. Kendi tarihten hikâyeler anlatır, anneme şarkı söyletirdi. Annem sanata çok düşkündü; çok kitap okur, hem klasik Batı müziği hem klasik Türk sanat müziği konserlerini takip ederdi. Şan Tiyatrosu’na oyun izlemeye giderdik.”
“Oynadığım karakterlerin hepsini çok sevdim, ayrım yapamam. Hepsinde benden bir parça var, onlara hep ruhumu verdim, severek oynadım…”
2- IŞIKLAR ALTINDA BİR KIZ ÇOCUĞU
Bir gün ailece Medrano Sirki gösterisine gidiyorlar. Koçyiğit henüz beş yaşında. Çalan coşkulu müziğe öylesine kaptırıyor ki, kendini bir anda sahnede dans ederken buluyor. İzleyiciler ışıklar altında mutlulukla dans eden bu küçük kız çocuğunu alkışlamaya başlıyor. Bu olay annesinin aklında bir fikre yol açıyor; çocuğun hem müzik kulağı hem dans kabiliyeti var… Acaba sahne sanatlarına yönelir mi? Kızını Ankara Devlet Konservatuvarı Bale Bölümü imtihanlarına sokuyor. Koçyiğit, 310 müracaat arasında okula kabul edilen dokuz kişiden biri oluyor. Ancak yatılı okul zor… Hasret hem kendini hem ailesini üzüyor. İstanbul’da Belediye Konservatuvarı açılınca annesi mutlulukla kızına artık ayrı kalmalarına gerek olmadığı müjdesini veriyor. Koçyiğit, İstanbul’a dönüyor. Bir yandan ortaokula devam ederken bir yandan belediye konservatuvarına gidiyor.
1) 1980’lerin sonlarında Kilim, Nazlı Bebe, Zor Geliyor, Üzüm Karası, Mor Salkımlı Sokak, Benim Babam gibi eserlerle hayranlarının gönlünde taht kuran Fatih Kısaparmak sohbete, “Şöhret delibala benzer. Bir illüzyondur. Bu nedenle müzik yolculuğumda medyatik olmaktan özenle kaçındım; denizaltı gibi sessiz ve derinden gitmeyi tercih ettim” diye başlıyor. Müzikal sessizliğini geçen ay eşi Şebnem Kısaparmak’ın ‘Beraber Olsun’ albümünün çıkış şarkısı olan ‘Gönül Misafiri’ne eşlik ederek bozmuştu. Bir süre önce bir ödül töreninde karşılaştığı basın mensuplarının, “Sizi sahnelerde göremiyoruz” sözlerine de “Müzik hayatım boyunca halk konserleri verdim. Kişiye özel, herhangi bir lüks mekândan 3-5 milyon da teklif gelse kabul etmeyeceğim. Ortadirek bir ailenin çocuğuydum” diye cevap vermişti. Bu sözlerinden yola çıkarak eski albümleri açıyoruz.
Fotoğraf: Murat ŞAKA
ROL MODELİM BABAMDI
Fatih Kısaparmak, 1961 senesinde öğretmen bir anne ile babanın tek çocuğu olarak Elazığ’ın merkezinde dünyaya geliyor. Anne tarafı Harputlu, baba tarafıysa Diyarbakır’dan Elazığ’a göç etmiş. Çocukluğu pek çok ilde geçiyor; Elazığ, Tunceli, Amasya, Edirne ve Ankara... Kısaparmak, “Annemle babam beni sevgi dolu bir ortamda yetiştirdiler” diye anlatıyor: “Babam rol modelimdi. Çok güzel şiirler yazan, basılı beş mesleki kitabı, sayısız makalesi bulunan biriydi. Keman çalardı. Evimizde her yerde şiir kitapları, romanlar, edebiyat dergileri olurdu. Onlarla okuma yazmayı okula başlamadan sökmüştüm. Okuduğumuz kitapları beraber tartışırdık.”
Fatih Kısaparmak, Zeynep Bilgehan
EN ÇOK BAĞLAMAYI SEVİYOR
Kısaparmak, çocukluktan itibaren Türk sanat müziği eserleri dinleyerek büyüyor; Münir Nurettin, Ziya Taşkent, Yaşar Özel, Mustafa Sağyaşar, besteciler Sadettin Kaynak, Selahattin Pınar… İlkokulun son yılında artık Ankara’ya yerleşiyorlar. Ailesi, oğullarının müziğe ilgisini görüp onu uzmanların eline bırakıyor. Önce Ankara Radyosu şeflerinden Turhan Topel’den mızraplı tamburla klasik Türk müziği dersleri alıyor. Bu sırada bağlamaya tutuluyor. Ailesinin maddi fedakârlıkla aldığı ilk bağlamayı hâlâ saklıyormuş; bununla bağlama üstadı Mehmet Erenler’den ders alıyor.”
2) BİR YANDA SELAHATTİN PINAR BİR YANDA BEETHOVEN
Hayata hem varlıklı hem de yoksun bir başlangıç yapıyor Bekir Okan...1950 yılında Gaziantep’in Nizip ilçesinin en varlıklı ailelerinden birine doğuyor. Kökenleri 1500’lü yıllara dayanıyor; Okyanlı Aşireti. Orta Asya’dan Suruç’a, oradan 1700’lü yıllarda Nizip’e geliyorlar. Bekir Bey’in dedesi Ali Okan ve büyük dedesi Hacı Mehmet Sayın, Fransızlar Gaziantep’i işgal ettiğinde direnişe katılan çete reislerinden oluyor. Fransızların bunu tespit etmesi üzerine iki yıl hapis yatıyorlar. Osmanlı döneminde belediye reisliğini yürüten büyük dede Hacı Mehmet Sayın’ın görevini Cumhuriyet döneminde damadı Ali Okan devralıyor.
Bekir Okan - Zeynep Bilgehan
OKULUN İLK YILI SINIFTA KALDIM
Köyler, araziler, zeytin ve fıstık bahçeleri… Bekir Bey işte bu varlık içine doğuyor. Ancak üç yaşında babası Ömer Bey bir trafik kazasında hayatını kaybediyor. Okan, “İlkokulun ilk yılında sınıfta kaldım” diye başlıyor anlatmaya: “Okulda ‘Baban kim?’ diye sorduklarında söyleyememek gücüme gidiyordu. Bu yüzden evden çantayı alıp okula gidiyor gibi çıkıyor, sonra tüm gün sokaklarda geziyordum. Okul dağılırken eve gidiyordum. Tabii sonunda bir karne geldi; her şey zayıf!”
ALTI YAŞINDA AVUKAT ÇIRAĞI
Bu dibe vuruştan sonra toparlıyor. Özellikle spor ve matematik derslerinde sınıf birincisi oluyor. Bekir Bey gülerek, “Zekâ vardı da uygulama yoktu” diyor: “Çocukken takma adım ‘Akıllı Bekir’miş. Dayım Nizip’in tek avukatıydı. Altı yaşındayken onun yazıhanesinde çıraklık yapardım; ofisi açar, sobayı yakar, gelenleri karşılar, telefonlara bakardım. Ailenin anne tarafı kentli, baba tarafı daha feodaldi. İkisi arasında gidip gelerek yetiştim. Sert huylarımı Okanlardan, eğlenceli yanımı Öğütlerden aldım (gülüyor).”
Veliefendi Hipodromu’nda heyecan dolu yarışların yapıldığı pistin hemen arkasında, kırsalda bir çiftlikteymişsiniz izlenimi veren ahırlardayız… Yanımızda Türkiye’deki atçılık faaliyetlerinin kurulması ve gelişmesine katkı sunmuş ailelerden Atmanların üçüncü kuşak temsilcisi, aynı zamanda Türkiye Jokey Kulübü’nün (TJK) ilk kadın asli üyesi Esra Atman var. Soyadı tanıdık gelmiş olabilir… Zira, Atmanlar konuyla hiçbir alakası olmayanların bile tanıdığı efsane bir atın sahibi; Bold Pilot… Bugün ‘Sihirbaz’ lakabıyla Türkiye’nin en meşhur jokeyi olma unvanını taşıyan Halis Karataş’la 1996 yılında kazandıkları Gazi Koşusu’nda elde ettiği rekor hâlâ kırılamamış. Karataş’ın, atın sahibi Begüm Atman ile yaşadığı aşk da 2018 yılında ‘Bizim için Şampiyon’ adıyla film olmuştu.
CEPHEDEN ATÇILIĞA
Ailenin hikâyesi Midilli’de başlıyor. Üç Gazi Kupası sahibi olan Ahmet Atman, 1897 yılında Midilli Adası’nda dünyaya geliyor. Aile, Balkan Savaşları’ndan sonra Ayvalık’a göç ediyor. Ahmet Bey, Kuleli Askeri Lisesi’nden mezun oluyor. Kurtuluş Savaşı yıllarında teğmen rütbesiyle cepheye gidiyor. Savaştan sonra, uzun yıllar Mareşal Fevzi Çakmak Paşa’nın yaverliğini yapıyor. Kendi gibi göçmen bir ailenin kızı olan Necmiye Hanım’la evleniyor. İki çocukları oluyor; Özdemir ve Esin. Bu arada Atatürk’ün isteğiyle 1926 yılında kurulan Yarış Atı ve Islah Encümeni her yıl Ankara, İstanbul ve İzmir’de İngiliz atları için koşular düzenlemeye başlıyor.
