Yener Süsoy

Jet sosyetenin yeni cenneti Borakay Adası

1 Mayıs 2006
Giresun eski milletvekilli Rasim Zaimoğlu, parlamentoda geçen 12 yılı boyunca ne bakan olabildi, ne cumhurbaşkanı seçilebildi. Ama yıllar sonra Filipinler Cumhuriyeti’nin İstanbul Fahri Başkonsolosu oldu. Boş yere "Tirebolulu Jet Rasim" dememişler, o işini çok iyi bilir. Hatırlayın ANAP-DYP arasında mekik dokuyuşunu. Galatasaray tutkusu uğruna, Leeds’e bir uçak dolusu parlamenter taşıdığını. Ya da "Her Türk’ten Bir Turist" adlı turizm kampanyasını... "Şebinkarahisar’ın il olması için" TBMM’deki canhıraş gayretlerini... Az kalsın, cumhurbaşkanı seçilecekti, bunu da mı unuttunuz. Eğer Ahmet Necdet Sezer, 3’üncü turda 276 oy alamasaydı, büyük bir olasılıkla çekilecekti ve Rasim Zaimoğlu en şanslı aday konumuna gelecekti. Rasim Zaimoğlu’nun Etiler Ulus sırtlarında Boğaz’ın bütününü kucaklayan görkemli evindeyiz. Eşi Hülya Hanım, her yanıyla krallara layık bir sofra hazırlamış. Ne de olsa, Bolu Elmalı’dan, hemşerileri gibi bir yemek sihirbazı olduğu belli. 37 yıllık eşi ise, güler yüzü, tatlı diliyle tam bir pazarlama, reklam ustası. Filipinler Cumhuriyeti’nin gözü aydın, tam adamını seçmişler Fahri Başkonsolos olarak. Bir Filipin atasözü şöyle diyor:

"Cennete varana kadar talihine güvenme." Buyurun sayın başkonsolos, söz sizin.

- Filipinler Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Galatasaray tutkunu. Kendisini son ziyaretimde bana "İstanbul’a geldiğimde beni Galatasaraylı futbolcularla tanıştırmanı istiyorum. Bir de adıma toplu imzalı formalarını istiyorum" dedi. Filipinler 7 bin 107 adadan oluşuyor, nüfusu 87 milyon. Asya’daki tek Hıristiyan devlet, siyasi kurumları ve yönetim biçimi Amerikan tarzı. 33 milyar dolarlık ithalat yapıyor, ihracatı ise 37 milyar dolar.

Ülke dışında çalışan Filipinlilerin ülkeye katkıları 10 milyar dolar. Dünyanın dört bir yanında, kimisi genel müdür olarak çalışıyor, kimisi gemici, kimisi de bebek bakıcısı. Filipinler’in Hollanda’yla yıllık ticaret hacmi 5 milyar dolar, bizimle ise sadece 50 milyon dolar. Hedefim, önce bu rakamı 400 milyon dolara çıkarmak. TOBB ile İTKİP organizasyonunda bir ticaret heyeti, ihraç ürünlerimizin tanıtımı için 9-13 Mayıs 2006 tarihleri arasında Filipinler’de olacak. Filipinler’de 80 Türk var, hepsi ticaretle uğraşıyor. Filipinler’in tarım ve madenciliğe dayanan bir ekonomik yapısı var.

Ülkenin başlıca madenleri altın, gümüş, krom, demir ve manganez. Dünya kereste ihracatçıları arasında ilk 6’da olan Filipinler, en çok maun kerestesi ihraç ediyor. Altın üretiminde ise dünya 8’incisi. Filipinler bizden uluslararası standartlara uygun tekstil ve hammaddeleri, gıda ve tarım ürünleri, zeytinyağı, peynir, başta fındık olmak üzere kuru yemiş almak istiyor.

PHUKET VE BALİ’NİN YERİNİ ALDI

- Filipinler’in Borakay Adası, Uzakdoğu’nun el değmemiş yeni cenneti; tek kelimeyle müthiş. Dünya jet sosyetesi şimdilerde Phuket ve Bali yerine bu adayı tercih ediyor. Adanın uzunluğu 7 kilometre, havaalanı bile yok. Borakay’ın hemen arkasındaki bir adaya yapmışlar havalimanını. Pervaneli uçakla oraya uçup, deniz kenarından tekneyle gidiliyor. iskele falan yok. Suyun içine girip, paçanızı sıvayıp biniyorsunuz teknelere. Bembeyaz kum, masmavi bir deniz var. Sizi sahilde deniz kabuklarından yapılmış kolyelerle karşılıyorlar. Denizden otele kadar sizi sırtlarında taşıyorlar. Her şey beyaz kum üzerine kurulmuş, gece kulüpleri, alışveriş merkezi bile.

Manila çok büyük ve kozmopolit bir şehir, dev gökdelenler var, insanlar İstanbul’daki gibi koşturuyor. Şehrin eski bölümü nehrin kanalları üzerine kurulmuş, geçişlerde güzel köprülerden geçiyorsunuz. Alışveriş Uzakdoğu’nun diğer ülkeleri gibi elektronik ağırlıklı değil, daha çok el işçiliği ürünleri var. Sedeften yapılmış káseler çok ilginç, takıda da sonsuz seçenek var. Filipinler’de ağırlıklı olarak deniz mahsulleri yemekleri tercih ediliyor. Yengeç ve ıstakozu her lokantada uygun fiyata bulmak mümkün.
Yazının Devamını Oku

Ecevit veliahdı olmamı istedi

25 Nisan 2006
Yüksek eğitimin ülke çapında yaygınlaşması amacıyla Açık Öğretim Fakültesi Projesi’ni başarıyla hayata geçiren, günümüzde de Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanlığını başarıyla sürdüren Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen, Bülent Eecvit’le olan yakınlığını Yener Süsoy’a anlattı. Bülent Ecevit’in bunca yıl yakınındasınız, sizi çok da sever. Buna rağmen hiç mi sizi veliahdı olarak görmedi?

