11 Mart 2011
Genel seçime günler kalmıştı... “4 trilyon liralık hisse senedi var, mal beyanında göstermedi” dediler. Basın toplantısı yaptı, belgeleri gösterdi, 4 trilyon filan olmadığını, bugünkü parayla 4 bin lira olduğunu kanıtladı. Yalan haberi manşet yapanlar pişkin pişkin sırıtıp “pardon” dediler, “hesaplarken sıfır hatası yapmışız!”
*
CHP kurultayına günler kalmıştı...
“İsviçre’de kızının adına gizli hesabı var, en son 7 milyon dolar yatırıldı” dediler. Dava açtı. Adalet Bakanlığı İsviçre’ye sordu. İsviçre devleti “haber yalan, bütün kayıtları inceledik, böyle bir hesap yok” dedi.
*
Aynı kurultaya günler kalmıştı...
Bülent Ersoy çıktı, “sahne yasağımı kaldırmak için bugünün parasıyla 1 trilyon lira istedi” dedi. Görüşmeye mafyacı İnci Baba’nın aracılık ettiği yazıldı. Hatta “sahne yasağını rüşvet dağıtarak kaldıracağı” iddia edildi. Dava açtı.Hepsi palavra çıktı. Bülent Ersoy tazminat ödemeye mahkûm edildi.
*
Belediye seçimine günler kalmıştı...
“Ankara’da oturduğu villa kaçak” dediler. Tapuyu gösterdi. “Antalya’da arazi aldı, CHP’li belediyeye imarı değiştirtti” dediler. Araziyi taa 1987’de, CHP’nin kapalı olduğu dönemde aldığı, bölgede yapılan imar değişikliklerinin de CHP’yle alakasının olmadığı ortaya çıktı.
*
Aynı seçime günler kalmıştı...
Ergenekon’un kilit ismi ilan edilen ve Kanada’da yaşayan sahte hahamı TRT’de canlı yayına çıkardılar, “Deniz Baykal MİT ajanıdır” dedi. “CHP’nin başına derin devlet operasyonuyla geçirildiğini” iddia etti. Dava açtı. TRT, tarihinin en büyük tazminatını ödemek zorunda kaldı... Yalandı.
*
CHP kurultayına günler kalmıştı...
Kaset komplosu patladı.
*
N’oluyor demeye kalmadı...
“340 bin dolara yat aldı” dediler.
O da yalan çıktı.
*
Referanduma günler kalmıştı...
“Twitter’den mesaj verdi, CHP’nin yeni yönetimini ağır şekilde eleştirdi” dediler. Twitter mwitter hesabı olmadığı, hatta, söz konusu twitter hesabının evet’çi bir gruba ait olduğu ortaya çıktı.
*
Genel seçime günler kaldı...
Kılıçdaroğlu’nun kankası olan muhabir kız çıktı, “Meclis’teki odasında beni taciz etti” dedi.
*
(Bu son çirkin iftirayı... Geçen hafta durup dururken bizzat Kemal Kılıçdaroğlu tarafından dile getirilen “Anket yaptırdık, oyumuz bir tek Antalya’da artmıyor” açıklamasıyla beraber okumak lazım.)
*
Medyadaki Truva atlarının goygoyuyla şuurunu yitiren; Baykal giderse yüzde 1500 oy alacağını zanneden CHP’liler ne kadar farkında bilmiyorum ama... Silivri’ye gönderilemediği için evine gönderilen Baykal, aday gösterilmesin, milletvekili olmasın isteniyor... Bitirici amaç bu.
Yazının Devamını Oku 10 Mart 2011
Vay efendim neymiş, dünyanın en pahalı benzinini biz kullanıyormuşuz.
*
Kuyruklu yalan bu!
*
Eritre var.
Yazının Devamını Oku 9 Mart 2011
Malumun üzre... Geçen hafta “Dear David” başlıklı mektup yazmıştım. Bizim ahali, padişahımız efendimizin dizi yapılmasına isyan ederken, sizin kekeme kral’a Oscar verildiğini, bu vahim duruma gıkınızın çıkmadığını, üstelik, mutlu olduğunuzu belirterek, başta büyükelçi olarak sen, ecdadına saygısı olmayan İngiliz milletini kınamıştım... Babasının filmini rütük mütük marifetiyle yasaklatacağına, tam tersi davranıp, pek beğendiğini söyleyen majestelerini de en güzel yerinden öpmüştüm.