YAVERLER ORTAKLIĞI
Atatürk; İsmet İnönü, Celal Bayar, Fevzi Çakmak gibi isimlerle birlikte Ahmet Bey’in de at sahibi olup yarışlara girmesini teşvik ediyor.1934 yılında atlara olan sevgisinden dolayı kendine ‘Atman’ soyadını alıyor. Yarışlara ortak girdiği İsmet Paşa’nın yaveri yüzbaşı Fikret (Yüzatlı) Bey ile 1935 yılı Gazi Koşusu’nda bir rekora imza atıyorlar; katıldıkları üç atla ilk üç sırayı alıyorlar. Atman, 1940 ve 1945 yıllarında da Gazi Kupası’nı kazanıyor. Atlarına, ‘Konca, Fettan’ gibi kışkırtıcı isimler koymayı seviyor. Askerlikten emekli olup ticarete atılıyor.
1) Siyaset öyle bir alan ki güncel tartışmalar bazen mevki sahiplerinin ‘politikacı’ şapkası dışındaki kimlik ve geçmişlerini öğütebiliyor. Geçen genel seçimlerden sonra son bir yıldır TBMM’de AK Parti Grup Başkanvekili olarak görev yapan Bahadır Yenişehirlioğlu da yakın zamanda en çok sokak hayvanlarıyla ilgili yasa tasarısı üzerine yaptığı çalışmalarla gündemdeydi. Bu konuya geleceğiz ama Yenişehirlioğlu’nun, “İnsanlar tanımadığının düşmanıdır. Biz Türkiye’de insanları yaftalıyoruz. Oysa birbirimize büyüteç tutsak cevherleri, renkleri göreceğiz ve bu bizi daha çok yaklaştıracak” tespiti üzerine onu daha yakından tanımak için eski albümleri açıyoruz ve ‘siyasetçi, oyuncu, yazar, hukukçu’ etiketlerinin altında karşımıza roman gibi bir hayat hikâyesi çıkıyor…
Fotoğraf: Levent KULU/Bahadır Yenişehirlioğlu, Zeynep Bilgehan
DEDESİ İZMİR’İN İLK BELEDİYE REİSİ
Bahadır Yenişehirlioğlu, 1962 senesinde Manisa’nın Akhisar ilçesinde dünyaya geliyor. Dedeleri Kafkasya kökenli. Buradan o gün adı ‘Yenişehir’ olan bugünkü Yunanistan’ın Larissa kentine göç ediyorlar. Uzun yıllar ‘Yenişehir’de yaşadıktan sonra Balkanlar’da bir savaşın patlak vereceğini öngörerek Ege’ye göç ediyorlar. Ailenin bir kısmı İzmir’e, bir kısmı Manisa bölgesine yerleşiyor. Araziler satın alıyor, zeytinyağı fabrikası kuruyorlar. Büyük dedesi Yenişehirlizade Ahmet Efendi, 1875’te İzmir Belediye Reisi olarak görev yapıyor. Kendisi tarihsel kaynaklarda tespit edilen İzmir’in ilk belediye başkanı olma unvanını taşıyor.
PERGEL MİSALİ BİR AYAK YERELDE
Bahadır Bey, “Büyük büyük dedem Türk Büyükleri Ansiklopedisi’nde geçtiğine göre şeyhülislam. Matbaanın kurulmasına fetva vermiş” diye devam ediyor: “Ailem okumaya meyilli insanlarmış. Rahmetli dedem, babamı önce Bursa’da Işıklar Lisesi’ne, oradan da tıbbiyeye gönderiyor. Bir amcam Saint-Joseph’te, halam Dame de Sion Lisesi’nde yatılı okuyor. Kendileri Akhisar’da yaşıyor. Küçücük bir kasaba ama şöyle düşünüyorlar; küçük yerleşim yerlerinde yaşıyor olmak kısır düşünmenizi gerektirmez. Pergel gibi ayağınızın ucunu sabitlersiniz bir yere ama vizyonunuz o kadar geniştir ki öbür ayağınızı istediğiniz gibi açabilirsiniz. Bizimkiler böyle bakmış ve eğitime çok önem vermişler.”
1) Nikolaus Meyer-Landrut, 1960 yılında Almanya’nın Düsseldorf kentinde dünyaya geliyor. Büyükelçi gülerek, “Uzun zaman önce” diyor ama o dönem bugüne kıyasla çok başka bir uluslararası konjonktürü barındırıyordu; Soğuk Savaş ve iki Almanya. Keza kendi hikâyesi de bu ‘eski dünya’ olaylarının bir sonucu olarak başlıyor. Anne ve babası, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Doğu Almanya’dan kaçıp Batı’da yeni bir hayat kurmak zorunda kalan bir Alman çift. Babası Estonya’dan gelmiş. Kökenleri Estonya’daki Alman azınlığa dayanıyor. Annesi Doğu Almanyalı. Birlikte Batı Almanya’da yeni bir hayat kuruyorlar. Meyer-Landrut, “Yani ben aslında bir ‘mülteci çocuğu’yum. Bu, İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanyası’nın bir gerçeğiydi. 12 milyon Alman, Doğu’dan ayrılıp Batı Almanya’da yeniden hayatlarını kurmak zorunda kaldı” diyor.
Büyükelçi, Ankara günlerinde bisiklete binmeyi, scooter kullanmayı seviyor.
DOĞU’DAN BATI’YA...
Bugün Avrupa’nın temel direklerinden Almanya’nın bir zamanlar, üstelik de uluslararası olaylar tarihinde nispeten ‘kısa bir zaman’ öncesine kadar bölünmüş bir ülke olması o dönemin gençleri için nasıl bir duyguydu? Meyer-Landrut şöyle anlatıyor: “Özellikle benim ailem için, Doğu’dan gelmeleri sebebiyle, ‘iki devletli Almanya’ başkalarından daha fazla hayatımızın bir gerçeğiydi. 1970’li yıllarda 12-13 yaşlarımdayken Doğu Almanya’da annemin memleketini gezmeye gitmiştik. Oranın bizim doğup büyüdüğümüz Batı’dan bu kadar farklı olması etkileyiciydi. Daha sonra Berlin Duvarı’nın çöküşüyle birleşmiş bir Almanya ümidi ben ve ailem için çok önemliydi.”
2) BERLİN DUVARI YIKILINCA...
Uluslararası ilişkiler açısından kendine has bir dönemde dünyaya gelen Meyer-Landrut tarih konularına merak sarıyor. Üniversite eğitimini tarih üzerine tamamladıktan sonra önünde iki seçenek var; akademide kalıp tarih çalışmak veya daha aktif bir görevle ‘geleceğin tarihi’nin yazılmasına katkı sağlamak. Meyer-Landrut, ikincisini tercih ediyor ve 1987’de Dışişleri Bakanlığı’na başvuruyor. Geleceğin tarihinin yazılması için fazla beklemek zorunda kalmıyor, zira diplomatlığının henüz ilk yıllarında tarihin dönüm noktası olaylarından biri gerçekleşiyor; 1989 yılında Berlin Duvarı çöküyor. Onu takiben 3 Ekim1990 tarihinde iki Almanya, Doğu olarak bilinen Alman Demokratik Cumhuriyeti ve Batı olarak bilinen Alman Federal Cumhuriyeti birleşiyor.
1- Nezih Barut söze, “Sadece Türkiye’de değil, dünyada da 100 yılın üzerinde var olmayı başarmış, üçüncü jenerasyonun devam ettirdiği firma sayısı yüzde 5’in altında” diye başlıyor ve bize zamanda bir yolculuk yaptırıyor. Sene 1880’ler… Selanik’teyiz. Bugün ismini ilaç kutularından tanıdığımız Abdi İbrahim, barut imalathanesi sahibi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geliyor.
Nezih Barut
AİLEYİ YOK EDEN PATLAMA
Hayata çok zor bir başlangıç yapıyor. Baruthanede meydana gelen bir patlamayla babasını ve tüm kardeşlerini kaybediyor. Abdi İbrahim, hayatta kalan annesiyle İstanbul’a göç ediyor. Hayata sıfırdan başlıyor; barut endüstrisinin yıkıcılığından iyileştirici eczacılık alanına kayıyor. Bugün İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi olarak bilinen ‘Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye’nin ispençiyar (eczacılık) sınıfından 1908 senesinde mezun oluyor. Kısa süre bir İngiliz ilaç firmasında çalıştıktan sonra, 1912 yılında Küçükmustafapaşa’da bir eczane açıyor.
Nezih Barut - Zeynep Bilgehan - Babası İbrahim Hayri (solda) ve dedesi Abdi İbrahim Beylerin heykelleri arasında
KUVVET ŞURUBU, MÜSHİL-İ NADİR...
İşe ‘majistral ilaç’ denen, formüle göre eczanelerde eczacılar tarafından hazırlanan ilaçlarla başlıyor. Hazır ilaç piyasasına kuvvet şurubu ile giriyor. Onu ‘Müshil-i Nadir’ izliyor. Nezih Bey, “Bir yandan da bugün ‘muadil’ dediğimiz jenerik ilaçları yapıyor” diye anlatıyor: “O yılların rağbet gören Fransız müstahzarı ‘Valerobromine Legrande’ ile rekabete girişiyor. Bu aslında kedi otu dediğimiz, sinirleri yatıştıran bir ürün”
SENE 1919 - Büyük Yeni Han’daki laboratuvar
Kendi hikâyesi de tıpkı ömrünü adayacağı bale sanatının doğasına uygun bir romantizm içeriyor… Bu yazıyı Kuğu Gölü müziği eşliğinde okumanızı tavsiye ediyoruz. Sene 1940’lar… İstanbul’da iki karşı apartmanda oturan Şecaattin Sümen ile Bedia Hanım birbirlerine âşık oluyorlar. Şecaattin Bey, Kuleli Askeri Lise öğrencisi. Mezun olur olmaz evleniyorlar. Şecaattin Bey ilk çocukları dünyaya geldikten sonra teğmen olarak Kars’a tayin oluyor. İkinci Dünya Savaşı döneminde ise her an Alman saldırısının beklendiği Batı sınırına yakın Silivri’de görevlendiriliyor. Meriç Sümen, ailenin ikinci çocuğu olarak burada doğuyor.
İLK DANS ANNESİNİN ADIMLARIYLA
Aile, 1947 senesinde Ankara’ya geliyor. Sümen, renkli bir çocukluk geçiriyor. Asker babası ne kadar disiplinliyse annesi de o kadar sanatçı ruhlu. Çocuklarını sık sık opera ve tiyatroya götürüyor. Evde şarkılar söylüyor; küçük Meriç’in ayaklarını ayakları üzerine koyup ilk dans adımlarını attırıyor. Beraber vals, tango yapıyorlar. Geleceğin baş balerininin o günlerden ne olacağı belliymiş. Sümen, “Annemin anlattığına göre radyoda ne çalsa ona uygun dans edermişim” diye anlatıyor. Eğitim hayatına Saray İlkokulu’nda başlıyor. Müfredatta ek ders olarak mandolin ve folklor dansı var. Anne Bedia Hanım oğlunu mandoline, kızını da folklora veriyor.
‘NE OLUR MERİÇ’İ BALEYE VERİN’
Küçük Meriç, hocaların gösterdiklerini öyle iyi yapıyor ki bir zaman sonra kendini büyük sınıfların önünde ‘Bakın Meriç nasıl yapıyor?’ diye örnek olurken buluyor. Sene sonu temsilinde, hocası bu yetenekli dansçının ailesini görmek istiyor. Sümen’in anlatımıyla: “Rahmetli hocam Aziz Özçelik babama, ‘Binbaşım, Meriç dansa çok yetenekli. Ankara Devlet Konservatuvarı’nda Bale Bölümü açıldı. Ne olur Meriç’i baleye verin’ diyor. Annem çok seviniyor ama babam ‘Dans güzel de benim çocuğum sonra ne olacak?’ diye endişe ediyor. Ayrıca seneye tayin çıkacak. Ben ne olacağım? Kararı; olumsuz. Bunu duyunca ağlamaya başlamışım ama yapacak bir şey yok.”
KIZI OKUSUN DİYE BABASI MESLEĞİNİ BIRAKIYOR
Onu ikna eden ordudaki dönem arkadaşları ve komşuları Cahit Külebi oluyor. Dönem arkadaşları, ‘En iyisi olacaksa bırak yapsın’ diyorlar. Külebi’nin de balerin olmak isteyen bir yeğeni var. Neticede saçları örgülü iki kız çocuğu, Külebi’nin yeğeni ile Meriç Sümen sınava giriyor ve kazanıyorlar. Babasının gönlü kızını bırakmaya elvermediğinden çok sevdiği mesleğini bırakıyor. Ankara’da, tam da konservatuvarın karşısındaki İller Bankası’nda memur oluyor. Sümen, “Babam her asker gördüğünde ağlardı” diye anlatıyor: “Kuğu Gölü sonrası evde yemeği kesecek bıçağı bile kullanamayacak kadar yorgun olurdum. Annem yardım ederdi. Sanatçının arkasındaki aile takviyesi çok mühim.”