Yasemin Boran

Yasemince

14 Haziran 1998
Kaybolan kültürlerKaybolmak, ne hüzün verici bir kelime. Sanki bir daha hiç karşılaşmayacak, hiç görmeyecekmişsin gibi bir duyguya kapılıyorsun. Ve insanın aklına hemen sevdikleri geliyor. Ya da varlığından mutluluk duyduğu ne varsa, o geliyor. Kaybolmak sözcüğü, sanki bütün bunları yitirecekmişsin gibi hissetmeye neden oluyor. Ve tam o anda içinden, taa derinlerden bir şeyler kopuyormuş sanıyorsun. Sanki seni sen yapan ne varsa, adlandıramadığın ama bildiğin şeyler seni terk ediyor da, sen de bomboş, boş bir çuval gibi hissediyorsun kendini. Daha doğrusu bana böyle oluyor. Hiçbir şey beni ‘‘Kayıp’’ duygusu kadar demoralize etmez. Hem de düşmanım bile olsa, hiç sevmediğim ya da aklımdan hiç geçirmediğim, o güne kadar öğrenmediğim bir şey bile olsa, kaybolacak olan şey kadar. İşte o anda moralim bozuldu demektir. Değil mi, ki artık olmayacak, işte bunu bilmek beni kahrediyor. İyi de önceden var olduğunu bilmediğin bir şeyin yok olmasından niye etkileniyorsun, diyebilirsiniz. Fakat, o dakikaya kadar varlığından haberim olmasa bile ‘‘şimdiye kadar böyle bir şey vardı ve falan nedenlerle kaybolacak, artık olmayacak’’ dedikleri andan itibaren haberim olmuş oluyor ve şimdiye kadar var olan bir şeyin yok olacağını öğrenmekten büyük bir üzüntü duymaya başlıyorum. Hem de yıllardır bildiğim ve sevdiğim bir şeyin yok olacağını öğrenmişim gibi, sevdiğimi yitiriyormuşum gibi etkileniyorum. Hem bundan daha doğal bir şey olamaz diye düşünüyorum. O güne kadar benim öğrenmemiş olmamın bir önemi yok. O şey bugüne kadar varlığı ile bildiğim ne varsa, herşeyi kendince etkiledi. Tabii yokluğu da etkileyecek. Kimbilir, belki bildiklerimi bilemez, tanıyamaz hale geleceğim, belki de bildiklerimin bile kaybolmasına neden olacak.Biliyorsunuz, ya da bilmiyorsunuz ama, fokların varlığı denizdeki canlılığın bir göstergesiymiş. Şayet foklar olmazsa, orada hayat bitmiş demek anlamına geliyormuş. Yaa, işte böyle. Fok deyip geçiyoruz ama koskoca bir denizin canlı olup olmadığı, fokların var olup olmamasına bağlı. Fokların kaybolma nedeni ise, yaşadıkları yerdeki balıkların kaybolmuş olması. Balıklar ise, başka bir şeyin kaybolması yüzünden yok oluyorlar. Düpedüz bir hayat zinciri gibi. Zincirin bir halkasındaki canlılık yok oldu mu, halka kopuyor ve diğerleri de peş peşe kaybolup gidiyorlar. Şimdi, bilip bilmememin ne önemi kalıyor? Bir şey kayboluyorsa, hemen peşinden kimbilir neler kaybolacak diye telaşlanmam, endişe etmem ve üzülmem boşuna mı? Kaybolan o şey, belki de benim çok sevdiğim bir şeyin de yok olmasına neden olacak. Ve bunu bilmem de mümkün olmayacak. Ve bunun sonucunda ben, bilmediklerime de üzülmeye başlayacağım, pek doğal olarak. BEDEN KÜLTÜR İLİŞKİSİHem bugünkü dünyanın bin yıl önceki, yüz yıl önceki, hatta bir yıl önceki dünya olmadığını biliyoruz ve biliyoruz ki, bunun nedeni bugüne kadar kaybolmuş olanların etkisi. Kaybolanların yerini bambaşka şeylerin doldurması. Binlerce yıldır dengelerin bozulup bozulup yeniden düzenlenmesi sonucunda yeni bir dünya ile karşılaşıyoruz. Mikro kozmozdan makro kozmoza kadar değişimin etkisi gözleniyor. Sürecin farkına varılmasa bile sonuçlarına şahit oluyor. (Göreceğimiz kadar hızlı bir değişim sürecinde bulunuyoruz) Tabii