*
Bana hep sorarlar “nerden buluyorsun bunları” filan diye, ben de “popomdan uyduruyorum, çünkü bizim ahalinin önemli bölümü lafı poposundan anlar” derim...
*
Aynen böyle oldu.
Mesaj yağdı.
*
Kimisi “İngiliz milletinden derhal özür dilememi” isterken, kimisi “benim gibi kendini bilmez Türk gazeteciler yüzünden İngiliz milletinden özür diliyor”du... Bazısı “seviyesiz sözlerim nedeniyle diplomatik krize sebep olacağımı” öne sürerken, bazısı “Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı tarafından kınanmam gerektiğini” iddia ediyordu. En az 100 kişi, İngiltere Büyükelçisi’ne sen’li ben’li hitap ettiğim için “terbiyesiz” ve “dangalak” olduğum kanaatine varmıştı. En az 200 kişi de, Buckhingham Sarayı’na Fuckhingham Sarayı benzetmesi yaptığım için, İngiltere tarafından mahkemeye verilmem gerektiğini söylüyordu. Ama en çok şunu beğendim: “Öpüyorum dediğin kişi, bir başbakandan öte, torun sahibi kadın... Okuyunca yerin dibine girdim, seninle aynı milletin ferdi olduğum için utandım!”
*
Hatta, ileri zekâlının biri makale döşenip, gazeteciler cemiyeti üyeliğinden atılmamı bile talep etti, ki zaten gazeteciler cemiyeti üyesi değilim... Benim gazeteciler cemiyetinden atılmamı istemek, diyanet işleri başkanımızın Vatikan tarafından aforoz edilmesi gibi bi şey.
*
Halbuki...
*
“Dear David” başlıklı yazımın çıktığı gün, aynı samimiyetle “Dear Yılmaz” diye başlayan cevap mektubu göndermiştin bana... Araya Nedim’in içeri tıkılması meselesi girdiği için yayınlayamamıştım, kısmet bugüneymiş... Kelimesi kelimesine şöyle diyorsun resmi antetli cevap mektubunda...
*
“Dear Yılmaz... Majesteleri Kral 6’ncı George’u ve konuşma bozukluğunu yenme çabalarını yansıtan filmi protesto etmediğim için beni kınayan mektubunuzu ilgi ve zevkle okudum. Filmi seyrettim ve çok hoşuma gitti. 4 Oscar ve 7 İngiliz Kraliyet Akademisi Ödülü almasından da gurur duydum. Gelecek, geçmişin temelleri üzerinde yükselir. Ve haklısınız... Filmi Kral’ın eleştirisi değil, onun bu büyük başarısının kutlanması olarak değerlendiriyoruz. Konuşma bozukluğunu gidermek için gösterdiği sıra dışı kararlılığı, çabayı ve bu süreçte sevgi dolu ailesinin desteğini yansıtan bu filmi, kesinlikle ona karşı saygısızlık olarak görmüyoruz. Aksine, çabaları ilham verici... Bu arada, Buckingham Sarayı’nın hâlâ Buckingham Sarayı olduğunu okurlarınıza teyit etmek isterim. Yours sincerely, David Reddaway”
*
Birincisi, ben mektubumu Türkçe yazmıştım ama, anadili Türkçe olanların çoğu anlamadığı halde, sen gayet net anlamışsın, teşekkür ederim... İkincisi, zevkle okudum, haklısın filan gibi kendini bilmez laflar kullanarak, büyük hayal kırıklığı yarattığın için, yukarıda bahsi geçen dangozlar adına seni kınıyorum... Üçüncüsü, bizim memlekette bu kadar gönüllü İngiliz yalakası varken, sana niye hâlâ İngiltere’nin haklarını koruman için maaş ödüyorlar, anlamakta güçlük çekiyorum.
*
Neyse Deyvitçiğim...
Kaşla göz arasında bizim rakıyı da siz aldınız, hayırlara vesile olsun. Havalar az güzelleşsin, Urla’da mangala beklerim, rakı senden, çipuralar benden, n’olacak bu memleketin hali diye laflarız...
Majestelerine de bahçeli bi dubleks ayarlarız oralardan.
Yengeye selamlar.
yours sincerely
Yılmaz
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2011
Değerli ağabeyim Uğur Dündar’la sevgili arkadaşım Nedim’in telefon görüşmeleri “şüpheli” bulunmuş... Sanırsın, biri Pekin’de oturuyor, öbürü Stockholm’de yaşıyor, mecburen telefonlaşıyorlar, şifreli mesajlaşıyorlar. Halbuki... Aynı binadayız birader. *
50’li yıllar...
Tekirdağ Emniyet Müdürlüğü siyasi şube şefi, üstün hizmet ödüllerinin yanı sıra, Scotland Yard’tan dedektiflik sertifikası bulunan, Sarı Osman... Kapı komşusu var, beyefendi bi adam, kamu kurumunda müdür, ailece görüşüyorlar. Gel zaman git zaman, Sarı Osman öğreniyor ki, komşusu olan beyefendi “azılı komünistler” listesinde yer alıyor! Gölge gibi izleniyor, kimlerle görüştü, nerelere girdi çıktı, fotoğrafları çekiliyor, nefes alışı bile kayda geçiriliyor. “Allah Allah?” diyor Sarı Osman... İşinde gücünde, çevresine saygılı, pırıl pırıl aileye sahip, karıncayı incitmeyen adam, nasıl olur da, azılı ve tehlikeli olabilir? Hatta, nasıl olur da, bunca yıllık tecrübesi bulunan Sarı Osman’ı bile kuşkulandırmadan böylesine alengirli işler çevirebilir? Takıyor kafaya... Dosyasını inceliyor. Anlaşılıyor ki... İstanbul’da “mimli” birinin evi basılmış, o evde bir kitap bulunmuş, o kitabın içinden bir gazete kupürü çıkmış, o kupürde evi basılan “mimli” adamla birlikte, 15 kişinin ismi var. Komşunun ismi, o 15 kişinin arasında... “Şüpheli şahıs” yani... O nedenle ruh gibi takip ediliyor. Daha fena merak ediyor Sarı Osman... Nedir bu gazete kupürü? Niye o 15 kişinin ismi o listede yer alıyor? Gazete arşivlerine giriyor, inceliyor, şunu buluyor: Söz konusu gazete, ödüllü bulmaca yarışması düzenlemiş, 15 kişi kazanmış, gelip ödülü alsınlar diye liste halinde yayınlamış iyi mi!
*
Sarı Osman kim derseniz...
Uğur Dündar’ın babası.
*
Aslına bakarsanız, sadece “şüpheli şahıs” olduğu için, gene de şanslıdır Uğur ağabey...
*
Milli İstihbarat Teşkilatı’nın İstanbul Bölge Müdürlüğü’nü de yapmış olan, ünlü istihbaratçılardan Osman Nuri Gündeş var. “İhtilallerin ve Anarşinin Yakın Tanığı” ismiyle kitap yazdı. O kitapta, şehit edilen diplomatlarımızı anlatıyor. Ve, 329’uncu sayfasında, suikastla öldürülen diplomatlardan birinin fotoğrafı var...
Hangisinin biliyor musunuz?
*
Benim!
*
Ünlü MİT’çi, hadiselerin o kadar yakından tanığı ki, beni hem diplomat, hem rahmetli ilan etmiş... Herkes “şüpheli şahıs” olmaktan şikâyetçiyken, biz olmuşuz sana “şüpheli şehit...”
Yazının Devamını Oku 6 Mart 2011
Bebiş fil İzmir’in yaşadığı İzmir Doğal Yaşam Parkı var ya...
Oraya kalabalık bi aile gelir, kapıdaki görevliye “6 tonluk kaplumbağayı görmeye geldik, nerede acaba?” diye sorar. Görevli, kaplumbağaların yaşadığı tropik bölgeyi gösterir, ancak, “6 tonluk kaplumbağa filan yok, bildiğin normal kaplumbağalar var” der. “Nası yok canım?” deyip, kaplumbağaların bulunduğu bölgeye giderler, ki, hakikaten yok... Yetkiliyle görüşmek isterler! Doğal Yaşam Parkı’nın biyologlarından biri gelir hemen, “nasıl yardımcı olabilirim?” der. “6 tonluk kaplumbağayı görmeye geldik, bunlar bize ufacık kaplumbağaları gösteriyor” diye şikâyet ederler. Biyolog afallar... “Kardeşim,
6 tonluk kaplumbağa olur mu, fil bile 5 ton” der. Neredeyse kavga çıkacak iyi mi... Biyolog bakar ki, “niye saklıyorsunuz?” diye itiraz ediyorlar, “nerden duydunuz böyle bi şey olduğunu?” diye sorar. “Sen ne biçim yetkilisin, hiç gazete okumuyor musun?” cevabını alır. Biyolog koşar ofisine, girer internete.
¡
İnanmayan girsin internete...
¡
“Bingöl’deki yol yapım çalışmaları sırasında,
toprak altında yaşayan
Yazının Devamını Oku 5 Mart 2011
Bir safa bahşedelim<br>gel şu dil-i naşade
gidelim serv-i revanım
yürü Sadabad’e
İşte üç çifte kayık iskelede amade
Gidelim serv-i revanım
yürü Sadabad’e
Gülelim oynayalım
kâm alalım dünyadan
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2011
Quartiere Inferno<br><br>Via Male Türkçesi?
Cehennem Mahallesi
Kötülük Sokak
*
Apo’nun Roma’da kaldığı lüks villanın adresiydi bu...
Cuk oturmuştu yani!
*
Moskova’dan Aeroflot uçağıyla Fiumicino havalimanına inmişti. Abdullah Sarıkurt adına TC pasaportu vardı. Konya’nın Kulu İlçesi Çöpler Köyü nüfusuna kayıtlıydı Abdullah Sarıkurt, Almanya’da işçiydi ve 8 sene önce Konya Emniyet Müdürlüğü’ne başvurarak, Frankfurt Başkonsolosluğu’ndan yenilediği pasaportunu kaybettiğini bildirmişti. Ancak, Apo bu sahte pasaportu kullanmadı, gerek duymadı. Ben Abdullah Öcalan’ım dedi. Çünkü, İtalya Başbakanı D’allema, bildiğin dallamaydı, tezgâh kurulmuştu. Güya gözaltına alındı. Hapishaneye götürülmesi gerekirken, hastaneye götürüldü. Sarılık teşhisi kondu. Teşhis sarılıktı ama, ortopedi servisinde yatıyordu ve doktorlar kalbinden rahatsız olduğunu açıklıyordu! Sadece 8 gün sonra, hastaneden çıktı, hapishane yerine, göller bölgesinde bulunan, Cehennem Mahallesi Kötülük Sokak’taki villaya yerleşti. Ana caddeye çıkışı olmayan, kepenkli, bahçesinde palmiyesi bulunan, iki katlı, dışardan görülmeyen, zula bi villaydı. Sahibi Enrico Peli, pilottu, Alitalia’da... Marino emlak ofisi aracı olmuştu. Apo’nun Roma temsilcisi kordiplomatik plakalı araçla gelmişti, yanında İtalya İçişleri Bakanlığı’nın yetkilileri vardı. Aylığı 2 bin 200 dolardan, senelik kira sözleşmesi yapıldı, tiko para bastırıldı. Villaya uzaktan bakmak bile yasaktı. İtalya iç istihbarat teşkilatı Digos tarafından korunuyordu, sokağa bariyer, çatıya keskin nişancılar yerleştirilmişti. Apo, genellikle öğleden sonraları bahçesinde yürüyüş yapıp, kaslarını esnettiği villasında basın toplantısı yaptı. Digos ajanları, gazetecilerin donunu bile aradı, kalemlerini bile kontrol etti, teyp, fotoğraf makinesi sokulmadı. Giriş katındaki salon, çanak anten bağlantıları, uydu telefonları, telsiz, bilgisayar, faks ve mikrofonlarla haberleşme merkezini andırıyordu. Apo’nun üstünde Calvin Klein gri kadife takım elbise, Ferragamo kravat, çivit mavisi Enrico Coveri gömlek, ayağında Alman işi sandalet, gri yün tenis çorabı, bileğinde Suriye hatırası altın kol saati vardı. Antik Roma dönemine ait kitaplar okuduğunu, Machiavelli’ye hayran olduğunu söyledi.
Türkiye ayağa kalkmıştı...
İtalyan markaları boykot ediliyor, ahali makarnaya PKK’lı muamelesi yapıyor, spagetti bile yemiyordu. Ahaliye İtalyan görünmek için markalarını ellona mellona diye koyanlar ise, yandım Allah diyor, gazetelere sayfa sayfa “ekmek çarpsın biz Türk’üz” ilanları veriyordu.
*
Sonra?
Buhar oldu Apo... Türkiye Başbakanı Ecevit, bugün de gene İsrail Başbakanı olan Netanyahu’dan yardım istedi, Mossad devreye girdi, Amsterdam Schipol havalimanından Kenya’ya uçtuğu, Yunan Büyükelçiliği’ne yerleştiği saptandı. Özel uçakla Kuzey Irak’a gidiyorum zannederken, paketlendi, memlekete hoş
geldin oldu.
*
Sonra?
İtalya apar topar Ankara Büyükelçisi’ni değiştirdi, eşi Türk olan büyükelçi gönderdi, İstanbul ve İzmir konsolosları değiştirildi, piar ekipleri kuruldu, partiler verildi, yedirip içirdiler bizim yalaka basını, kafaladılar. Tesadüfe bakın ki, beş sene önce sıra takımı Torino’da bile başarılı olamayan Hakan Şükür’ü İnter’e, Fatih Terim’i önce Fiorentina’ya, hemen ardından Milan’a transfer ettiler.
Sempati patlaması oldu,
spagetti bile yemeyen ahali, aniden İtalyano oldu!
*
Sonra?
Bu arkadaşlar geldi.
Açılım yapıldı.
İtalya cankuşumuz
Yunanistan dostumuz
Suriye kardeşimiz oldu.
Terörle mücadele edenlerin alayı hapse tıkıldı, şeref madalyalı subaylar kafasına sıktı, PKK kırmızı halıda halay çekti.
*
Ve şimdi...
Apo villaya çıkıyor.
*
Soner Silivri’ye, Mustafa’yla Tuncay hücreye konuyor...
Nedim’in evi basılıyor.
*
Türkiye’nin en dürüst, en yurtsever gazetecilerinden biridir Nedim... Rayında yaşar. Eviyle işi arasında gidip gelen tren rayı... Onur duyulan arkadaş, kusursuz eş, mükemmel babadır.
*
Apo’yu koruyan İtalyan gizli servisi vardı hiç olmazsa... Nedim’in evini bizim kendi polislerimiz basıyor... İleri demokrasi dedikleri bu oluyor.
*
Ben Apo’nun yerinde olsam...
Palmiyeli isterim.
Yazının Devamını Oku 3 Mart 2011
Büyük Britanya Birleşik Krallığı Ankara Büyükelçisi ekselans şövalye David Reddaway... Cenaze dolayısıyla yazamamıştım, bugüne kısmetmiş, dolandırmayayım lafı, kınıyorum sizi! *
Bizler, padişahımız efendimizin dizisi nedeniyle ortalığı ayağa kaldırıyoruz... Sizin “kekeme kral”ı film yaptılar, üstüne Oscar verdiler, gıkınız çıkmıyor, armut gibi seyrediyorsunuz.
*
Kekeme kral olur mu kardeşim?
Hiç mi saygınız yok ecdadınıza?
Tarih diye teksas-tommiks mi okuyorsunuz... Siz ne kendini bilmez milletsiniz böyle?
*
Sakın ola, filmden haberim yoktu filan diye kıvırma... Nasıl haberin olmaz, ne biçim şövalyesin? Korkuluk diye mi diktiler seni oraya? Bak, bizim generallerin alayının içeri tıkıldığı gün, başkomutan cumhurbaşkanımız, işini gücünü bıraktı, först leydimizle birlikte, henüz vizyona bile girmemiş olan kekeme kral’ı divididen izledi, sonra da tivitır’dan anlattı... Biz mi takip edeceğiz sizin işlerinizi? Bulamadın mı korsan bi dividi?
*
Üstelik, sadece kral kekeme olsa gene bi derece... Kekeme kral’dan önce abisi kral oluyor ama, hem dul, hem evli, hem de Amerikalı bi kadını metres tutuyor, grekoromen yapıyor, yakışık almaz, dinimize aykırı felan denince, yemişim ulan kiliseyi diyor, Buckhingham Sarayı’nı Fuckhingham Sarayı’na çeviriyor. Hitler kapıya dayanmış, sizin kral barda sazda... Şırak, darbe yapıyorlar alenen, lay lay lom kral çekiliyor, kekeme ittire kaktıra kral oluyor.
*
Sanat mı şimdi bu yani? Tükürürüm ben böyle sanatın içine... Koskoca krallarınızı küçük düşürmek suretiyle ne amaçlıyorsunuz? Yoksa, demokrasinin faziletlerini anlatmak, darbeyi övmek gibi sinsi planınız mı var? Mis gibi monarşi varken, cibiliyetsizlik değil de nedir bu?
*
Daha önce de “deli” kralınız 3’üncü Corç’u film etmiştiniz cümle âleme... Vay efendim neymiş, kral contaları yakmış, kafayı yemiş ama, kukla gibi oturtmuşlar tahtında falan.
*
Bizim “Deli İbrahim” var...
Film ediyor muyuz?
*
Başbakanımız gibi çıkıp “Geçmişe hakarettir, genç kuşaklara olumsuz gösterme gayretidir” diyeceğinize... Arınçımız gibi çıkıp “Gereğini yapacağız” diyeceğinize, n’aaptınız? Deli kral’ı oynayan haddini bilmeze, utanmadan, İngiliz Film Sanatları Akademisi Ödülü verdiniz.
*
Bir değil, iki değil zaten bu duyarsızlığınız... Deli kral’ı rütük marifetiyle yasaklayacağınıza, kalkıp en prestijli ödülü verdiğiniz için, deli kral’ın eşini oynayan Helen Mirren, şımardı, bu sefer gitti, Kraliçe Elizabet’i oynadı... Çarls’ı boşayıp, Dodi’yle pijama partisi yaparken rahmetli olan Dayana’nın arkasından Toni Bileyır’la çevirdiği dolapları bir bir seyrettik.
*
Biz padişahımızın Hürrem’i bile öpmediğini öne sürerken, siz n’aaptınız? Oscar aldınız.
*
E matahmış gibi kraliçe’ye oscar alırsan, babasına haydi haydi alırsın tabii... Markiz’i dikizlemediklerine dua et.
*
Biz böyle onurumuzu kıran alengirli mevzu olduğunda, kafamıza çuval falan taktıklarında, gönderiyoruz Polat’la Memati’yi hallediyor... Sizin solda sıfırlı Bond denilen dangalak ne güne duruyor?
*
Gerçi, sizin kraliçe’ye de müstahak yani... Metazori kral olan babasını dividi yapıp göndermişler saraya, bunlara pranga takıp hapse atın diyeceğine, pek beğendim demiş... Ahali desen, gişelerde kuyrukta, şu ana kadar 100 milyon sterlin ödemişler, hâlâ birbirlerini eziyorlar önce sen giricen, önce ben giricem diye.
*
Uzatmayayım Davidçiğim...
Başta sen, caanım saltanatın kadrini kıymetini bilmeyen milletini kınıyorum, yengeye selamlar, majestelerini en güzel yerinden öpüyorum.
Sincerely
Yılmaz
Yazının Devamını Oku