- Bülent Bey, son kurultayda partiyi Zeki’ye devretmeden iki hafta önce beni Oran’daki yeni evine davet etti. Atladım gittim, kapıda Rahşan Hanım’la birlikte karşıladı. Yerlerimize oturur oturmaz, Bülent Bey "Ben ve Rahşan parti yönetiminden ayrılıyoruz. DSP’yi size teslim etmek istiyoruz" dedi. Hiç beklemediğim, aklımın kıyısından geçmeyen bir şeydi, çok şaşırdım. "Teşekkür ederim, lütfettiniz ama, teklifinize hazırlıksız yakalandım. Partide bunca siyasi tecrübeli arkadaşımız varken niçin ben" dedim. "Biz sizi uygun görüyoruz, ayrıca birçok partili arkadaşımız da bizimle aynı görüşte" dedi. Baktım ki kesin kararlılar, "Azınlıkta bir belediye başkanıyım. Ayrılırsam Eskişehir’i AKP’ye teslim etmiş olurum" dedim. Ecevit ısrarlı "Eskişehir kayba uğrar ama, bu Türkiye meselesi" dedi. "İzin verirseniz, Eskişehir’e dönüp eşimle konuşayım" deyip ayrıldım.

Ne dedi, 41 yıllık eşiniz sevgili Seyhan Hanımefendi?

- Çok zor karar verilecek bir hadise, Yenerciğim. Bülent Bey’le görüşmemizden bir hafta sonra tramvayların teslimat töreni için Innsbruck’a gittim. Otelde Rahşan Hanım aradı. "Kurultaya karar verdik, Bülent Bey sizi genel başkan olarak anons edecek" dedi. "Bülent Bey’e evvelden veliahdının kim olacağını soruyorlardı. O da ’Parti içinde o kadar çok insan var ki, veliaht göstermeme gerek yok’ diyordu. Acaba sayın genel başkan bu sözüne ters düşmüş olmaz mı" dedim. Rahşan Hanım "Evvelki gün İstanbul kongresi yapıldı, eğer Bülent bir aday göstermezse çok aday çıkacak ve partide parçalanma olacak" dedi. Viyana’ya geçtim. Viyana’dayken bu sefer Bülent Bey telefon etti. Türkiye’ye döndükten sonra kararımı vereceğimi söyledim. Geldim ve kendisini arayıp beni bağışlamasını rica ettim. Ben hep siyaset yerine, daha yararlı olduğuma inandığım akademisyenliği tercih ettim.

Özal kaçak çanak anteni destekledi

RTÜK başkanıyken Özallar’ın çanak antenleriyle de hayli uğraştınız.

- Ben RTÜK başkanıyken Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal, Tunca Toskay’la birlikte Magic Box şirketini kurmuştu. Londra’dan Türkiye’ye yönelik kaçak yayın yapıyorlardı. Anayasa özel sektöre televizyon ve radyo kurma yetkisi vermemişti. Magic Box’ın yayınlarını izlemek için her yerde çanak antenler kuruluyordu. Özal hükümeti çanak anten politikasını arkadan arkaya destekliyor, belediyeleri teşvik ediyordu. Kurul üyesi Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer ve Prof. Dr. İsmet Giritli hocalarımın desteğiyle bu kanunsuzluğa karşı savaş açtım. Savcılığa suç duyurusunda bulundum, çanak anten kullananların hepsini mahkemeye verdim. Savcılar sıkıştı, bir tarafta Turgut Özal, bir tarafta ANAP hükümeti.

Çanak antenlerle uğraştığım için Özal çok bozuluyor olmalıydı bana. Bir gün telefon geldi; "Ben Turgut Özal, nasılsın Büyükerşen? Sen bizim Ahmet’in çanak antenleriyle kanuna aykırı diyerek epey uğraştın. Bu yüzden senin de dahil olduğun rektör atamalarını 25 gündür imzalamıyordum. Ama, sonunda aklım hislerimi yendi, şimdi imzaladım. Gözlerinden öperim, senden daha nice hizmetler bekliyorum" dedi.
Yazının Devamını Oku

Mumya müzesindeki Atatürk yüzünden heykeltıraş oldum

24 Nisan 2006
Eskişehir, 1933: "Şehir: 32 bin 103 nüfuslu ve 8 bin 500 haneli olup, bütçesi 174 bin 228 liradan ibarettir. Şehir dahilinde 93 km yol olup, 930 metresi parke, 2600 metresi şose, 38,5 kilometresi de adi kaldırımdır. Temizlik işi, 38 amele ve 22 araba ile icra olunmaktadır.

Belediyece idare olunan mezbahada günde vasati olarak 80 koyun ve 8 sığır kesilmektedir. Şehirde 1 lise, 11 ilk mektep, 3 hastane, 1 dispanser, 6 hamam, 4 eczane, 2 kütüphane, 100 mağaza, 8 lokanta, 5 gazino, 1 tiyatro, 2 sinema. 30 han, 9 otel vardır." Eskişehir 2006 ise anlatmakla bitecek gibi değil, mutlaka kendi gözlerinizle görmelisiniz. Porsuk’ta tekne gezintisi yapın, operada "La Traviata"yı izleyin. Tramvaya binin, Köprübaşı’nda inip heykellerle bezeli köprülerden geçin. Gürdal Abacı’nın "222 Park"larında ya da "Hayal Kahvesi"nde yiyip, içip eğlenin. Yunus Emre’yi, Nasrettin Hoca’yı koklayın, Haller’de bir kahve molası verin. Bilin ki, gördüğünüz, görmediğiniz çağdaş yeniliklerin tümü Büyükşehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen’e ait. Gece gündüz, dur durak demeden çalışan başkanın, en büyük destekçisi Seyhan Hanım. Akademiden sınıf arkadaşı, sevgilisi, 41 yıllık eşi Seyhan Büyükerşen, 12. ve 13. dönem CHP Eskişehir Milletvekili Şevket Asbuzoğlu’nun kızı. Büyükerşen çiftinin Yaprak ve Burcu adlı kızlarından birer de kız torunları var. Sevgili Büyükerşen’le Vişnelik’teki evinde başladık konuşmaya, sonra düştük yollara. İşte Eskişehir’deki 2 gün, 2 gecenin özeti.

Kendinizi heykeltıraş olarak kabul ediyor musunuz?
- Heykeltıraşlar bana kızıyor, "mankenci" diyorlar ne demekse. Bugüne kadar heykeltıraş olduğumu hiç söylemedim, ben maliye hocasıyım. Karikatürcüyüm, iyi de resim yaparım, ama hiçbirisi değilim. Doktora asistanıyken 1966’da bir seneliğine Londra’ya gönderildim. Birkaç arkadaşla ünlü Madame Tussauds balmumu mumya müzesini geziyoruz. Bir baktım Makarios’un karşısına Atatürk diye bir heykel koymuşlar. Fevkalade çirkin, yakışıksız bir adam. Müzenin üst düzey yetkilisine çıkıp anlattım, "Bize göre Atatürk o" deyip tersledi. Bu bana çok koydu; Türkiye’ye dönünce durumu sanatçı arkadaşlara anlattım. Hepsi bizde o tekniğin olmadığını, Kenan Yontunç’un denemelerinin de başarılı sonuç vermediğini söyledi. O yüzden heykele merak sardım; yapılamazlar beni tahrik eder çünkü. O sırada bir heykel çalışması için akademide olan Şadi Çalık’tan çamurun sırlarını öğrendim. Tekrar Londra’ya gittim, doğru Madame Tussauds Müzesi’ne. Bodrum katında gezerken yerde bir mum parçası buldum. Dönünce bizim kimyacılara tahlil ettirdim, içinde parafinden başka maddeler de varmış. Tahtakale’den renkler, pigmentler alıp o kimyasal karışımı aynen yaptık. Perukçu Şevket’e gidip saç seçiyordum, tek tek saç dikmeyi de öğrendim.

- Atatürk’ün boyu gençliğinde 1.71’miş, yaşlandıkça 1.69’a inmiş. Koç ailesi Madame Tussauds’daki Atatürk’ün balmumu heykelini yeniden yaptırmaya karar verince benden ricada bulundular. Müzenin heykeltıraşı Steve’le baştan sona birlikte çalıştık. Özellikle göz, kulak, burun ve bakışını ben çalıştım. Atatürk’ün sol gözünde şehlalık vardır, karşısında olduğunuz zaman, hangi gözüne bakacağınızı şaşırırsınız. Saçı Şişli’deki müzede iki cam arasında kırpıntı şeklinde var. Çok parıl parıl sarı değil, normal insan sarısının biraz ağarmış hali. Saçları Londra’dan aldım, özellikle İrlanda ve İskoç menşeli olanlar çok iyi. Gözleri Almanya’da bir köydeki küçük bir fabrikada buldum. Aynı karakter, aynı renk, hem sağ hem sol protez göz yapan tek orasıydı. Gövdeyi çamurdan yapıyoruz, alçı kalıp aldıktan sonra fiberglastan yapıp elbise giydiriyoruz.

Yazının Devamını Oku

Taze baklayı yiyince keklik gibi sekiyorum

17 Nisan 2006
Gregoryen Takvimi’nin 101. günü olan 11 Nisan, Parkinson hastalığını bulan İngiliz doktor James Parkinson’un doğum günü. Bunun içindir ki, 11 Nisan "Dünya Parkinson Günü" olarak ilan edilmiş. Sevgili Durul Gence aklıma geldi, birkaç yıldır başı Parkinson’la dertte. Telefon ettim "Ne haber, Melda nasıl, sevgili kızın Elvin nasıl" diye. "Herkes bomba gibi, ben de bomba gibiyim" deyip bastı kahkahayı. "Çıkar ağzından şu baklayı" dedim. "Tam üzerine bastın, sağlığımın sırrını taze baklada buldum. Beni bakla ayağa kaldırdı, inanmazsan gel de gör" dedi. Ver elini Ankara, Gazi Osman Paşa Kırlangıç Sokak’taki 5 No’lu tripleks villa. Eskiden kapıda "Gence Çocuk Yuvası" yazardı. Şimdi bir de "Durul Gence Sanat Kursları" tabelası asılmış. Müzikten resme, klasik baleden Latin danslarına, pilatesten aerobiğe, yogaya kadar ne istersen var. "Ritim Atölyesi" yazılı kapıyı açtım, Durul baterisinin başındaydı. Kucaklaştık, bir daha kucaklaştık. Hey gidi Durul Gence hey... Gözün kör olsun Parkinson, e mi?../images/100/0x0/55eb4f69f018fbb8f8b90531

Durul’la Sheraton Ankara Oteli’nin "Brasserie One" restoranına gittik. Yürürken ayakları sürüyor, sol kolu titriyordu. Durul, kendine çorba, yeşil salata ve yoğurtsuz zeytinyağlı bakla söyledi. İyice duygusal olmuştu, eski günleri anarken hemen gözleri sulanıyordu. İki saat sonra yemekten kalktığımızda bir mucizeye gözlerimle tanık oldum. Aynı Durul keklik gibi sekiyordu, titremelerden eser yoktu.

- Şaşırma Yenerciğim, sakin ol. Parkinson teşhisi konulduğunda hayatım altüst oldu, neredeyse depresyona girecektim. Ama, zaman geçtikçe onunla yaşamayı, savaşmayı öğrendim. Bir dostumuzun tavsiyesiyle taze baklayı keşfettim ve hayatım değişti. Beni kollarımdan çeken sırtımdaki maymun, taze bakla yedikten sonra kayboluyor. Kuru bakla ve favanın hiçbir faydası yok, illa tazesi olacak. Melda ve evimizdeki bakıcı kadın her gün benim için zeytinyağlı taze bakla pişiriyor. Zeytinyağlı taze baklayı üzerine yoğurt koymadan yedikten 2 saat sonra bütün titremeler, kasıntılar kayboluyor. Yaklaşık 4 saat huzur içindeyim, keklik gibi sekiyorum, kızımla dans ediyorum. Taze bakla, bana Parkinson olduğumu unutturacak kadar iyi geliyor, o gece çok iyi uyuyorum. Bir de bakla çayı varmış, onu da bulup denemek istiyorum.

- Temel Reis ıspanak yedikten sonra ne hale geliyorsa, ben de öyle oluyorum. Sen de kendi gözlerinle şahit oldun, şaşkınlıktan dilini yutacaktın. Melda bütün bunları her gün gözleriyle gördüğü halde, hálá bana inanamıyor, bilimsel açıklama bekliyor. Bu hastalık hayat boyu tedavi ve bakım gerektirdiği için, benim kadar sevgili eşim Melda ile biricik kızım Elvin’in psikolojilerini de olumsuz etkileyebilirdi. Ama hem onlar, hem de bütün yakınlarım benim en büyük desteğim oldu. Hareketlerim biraz yavaş ama, şimdilik kendi işimi kendim yapabiliyorum. Bateri ve öteki ritim aletlerini çalarken biraz ağrım oluyor ama, yine de çalabiliyorum. Ailemin yardımı ve kendime olan güvenle, Parkinson’un üstesinden geleceğime inanıyorum. İlaçlarımı muntazaman kullanıyorum, fizik tedavimi de eksik etmiyorum.

Temel Reis gibiyim

Türk pop müziğinin ünlü bateristi Durul Gence, eşi Melda Hanım’ın pişirdiği zeytinyağlı baklayı yoğurtsuz yediği zaman Parkinson hastalığıyla ilgili sorunlarının 4-5 saat süreyle yok olduğunu söylüyor. Durul Gence, Yener Süsoy’a "Temel Reis’in ıspanağı varsa, benim de baklam var. Ama taze olacak. Kurusu ve favası işe yaramıyor" diye konuştu. (Fotoğraflar: Sinan ÖZBALKAN )

Günde 250 gram bakla iyi gelir

Parkinson Hastalığı Derneği Başkanı Prof. Dr. Önder Akyürekli, 1942 İzmir doğumlu. 1977’de Türkiye’nin ilk "Nöroloji Yoğun Bakım Ünitesi"ni Ege Üniversitesi’nde kurdu. 24 yıldır Parkinson ve Hareket Bozuklukları ve Nörootoloji-Nörooftalmoloji Ünitesi’nin yönetimini sürdürüyor. Hocam, ne diyorsunuz Durul Gence’nin bakla savaşı için?

- Taze bakla, önemli ölçüde "Dopamin"in öncül maddesi olan "L-Dopa" içeriyor. Taze baklanın 40 gramında 135 gram L-Dopa var, çok yüksek. Yoğurtsuz olmak kaydıyla günde 250 gram zeytinyağlı taze bakla yiyen hastanın bozulan hareketleri düzelebiliyor. Ama bakla asla tek başına ilaç değildir, normal Parkinson hastalığı ilaçlarıyla birlikte alınmalıdır. Ayrıca taze baklanın fazla yenmesi, hastalarda istem dışı huzursuz hareketlerin çıkmasına neden olabiliyor. Parkinson hastalarının yiyeceklerinin iyi ayarlanması gerekir. Dopamin ilaçları, aç karnına ve bol su ile alınmalıdır. Proteinli gıdalar ilaçların mideyi terk etmesini geciktirdiği gibi, beyindeki etkileri azalır.

Bu nedenle hasta, proteinli gıdaları akşamları ilaç alımından 1-1,5 saat sonra yemelidir. Geçtiğimiz yıllarda, sigara içenlerin Parkinson’a yakalanma risklerinin, içmeyenlere göre daha düşük olduğu yolunda yayınlar vardı. Sigaradaki nikotinin, beyinde eksilmiş olan Dopamin düzeyini arttırdığı ileri sürülüyordu. Ancak son bilimsel araştırmalar, sanılanın tam tersine sigaranın son derece zararlı olduğunu kanıtladı. Sigaranın sağlık için son derecede zararlı olduğu, birçok ölümcül hastalığa yol açtığı zaten kesin olarak belirlenmiş durumda. Son yıllarda kahve ve yeşil çayın Parkinson’a karşı koruyucu etkisinin olabileceğine dair veriler elde edildi ama, henüz kesin değil.

Ölümcül bir hastalık değil

- Parkinson hastalığı, beyinde hareketlerle ilgili hücrelerin hızlı yaşlanmasıdır. Hayatı etkilediği halde, yaşamı tehdit etmez, ölümcül değildir. Parkinson, beyinde "Dopamin" adlı maddenin yapıldığı sinir hücrelerinin kaybı ya da dejenerasyonu sonucu ortaya çıkar. Eksilen Dopamin’i yerine koymak için ağızdan veya damardan verildiğinde bariyerleri aşıp beyne geçemiyor. Onun yerine, engeli aşan ön maddesi L-Dopa verilir. Hastalık genellikle çok sinsi ve yavaş biçimde başlar. Hastalar çoğu zaman hastalığın başlangıç tarihini kesin olarak söyleyemez. Çoğunda ilk belirti, bir el veya el parmağında titremedir. Kimi hastada ilk belirti yazı yazarken harflerde küçülme veya yüzde donuk ifadedir. İstirahat halinde görülen "tremor" yani titreme, saniyede 3-7 vuruşludur. Her titreme de Parkinson hastalığı anlamına gelmez. Parkinson’un nedeni kesin bilinmemekle birlikte, yüzde 5 kadar genetik yönü vardır. Hareket bozukluklarının belirmesinden 3-4 yıl önce çoğu hastada koku hissi kaybolur. Bazılarında ise yıllar önce uykunun rüya dönemlerinde huzursuzluk, bağırıp çağırma, yanındaki eşine vurma, yataktan düşmeler olur.

Tenise, futbola devam

- Parkinson hastalarında tıbbi tedavinin yanı sıra, fizik tedavi, beden eğitimi de çok önemlidir. Fiziksel olarak zinde olan hastaların uzun hastalık seyriyle daha iyi başa çıktıkları bilinen bir gerçektir. Hastalar normal hareket açıklığına kavuşmak amacıyla, tüm eklem ve kaslarını her gün kısa sürelerle çalıştırmalıdırlar. Bu çalışmaların hastayı aşırı derecede yoracak kadar ağır olması ya da uzun sürmesi şart değildir. İsterse, sabit duran bisiklet ya da kürek çekme aletlerinden yararlanabilir. Eskiden beri yapmaktan hoşlandığı tenis, futbol gibi faaliyetleri varsa, bunları sürdürmelidir. Çünkü, bu tür sporlarda öğrenilmiş hareketler, içgüdüsel olarak yapılan hareketlere oranla Parkinson’dan daha az etkilenir.
Yazının Devamını Oku

Çin malları neden ucuz

11 Nisan 2006
Çin Halk Cumhuriyeti’nin Ankara Büyükelçisi Song Aiguo, arkadaşımız Yener Süsoy’a Çin mallarının ucuz olmalarının yanı sıra kaliteli olduklarını söyledi. Song Aiguo, "Çinli ustalar becerikli ve yeteneklidir. İşçilik de size göre daha ucuz. Bu nedenle kaliteli ve uygun fiyatta mal üretiyorlar" dedi. İnanılmaz ucuzluğunuzla tekstil başta olmak üzere birçok konuda sanayicilerimizin canına okuyorsunuz. Hani Orta Asya’dan ata dostuyduk?

- Ticaretin kendi kuralları var, Çin malları da o kurallar çerçevesinde geliyor. Çin mallarının Türkiye’ye gelmesi normal karşılanmalı, serbest pazar ekonomisi. Dünya Ticaret Örgütü’nün asıl amacı, dünya ekonomisini bütünleştirmek ve liberalleştirmek. Çin malları neden ucuz diyorsunuz, bunun birkaç sebebi var. Bunların en başında, Çinlilerin çok çalışkan olmaları geliyor. Kişi başına düşen milli gelir düşük olduğu için işçilik nispeten ucuz. Bunların yanı sıra, Çinli ustalar çok becerikli ve yetenekli, onun için iyi mallar üretiyorlar. Çin’de çok büyük bir sanayileşme hamlesi var, ülkemize oluk gibi yabancı sermaye akıyor. Yabancı sermayeyle birlikte gelen becerilerden de yararlanıyoruz. Geri teknolojiyle çalışan tekstil tesislerimizin hemen hepsini 1990’lı yıllarda saf dışı bıraktık. Üretim sayısı çok olunca birim başına düşen maliyet çok azalıyor. Çin malları kalitesiz olduğu için ucuz değil, tam tersine çok kaliteli. Türkiye’de üretilen otomobillerin ucuzu da var, pahalısı da. Ucuz olanların kalitesiz olduğunu söyleyebilir misiniz? Hayır, çünkü her ürünün maliyeti farklıdır. 2001 yılında Çin’le Türkiye arasındaki ticaret hacmi ancak 1 milyar ABD dalarıydı. Geçen sene bu rakam Türk makamlarının verdiği bilgilere göre 7 milyar ABD dolarına yükseldi.

DÖNER, ÇİN’DE DE ÇOK MEŞHUR

Bunca yıldır Türkiye’deyim, Güneydoğu Anadolu’ya hiç gitmedim. Çünkü ne zaman bir meslektaşım o bölgeye gitse, bazı yetkililer "Büyükelçilerin orada ne işi var" diye konuşuyor. Onun için gitmeye çekiniyorum ama, çok da merak ediyorum.

Antalya’ya yazları sık gidiyorum, gerçekten bir cennet. Bodrum iklim olarak Antalya’dan daha güzel ama, yaşantısı bana göre değil.

Türk mutfağının başta enginar olmak üzere bütün zeytinyağlı yemeklerine tutkunum. Döner ve tandır, biz Çinlilerin ağız tadına çok uygun. Döner son zamanlarda Çin’de çok meşhur olmayla başladı.

"Ilgaz Anadolu’nun Sen Yüce Bir Dağısın" adlı şarkınız bizim Çin’de çok meşhurdur. 1980’li yıllardan itibaren neredeyse her Çinli bu şarkının en azından melodisini bilir.

Türk müziğini dinlemeyi çok seviyorum, hanımlardan en çok Emel Sayın’ı beğeniyorum. İbrahim Tatlıses de gerçekten tatlı bir ses. Sinemadaki favorim ise hálá Kemal Sunal.
Yazının Devamını Oku

Mustafa Kemal denince Çin’de akan sular durur

10 Nisan 2006
Çin Halk Cumhuriyeti’nin Ankara Büyükelçisi Song Aiguo bence Çinli değil, kendini Çinli sanan bir Türk. Bir Çinli bu kadar güzel Türkçe konuşabilir mi, bu kadar iyi Türkçe yazabilir mi?

"Hava atmak", "Gaza gelmek" gibi kelimeleri nasıl bilebilir? Atatürk’ü, Nutuk’u, devrimleri ezbere nasıl anlatabilir? Siz hiç "Şu Çılgın Türkler"i okuyan bir Çinli tanıyor musunuz? Sadece o mu, şu anda Pekin’de olan eşi Wang Jin ile biricik oğlu Song Sia da aynen öyle. Aslında ona "Song Bey" diye seslenmeliyiz. Büyük salona geçip uzun uzun sohbet ettik Song Bey’le. O arada öğrendim ki Büyükelçi, Çin kemanı olarak bilinen "Erhu"nun yaman bir ustası. Erhu, yaklaşık 80 santim uzunluğunda bir sap, iki tel, çay bardağı şeklindeki gövde ve at kıllarından yapılan yaydan oluşuyor. Çinlilerin "Yemeklerle beslenmek ilaçlarla beslenmekten iyidir" diye bir atasözü var. Song Bey de bize bunu harfi harfine uyguladı. "Rezidansta böyle bir ikramı ilk kez size sunuyorum" diyerek. Gerçekten muhteşem ve yüzde yüz Çin sofrasında, kelebek biçiminde kesilmiş füme somon ve denizanası kabuğundan oluşan ordövrle başladık yemeğe. Ardından balık köftesi çorbası, buharda karides, tatlı ekşi levrek balığı, beş çeşit sebzeli dana eti, sarmısaklı fasulye, Çin mantısı ve son olarak da yapışkan pirinçten yapılan inci suşi tatlısı geldi. Onların da ardından karışık meyve ve nihayet yeşil çay. Sonra acele İstanbul’a dönüş, bilgisayarın başına geçiş ve bu söyleşiyi yazış. Sözlerimi bir Çin atasözüyle bağlayayım: "Tanrım, değişebilecek şeyleri değiştirebilmem için bana güç ver. Değişemeyecek şeyleri kabullenmem için sabır ver. Bu ikisini birbirinden ayırt etmek için akıl ver."

Taksi şoförlerinden garsonlara, dönercilere kadar herkes Çince öğrendi, Türkiye Çinli turistlerle dolup taşacak diye. Yıllar geçti, ne gelen var, ne giden...

- Türkiye ile 2000’de imzalanan turizm anlaşmasından sonra vatandaşlarımız, Türkiye’ye sıklıkla gelmeye başladı. 2003’te Türkiye’ye gelen Çinlilerin sayısı 30 bin civarındaydı. 2004 yılında 35 bin oldu, geçen sene ise 80 bini geçti. Bunu biz de kafi görmüyoruz, rakamlar kısa zamanda çok daha artacak. Türkiye’de kişi başına düşen milli gelir 5 bin oldu, bizde ise 1700 dolar civarında. Demek ki Türkiye Çinliler için o kadar ucuz bir ülke değil. Biz Avrupalılar gibi dış seyahatlerimizi yıllar, aylar öncesinden planlayamıyoruz. Erken rezervasyon yaptırma imkanı olmadığı için, Çinli turistin konaklama ücreti Avrupalıdan daha yüksek oluyor. Ayrıca Türkiye’nin turistik ve kültürel tanıtımının Çin’de daha geniş yapılması şart. Çinli İstanbul’u bilir, Anıtkabir orada olduğu için Ankara’yı da bilir. Ama Ege’nin incisi İzmir’i tanımaz, turizm cenneti Antalya’yı hiç bilmez. Çinlilerin dış seyahat yapmaktan amacı, denize girmek değil, kültür turizmi yapmaktır. Bu yüzden, özellikle İstanbul ve İzmir bizim için çok cazip ama, fiyatlar pahalı. Türk Hava Yolları’nın haftada 5 gün olan Şanghay ve Pekin seferlerini her güne çıkarması da çok iyi oldu. Bildiğim kadarıyla bu uçaklarda yer bulmak haftalar öncesinden bile büyük bir mesele.

Atatürk’ün Çin’de özel bir yeri var

Yazının Devamını Oku

Atatürk’e Mekke’de defalarca dua ettim

28 Mart 2006
Kanal D’deki "Yaşama Dair" programının sevilen sunucusu İkbal Gürpınar, acılarla geçen ilk gençlik yıllarını Yener Süsoy’a anlattı. "Gülmek, karşısındaki insana enerji aktarmaktır" diyen Gürpınar, iki kere umreye gittiğini, orada diğer Müslüman ülke kadınlarının durumunu görünce Atatürk’e tekrar tekrar dua ettiğini söyledi. "Çarşaf içinde, peçe altında ve kafes arkasındaki Türk kadınını artık tarihlerde aramak lazım gelecektir. Siyasi hayatla, belediye seçimleriyle tecrübe kazanan Türk kadını, bu sefer de milletvekili seçme ve seçilme suretiyle haklarının en büyüğünü elde etmiş bulunuyor. Medeni memleketlerin birçoğunda, kadından esirgenen bu hak, bugün Türk kadınının elindedir ve onu salahiyet ve liyakatle kullanacaktır." Atatürk-1935

- Nasip oldu iki kere umreye gittim. Mekke’de Atatürk’e çok dualar ettim. Çünkü oradaki kadınların perişanlığını gördüm. Suratlarını demir parçalarıyla kapatmışlardı, inanılmaz. Sordum; "Mecburuz, kocalarımız böyle istiyor, bizim söz hakkımız yok" dediler. İçim kalktı, bir insan kendini ancak bu kadar çirkinleştirebilirdi. İyi ki bizim Atatürkümüz var, nurlar içinde yatsın. Demin bir ara bana "Sizin için Fethullahçı diyorlar" dediniz. Vallahi onun ne demek olduğunu bile bilmiyorum. Ben çok inançlı bir insanım ama, asla takiye yapmam. Fethullah Gülen’i hayatımda görmedim, konuşmadım. Sadece bana "Kalbin Zümrüt Tepeleri" diye imzalı bir kitap gönderdi. Belki de STV’de program yaptığım için böyle yakıştırma yapıldı. Ailemde tarikat mensubu yok, babam ilahiyat mezunu tefsir ustasıdır. Eskiden içki içerdim, geçirdiğim bir trafik kazasından sonra bıraktım, beş vakit namaza başladım. Başıma gelen badireleri inançlı olmam sayesinde atlattım. İnsanlar bana nasıl etiket takarlarsa taksın, gerçek hayatımda neysem, ekranda da oyum. Her tarakta bezim var, hayatı keyifle yaşıyorum. Hallacı Mansur’un "Enel Hak"kına çok inanıyorum. Biz gerçekten Allah’ın birer parçasıyız, bize o kadar yetenekler vermiş ki. Bu yetenekleri göstermemizi istiyor, biz ise köşeye çekilip paslanıyoruz.

Eskiden kekemeydim

Eskiden kekemeydim, heyecanlandığım zamanlar asla konuşamıyordum. Köpekler saldırmıştı bana, sol dizim paramparça olmuştu. Bir de öğretmenim çarşafla korkutunca tam oldum. Çok şükür, artık o günler geride kaldı, tevekkül sahibi oldum.

Yener Bey herkesi affettim, kimse beni üzemez artık. Çok rahatsız olduğumda bir duş alırım, bütün sinirim, stresim geçer. Giderim musluğun altına elimi tutarım, dakikalarca hiçbir şey yapmam. Su akar gider, bendeki stresi de alıp götürür. Toprağa dokunup elektriğimi boşaltırım. Üç haftada bir mutlaka Ankara’daki Türk hamamına gidip kendimi kesecim Kiraz’a teslim ederim.
Yazının Devamını Oku

Bir Türk kadını

27 Mart 2006
Sunucu İkbal Gürpınar, yaşadığı acıları Hürriyet'e anlattı: Eşim balayımıza sevgilisini de davet etmiş. Böyle diyor Nazım Hikmet. İkbal Gürpınar ise hafta içi her gün Kanal D ekranlarından izleyicilerine "Yaşamaya Var mısın" diyor. Sürmeli gözlerinin, elma yanaklarının, kiraz dudaklarının en içlerine kadar gülerek... "Yaşama dair" ne varsa dinliyor, anlatıyor. Ne demiş sevgili Can Yücel:

Çiçek sulandığı kadar güzeldir / Kuşlar ötebildiği kadar sevimli / Bebek ağladığı kadar bebektir. /images/100/0x0/55eadfb4f018fbb8f89c2fea

Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin / bunu da öğren / Sevdiğin kadar sevilirsin.

İkbal Gürpınar’la Çırağan Palace Kempinski’de Boğaz’ın ayaklar altına serildiği en kral odalardan birinde konuşuyoruz. Birazdan kendisinden 5,5 yaş küçük çiçeği burnunda eşi, makine mühendisi Burhan Karagözlü ile Koç Üniversitesi’nde okuyan oğlu Alper de aramıza katılacak. Bu arada otelin iki sempatik yöneticisi Eyüp Babür ile Levent Topçuoğlu bizzat gelip hoş geldiniz diyecek. Sonra İkbal Gürpınar bir başlayacak anlatmaya, zamanın nasıl aktığını anlamayacaksınız. Meğer o gülen gözlerin, tatlı dillerin gerisinde ne dramlar varmış, şaşacaksınız. Hatta ağlayacaksınız, isyan edeceksiniz. Uzatın elinizi, Hatice İkbal Sönmez Gürpınar’la bir yolculuğa çıkarayım size. İnişli çıkışlı, sevinçli, hüzünlü, heyecanlı, huzurlu bir yolculuğa. Hazır mısınız?

Bir programınızda "Dar kapıdan geçmeyince insan başarılı olmaz" dediğinizi hatırlıyorum.