her şey değişirken insanlar da nasiplerini alıyorlar. Değer, yargı, anlayış derken bakıyorsunuz bildik, tanıdık ne varsa yokolup gitmiş. Tabii bu arada kültürler de kaybolup gidiyor. İşin esasına bakacak olursak, koskoca uygarlıklar yokolup gitmiş, kültürler kaybolmuş, çok mu, denilebilir. Evet, çok. Hem de ürkülecek derecede ciddi boyutlarda çok fazla. Fokların kaybolması kadar önemli. Kültürünü kaybeden bir toplumun yok olması kaçınılmaz. Bir toplumun kültürünü kaybetmesi demek, bedenin organlarını yitirmesi gibidir. Organları olmadan bir kişi nasıl yaşarsa, kültürü olmayan bir toplum da öyle yaşar. Hatta yaşayamaz ölür gider. Ölmemek için direnip suni kalp, suni böbrekle hayat devam ettirilse bile hiç bir zaman doğal organlarla yaşanıldığı gibi olmaz. Ve kaybolan kültürün üstüne uydurulan kimi kültürlerle yaşamaya çalışan toplumlar da aynen böyledir. Ancak, insan hem bedenini hem de yaşadığı kültürü hor kullanmaktadır. Hatta neredeyse yok saymaktadır. Taa ki, alarm sinyalleri çalıncaya kadar. Üstelik alarmlara bile kulaklarını tıkayıp ölüm derecesinde yataklara düşünceye kadar umursamamaktadır. Ne zaman ki, ölümle burun buruna gelir, işte o zaman düşünmeye başlar. Hayatta kalmak için çırpınmaya başlar. Fakat, artık yapacak bir şey kalmamıştır. Aslında her durumda yapılacak bir şey vardır. Yeter ki, insan istesin. Var olmak da yok olmak da insanın isteğiyle bağlantılı. Doğanın içindeki kendini onarma yeteneği insanda da var. Fakat, bunun için iyileşmeyi istemesi gerekiyor. Bedenini sevmesi, sahip çıkması gerekiyor. Sanırım bütün her şey için bu gerekiyor. Yani sevmek, benimsemek, sahip çıkmak. Kültürünü sevmeyen, benimsemeyen biri nasıl sahip çıkabilir? Nasıl koruyabilir ve nasıl kaybolmasına engel olabilir? Kendini, bedenini sevmeyen birinden kültürünü sevmesi beklenebilir mi? Evet, beklenebilir. Çünkü, ‘‘sevmek’’ bilinçle, zekayla bağlantılı bir kavramdır. Bugüne kadar farkına varmadık diye bundan sonra da uyumaya devam etmemiz gerekmiyor. Her an uyanabilir ve sevmeye başlayabiliriz, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemin'ce

13 Haziran 1998
İnkalar'ın kayboluş efsanesiİnkalar ileri bir uygarlık olmakla birlikte, Mayalar kadar astronomiye önem vermedikleri söylenmektedir. Denildiğine göre onlar için Ay, Güneş ve yıldızlar kutsaldı. Bu güçler daima onların hayatında önemli rol oynar ve rahiplerin her biri aynı zamanda birer müneccimdi. Rahipler gelecekte olacakları bugün bilmediğimiz gizli bir yöntemle saptamaktaydılar. İşte İnkalar'ın yokoluşunu anlatan efsane, bu ‘önceden bilmek’e son derece ilginç bir örnek .Altın kitaplar yayınevinin ‘‘Kayıp uygarlıklar’’ adlı yayınladığı kitapta Rupert Furneux, bu efsaneyi şöyle anlatıyor; İmparator, Ay'ın etrafındaki üç halkayı görünce rahiplerle birlikte başrahip Ilaica'yı çağırıp bunun anlamını sormuş. Rahipler, İmparatordan izin isteyip çekilmişler ve bu halkaların ne anlama geldiğini çözmek için çalışmaya koyulmuşlar. Kısa bir süre sonra da İmparatorun karşısına çıkıp durumu anladıklarını söylemişler. Eski bir belgede bu olay şöyle anlatılmaktadır.‘‘Başrahip, 'Ah efendim!’’ diye bağırır. ‘‘Söyleyeceğim sözler için beni bağışlayın. Annemiz Ay, ileride başımıza büyük felaketler geleceğini haber veriyor. Ay'ın etrafındaki ilk halka kan kırmızısı renginde. Bu bizim çok kanlı bir savaşa girişeceğimizi açıklıyor. Siyah daireyse, bu savaşı kaybedeceğimizi belirtiyor. Üçüncü halkaysa, duman rengi ve hafif. Bu da dinimizin, imparatorluğumuzun, yasalarımızın tıpkı rüzgarda bir duman gibi dünya üzerinden kaybolacağını gösteriyor.'İmparator, başrahiple diğer rahiplerin bu yorumuna çok kızdı. Daha sonra haber salarak bütün kabilelerdeki ünlü büyücü ve müneccimleri getirtti. Ancak, gelenlerin hepsi de aynı sözleri tekrarladılar. İnka İmparatorluğunun sonu yaklaşıyordu. İmparator geceleri endişeden uyuyamıyor, Ay'ın etrafındaki halkalara bakıyordu. Ama bir gece bu halkalar birden kayboldu. Parlak, yeşil renkli bir kuyruklu yıldız gökte parladı ve topraklar korkunç bir gürültüyle sallanmaya başladı. İnkalar'ın başkenti Cuzco'da arka arkaya bir kaç deprem oldu. Bir iki hafta sonra da başlarında kana susamış, cahil ve açgözlü Pizarro'nun bulunduğu İspanyollar, Peru'ya ayak bastılar. İnka İmparatorluğu bundan kısa süre sonra ortadan kalktı.’’Bu anlatılanlar bir efsane olmakla birlikte bir takım gerçeklere dayanmaktadır, diyor, Furneux. Ay'ın etrafındaki halkaları başka topraklarda yaşayanlar da o zamanlar görmüşler. Ve efsanede anlatılan kuyruklu yıldızı da ilgiyle izlemişler. Onlar'ın bıraktıkları belgeler efsanede anlatılan doğa olaylarını doğrulamaktadır. Efsanede anlatılan doğa olaylarının doğrulanmasından çok daha ilginç bir durum var bence. O da İnkalar'ın doğada meydana gelen olaylardan çıkarttıkları mesaj. Ve sonraki zaman içerisinde önceden yapmış oldukları bu tahminlerin aynı şekilde yaşanmış olması, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemince

7 Haziran 1998
Gerçekleşen filmlerFilm izlemekten hoşlanmayan var mıdır, bilemiyorum. Şimdiye kadar ben hiç rastlamadım. Fakat, ne bulursa, seyredenlerle çok karşılaştım. Aslında onlar da sinemaya gidecekleri zaman seçici davranıyorlar ancak, televizyonun karşısına geçtikleri anda öncelikle film var mı, diyerek kanalları karıştırıyor sonra nerede ne bulurlarsa, izliyorlar. Macera, aşk, avantür, bilim-kurgu, gerilim... Tabii gerilimin türleri var. Sapık katil filmlerinden tutun da, vampir ya da benzeri konuları işleyen korku filmleri. Şimdi aklıma gelmeyen daha pek çok çeşit saymak mümkün. Ve, sinema severlerin bir bölümü (Hem de büyük bir bölümü) o anda ne gösteriliyorsa, dikkat kesilip izliyor. Şimdi diyeceksiniz ki, ‘‘Eee ne yapalım yani. Hiç olmazsa televizyon diye birşey var da hoş vakit geçirmemizi sağlıyor. Başka bir önerin varsa, buyur söyle.’’Elbette ki, çok haklısınız ve elbette ki, başka önerilerim var. Yoksa, ağzımı açar mıydım. Şunun şurasında yazacak konu mu, yok. Tabii ki, yığınla yazılacak konu var. Fakat, son günlerde meydana gelen olaylar öylesine aldı başını gidiyor ve öylesine anlaşılmaz boyutlara ulaşmaya başladı ki, aklıma gelenleri söylemem şart oldu. Üstelik nasıl bir hengame içinde yaşandığını, kimsenin bir şey düşünecek hali olmadığını biliyorum. Haberleri televizyon izleyip gazetede okurken dehşetle ya da şaşkınla baktığınızdan da eminim. Fakat, o anda yaşanan şaşkınlık, dehşet ya da üzüntünün devam etmediğini, haberi dinleyip geçtiğinizi de biliyorum. En fazla üzerinde şöyle bir konuşuluyor ya da bir sohbet