Paylaş
Adamın adı da aklıma bir türlü gelmiyor şu anda, tüh! Neyse, sonra gelir belki...
Yemin ederim aklıma gelen en makul “Yonca Açılım”ı bu, çünkü başka türlü geçen gün ofiste kendi kendime ortada fol ve yumurta yokken saatlerce kahkahalar atarak gülmemi açıklama şansım yok. Off amma soluksuz cümle kurdum be kardeşim. (“be” de dedim, artık battı balık yan gider!)
Aslında gülme nedenlerimden biri de bu uzaylı olma olasılığım meselesi.
Durup dururken bir arkadaşım bana e-posta atmış; “Yonca sen bir garipsin!” diye...
(The Doors’dan People Are Strange -insanlar bir garip- adlı şarkı tam şu anda, şu satırda birden çalmaya başlasa nasıl süper olur di mi ama! E gelin o zaman www.hurriyet.com.tr’den bu yazımın internet ortamına, orada, yazımın altında Radyo Ben’i tıklayın; çünkü bangır bangır çalıyorum şu anda!). Arkadaşım öyle yazınca ben de hiiiç düşünmeden ve sanki hep bu cevabı yazacak olduğum anı beklermişim gibi şöyle bir cevap attım kendisine bilinçsizce (öyle çok bilinçsiz laf ediyorum ki bu ara, hayırlara vesile ya Rab, hayırlara!): “Haklısın dostum. Çünkü bence babam da uzaylıydı ve bir uzaylı çocuğu dünyaya hediye etmek için ince eleyip sık dokuyup annemi seçti. Insanlığa faydamız olsun diye geldik biz bu aleme ve bak, inatla azimle hâlâ uğraşıp duruyoz!”
Bu cevabı gönderdikten sonra, sinirim bozuldu. Gülme tuttu. (Şimdi bu satırları okuyan annemin de sinirleri bana bozulmuştur kesin; çünkü annem son derece aklı başında, ağır başlı inanılmaz bir kadındır ve fular takar.)
Ve hâlâ gülüyorum.
Niye mi?
Çünkü yemin billah babam uzaylı olmuş olabilir de ondan!
Bizim evin her kel alaka beklenmedik yerinden Isaak Asimov kitapları fışkırırdı ve her türlü bilim kurgu kitabı yenilip yutulurdu. Jules Verne okumamak bi çeşit günahtı.
Ayrıca ben bebektim sanırım -hani yere çok yakın yürüyordum öyle hatırlıyorum ve ne kadar düşersem düşeyim totom acımıyordu- bana bi uzay filmi seyrettirdiydi, korkudan dilimde aft çıkmıştı ve her gece midemden uzaylı çıkacak korkusuyla karnıma yastık kapattıydım.
Hadi onu da bırakın, bana “Seni çok seveceğin bir arkadaşının filmine götürücem” dedi, kalkıp IiTiii’ye götürdü, yalanım varsa Allah beni çarpsın (çarpmasın yani tabi de), günlerce ağladım “Baba IiTiii bize gelsin, bizde kalsın!” diye. Tabii sonra da günlerce “Çok içten istedim gelmesini, ya gelirse!” diye korkudan ağladım bir de. Daha da ilginci babam da benimle ağladı. Ve eminim o da hem IiTiii gelsin istiyordu, hem de korkuyordu ya da adamcağız bu dünyada kendini anlayacak birilerini bulamadığından elin uzaylısına hasretti, ondan ağlıyordu boyuna.
“Derdimi de, kendimi de kimselere anlatamadım!” diye diye gitti...
Babam...
Allah rahmet eylesin, bugün kendini andıracağı varmış, andırdı.
Çok ilginç bir adamdı... Çoook!
Kasım ayı ilerledikçe aralık ayına doğru, lanet olası...
Yine içimi hasret kemirmeye başladı.
Boğazımda bir yumru...
Gözlerimde yaşlar, doldu doldu taştı.
Affedin beni...
Bu yazı gülerek başlasa da, ağlayarak sonlandı.
Yonca
“mazide”
Hayat derdi
Bildiğim şu; hayat çok zor. Ama çok da tatlı.
Insan çoğu zaman hayatındaki zorluklar ve geleceğe dönük endişelerinden dolayı yaşadığı anda içinde bulunduğu güzellikleri göremiyor. Sahip olduklarının farkında olamıyor. Olamıyor işte. Herkesin derdi kendine. Insan her ne kadar istese de boşveremiyor, millete de bazen yük olmamak bazen de alakasızca milletin ağzına düşmemek için çaktırmıyor dertli olduğunu.
Ama biliyor musunuz, insanın illa ki el tarafından tescillenebilir, mazur görülür bir derdi olması da gerekmiyor dertli olması için. Kimisi cebindeki paradan, kimisi saçma sapan bir olaydan, kimisi de yaşadığı minicik bir travmadan çok dertli olabiliyor. Ve kalkıp ona “Amaaan seninki de dert mi?” demek bence yanlış oluyor. Bu durumda en güzeli sanırım sadece ve sadece dinlemek... Insanın dinlenme ihtiyacını gidermek.
Hayatın, seni dinleyen birileri olduğu zaman daha kolay oluyor. Insan kendini azıcık daha rahatlamış, içini boşaltmış hissedebiliyor.
Kızım bugünlerde dertliydi. Derdi bana göre küçücük, ama ona göre çok büyük. Kalkıp ona “Aman bu da dert mi, ben nelerle uğraşıyorum bi bilsen!” demek yerine, oturdum saatlerce bıdır bıdır anlatmasını dinledim, gözyaşlarını kıyamıya kıyamıya sildim ve sonunda sadece “Anlıyorum seni bitanem” deyip sarıldım.
Bu kadar.
Sonra da beraber oturduk ve sessizce durduk.
Iyi geldi.
Birden dertlerimiz sanki siliniverdi.
Yonca
“kuş gibi”
Paylaş