- Bravo, çok doğru, ben de o dar kapılardan geçenlerden biriyim. Beni doğar doğmaz çocuğu olmayan bir akrabamıza vermişler. Ama onlar beni çok çirkin bulup geri göndermiş, yengem anlatmıştı. Hiç anne sütü emmediğimi iyi biliyorum. Ablam evlenene kadar ailem benim farkında değildi. Babam zorla beni Kırıkkale İmam Hatip Lisesi’ne yazdırdı. Şimdi bir sürü insan bana alkış tutuyor, "Ne güzel hem bu işleri yapıyorsun, hem de dinini biliyorsun" diye. Babam ilahiyat mezunu, bana imam hatibin ekstra kattığı bir şey yok ki. İlk sene erkeklerle ayrı sınıflardaydık, başımız örtüktü. Sonra Kenan Evren bir yasak çıkardı. Kızlarla erkekleri karıştırdılar, başımızı açtılar. Ben ilkokul 3’te başımı kapatmıştım zaten. Babam 1978’de hacca gitmişti, bir arkadaşı dedi ki "Babası hacca giden kızlar başlarını örterlerse, onlar kadar sevap kazanır." Benim de bu hoşuma gitti, sevap yazılsın diye başımı örttüm.

O zamanlar Kırıkkale’de hoşlandığım bir çocuk vardı. Sadece pencereden bakışma, başka ne olabilir ki? Babam bir gün bizi görmüş. "Seni vermiştim, bu iş burada bitecek" dedi. Orta’yı bitirince, babam beni rızam olmadan İzmir’deki yaşayan akrabasının oğlu Osman’a verdi. Nişanlımın ailesi, gözlerinin önünde büyümem için İzmir Fatih Koleji’nde yatılı okumamı istedi. Hafta sonları onlara evci çıkıyordum, hizmetçilik yapmak için. Millet sinemaya, tiyatroya giderken ben temizlik yapıp yemek pişiriyordum. 2. sınıfta babam aniden ayırdı beni nişanlımdan. Tabii, o vermişti, ancak o ayırabilirdi ya. Sebep, nişanlım babamın karşısında ayak ayak üstüne atmış.

HEMEN BOŞANMAK İSTEDİM

"Evlilik geleneksel olarak kadınlara sunulmuş tek gelecek. Birçok kadın ya evlidir, ya bir zamanlar evliydi, ya da evli olmadığı için acı çekiyordur." (Simone De Beauvoir)

- Nişanlımdan ayrıldıktan sonra İzmir’de bir yıl daha okudum. Fizik, kimya, matematikte TÜBİTAK öğrencisi oldum, yarışmalara hazırlanıyordum. Çok başarılı olduğum için ödül olarak Halley Kuyrukluyıldızı’nı bile göstermişlerdi. 1986’nın 19 Mayıs’ında tatil için Kırıkkale’ye geldim. Baktım bizim evde annemin akrabası misafirler var, hoş geldiniz deyip odama geçtim. Meğer o gün geleceğimden haberleri varmış, bana görücü gelmişler. Okumak istediğimi söyleyip itiraz ettim ama, nafile. "Seni okutmayacağız, ya bununla evleneceksin ya da evde oturacaksın" dediler. Dediklerini çaresiz, içim kan ağlasa da yapmaya mecburdum. Eşim TED Ankara Koleji mezunu inşaat mühendisiydi. O kolej /images/100/0x0/55eadfb4f018fbb8f89c2fecmezunu bir mühendis, ben ise lise 2’den terk biri. Uyum sağlayamayacağımız baştan belliydi. İlk defa size anlatıyorum, eşim balayımıza sevgilisini de davet etmiş, düşünebiliyor musunuz? Bunu duyar duymaz boşanmak istedim, ailem asla kabul etmedi. Annem de, babam da "Ancak kefen ayırır" dediler. Hamile kaldım, kocama müjde vereyim dedim. Telefonda kükredi; "Hemen aldıracaksın onu" diye. Ama kürtaj olacak param yoktu. Anneme söyledim; "Günahtır, asla aldırtmayız" dedi. İyi ki de aldırtmamışım. Ve işte böylelikle benim biricik oğlum Alper doğdu. "En karanlık an, şafak sökmeden hemen önceki andır" sözüne inanıyorum.

Kahkaham yüzünden TRT’den kovdular

- Kahkahalarım yüzünden TRT’den kovuldum Yener Bey. Ayrıca, biz programda kadınların cinsel sorunlarını da çok açık konuşuyorduk. Türk kadını değil köyde, şehirde bile bir erkek doktora gidip kendini ifade edemez. Onun için ben onların soramadığı her şeyi soruyordum. Burası devletin kanalı olduğuna göre, amaç halkı bilgilendirmek değil mi? Bu yüzden de birkaç kere uyarı aldım. Bölüm müdürümüz Muhsin Yıldırım, bana "Çok kahkaha atıyorsun, çok yırtınma. Halk seni STV’deki gibi görmek istiyor. Programda cinsel konular yer almasın" dedi. Ben de "Oradaki program kan, gözyaşı programı. Burada sabah programı yapıyorum, insanlara enerji vermeliyim. Ayrıca ben neşeli bir insanım" diye cevap verdim. Ayrıca göğüs çatalının görünmesi ve mini etek de yasaktı. Bu arada program yapımcımıza da "Emre Kongar, Sunay Akın, Turgut Özakman’ı bir daha asla programa çıkarmayacaksınız" dedi. TRT’den fatura karşılığı ayda 18 bin YTL alıyordum.

YARIN: MEKKE’DE ATATÜRK’E DUA ETTİM
Yazının Devamını Oku