ortamında konu açılırsa, üzerinde biraz düşünüp tartışıyorsunuz, o kadar. Bunu kınıyarak söylemiyorum tabii ki. Herkesin kendisiyle ilgili öyle çok düşüncesi ve yapacak o kadar çok işi var ki, bir yerlerde olan olaylarla kafalarını meşgul edecek fazla zamanları yok. Kimbilir, doğrusu da budur belki. Fakat, ben yine de düşündüğümü ve bildiğimi söylemekte, yazmakta ısrarlıyım. Bu arada ‘‘sadede gel’’ diyenleri de duyar gibiyim. Fazla uzatmadan tepeden inme bir dalış yapacağım ve bir zamanlar sinemalarda gösterilen filmlerin bugün neredeyse birebir yaşandığını söyleyeceğim. Evet, gerçek hayatta, filmleri aratmayacak senaryolar yaşanıyor. Hem de hemen hemen bütün alanlarda. Önce en hafif ve naif olandan başlayalım. Hepinizin bildiği gibi bir zamanların gözde dizisi ‘‘Uzay yolu’’nda tasarlanan (Bilimin henüz keşfetmemiş olduğu) nice elektronik harikası bugün hayatımızın sıradan parçaları haline gelmiş bulunuyor ve kullanıyoruz. Sonra şu eski Türk filmleri. Sonradan izleyip de güldüğümüz (Hadi canım) dediğimiz, aşk, macera, duygu yüklü ve aklınıza gelen her türlü olmayacak ne varsa, oldurulan filmler. Hani, fakir ve hor görülen kız veya erkek büyür ve sonra ünlü şarkıcı olur. Ya da zengin kıza aşık olan genç mümkün olmayan ne varsa (Kaçakçılık, uyuşturucu mafyalığı vb.) yapar ve büyük bir iş adamı olur. Sonra da kendisini küçümseyen kızdan intikamını alır. Veya zavallı hasta kız tesadüfen ünlü bir sanatçıyla karşılaşır ve o da bu kızı tedavi ettirir. Bu sırada birbirlerine aşık olurlar. İşte bu örnekleri istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz. Şimdi günümüze gelelim. Okuduğunuz ya da izlediğiniz haberlerde hatta kimi sanatçıların övünerek anlattıkları geçmiş hayat hikayelerinde, aynısının tıpkısı olaylar yaşanmıyor mu? Sanki, eski Türk filmlerinden fırlayıp karşımıza dikilmişler gibi.Ya şu ‘‘Temel iç güdü’’ filminin bir başka versiyonu daha yakın bir geçmişte yaşanmadı mı? Kimi mutlu kimi acıklı sonla biten olmayacak aşk hikayelerini, intiharları ve sekseninde evlenenleri ve daha saymakla bitmeyecek pek çok öykünün önceden yazılmış gibi bir halleri yok mu? Fakat, beni bunlardan çok daha fazla etkileyeni son zamanlarda dehşetle karışık bir şaşkınlıkla izlediğim ‘‘çocuk katil’’ haberleri. Anasını, babasını, yedi ceddini öldürüp hızını alamayıp arkadaşlarını kurşuna dizen, planlı ve kararlı bir biçimde polise saldıran çocuk katiller, size bir takım çizgi filmleri ve daha da ötesi sapık katil filmlerini çağrıştırmıyor mu? Bence, tıpkı zamanında yazılmış kimi romanlar gibi filmler de sonraki zaman içinde gerçeğe dönüşüyor. Tıpkı hayallerin gerçek olması gibi, gerçek oluyor. Çünkü, izlerken biz de duygulanıyoruz. Filmin içine girip yaşıyoruz. Oradaki kahramanlardan biriymişcesine etkileniyoruz. Ve bu sırada yani izlerken hayalimizde yaratıyoruz. Ve binlerce insan aynı filmi izleyip aynı olayları zihninde canlandırıyor. Buna bir çeşit model yaratmak diyebiliriz. Hem de hazırlanmış tasarlanmış ve önünüze sunulmuş bir model. Siz de izlerken duygu ve düşüncelerinizle bu modele enerji yüklüyorsunuz. Bu demektir ki, filmleri çok dikkatle seçip izlemeliyiz. Çünkü, film izlerken geleceğin dünyasını da farkında olmadan biçimliyoruz, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku