Yasemin Boran

Şeytan ve isyan

5 Temmuz 1998
Şeytana tapanların kendilerine verdikleri ad, ‘‘Satanist’’ ve ‘‘Satanizm’’ de şeytancılığın adı oluyor. Nedir bu satanizm? Son günlerde kimsenin dilinden düşürmediği, çocukların, gençlerin pek bir rağbet ettikleri ‘‘Şeytancılık’’ nedir? Bir çeşit din gibi, tarikat gibi görülen, adı bile tedirgin eden, bu yüzden de pek bir çekici gelen ‘‘Satanizm’’ hakkında kimsenin pek bir şey bilmediği açıkça görülüyor. Hatta kendine ‘‘Satanist’’ diyenlerin bile...Satanizm'in ne olduğunu anlamak için bu olgunun ilk filizlendiği günlere kafamızı şöyle bir çevirmeli, pek de uzak olmayan geçmişe göz atmalıyız. Evet, geriye doğru kısa bir yolculuk yaptığımızda ‘‘Ortaçağ’’ ile karşılaşıyoruz. Satanizmin ortaya çıktığı ve en popüler olduğu bu dönemi incelerken karşımıza aşılmaz bir duvar gibi çıkan ‘‘Kilise’’ ve onun buldozer gibi ezen karşı konulmaz baskısının yarattığı kapkaranlık bir dünyanın içinde buluyoruz kendimizi. Sönük yıldızlar gibi ışıldayan zekaların pırıltılarını yeraltının dehlizlerine hapsettikleri, bütün bilgilerin, düşünen beyinlerin köşe bucak saklanmak zorunda kaldığı bir dönem, Ortaçağ... İnsanların nefes almaya bile korktukları, zekice buluşların ve düşüncelerin ‘‘Şeytan’’a maledildiği ve neredeyse her davranışın altında mutlaka şeytanın parmağı vardır denildiği bir dönem...Hemen herkesin ‘‘mutlaka şeytanın hizmetkarıdır’’ gözüyle bakıldığı ve sorgusuz sualsiz bizzat ‘‘Kilise’’ tarafından infaz edildiği, hem de ‘‘en kara şeytan ayinlerini!’’ aratmayacak nitelikte bu infazları gerçekleştirdiği böyle bir dönemde ne yapılabilir? Tabii ki, isyan edilir? Peki, bu isyanınızı nasıl ifde edeceksiniz? Elbette ki, kilisenin önerdiği ‘‘Şeytan’’ı baş tacı ederek. Evet, kilisenin, karşısında olduğu şeytani ne varsa tamamını kendisinin işlediği ve bir çeşit ‘‘Şeytanın hizmetkarı’’ gibi ortaya koyduğu şiddetli baskılarına karşılık, isyan aracı olarak ortaya çıkmış olan ‘‘Şeytancılık’’ yani satanizm, öylesine tutmuştur ki, isyanın sembolü haline gelmiştir. Doğrusu o dönemlerde pek de bir işe yaramış ve Rönesans dönemine geçiş sırasında çok büyük hizmeti olmuştur. Neyse konumuz Ortaçağın karanlığına ışık tutmak olmayıp Şeytan'ın mana ve önemini incelemek olduğu için yaşadığımız çağa doğru hızlı adımlarla dönelim. Sonraki yıllarda bir çeşit tiyatro gösterisine dönüşen şeytancılık, gizemli ve anlaşılmaz ayinler biçimine bürünerek şekilden şekle girmiş, kimi zaman geleneklere karşı çıkmak maksadıyla, kimi zaman da farklı olmak isteyenlerin ardına saklandığı yepyeni imajlar kazanmış. Her türlü dehşet verici anlamlar yüklenerek küçük gizli toplulukların sapkın duygularını tatmin ettikleri bir araç haline dönüşmeye başlamış ve günümüzde bu tarafıyla ilgi çekmeye devam etmiş gibi görünüyor.Öte yandan bugün Ortaçağ döneminin özgürlük sembolü yanı da devreye girip her türlü kurula baş kaldırı biçimine dönüşüyorsa da, bu hayli şiddetli duyguların, günümüz şiddetine çok uygun bir biçim aldığını gösteriyor. Doğrusu, ‘‘Şeytan’’ özgürlüğün ifadesi olarak karşımıza çıkıyorsa da, daha çok farklı olmak sevdasıyla yanıp tutuşanların ne olduğunu anlamadan peşinden koştukları bir akım gibi görünüyor. Özgürlük adına yerden yere vurdukları kuralların, şartların yerine çok daha katı ve şiddetli yeni kurallarla ‘‘Satanizm’’in kurallarıyla kendilerini çepeçevre kuşattıklarını, tutsak ettiklerini bilmem biliyorlar mı? Tanrının yerine konulan ve şeytana atfedilen kurallarla yaşamak, ne çeşit özgürlüktür! Bunu düşünmek gerek. Ortaçağ döneminin isyan bayrağı ‘‘Şeytan’’ bugün kılık değiştirip sapkın ve sapık duyguların bir aracı olarak karşımızda duruyor sanki... Öte yandan ‘‘Şeytan’’ kavramını incelediğinizde maddeyi sembolize ettiğini açıkça anlıyorsunuz. Pozitif-negatif, siyah beyaz, madde-mana. Evet, Şeytan, mananın karşısındaki maddeyi sembolize ediyor. Şimdi etrafınıza bir bakın. İnsanların bir çoğu mevki, para yani madde için kıvranıyormuş gibi değil mi? Sanki, günümüz insanın davranışları, ‘‘Faust’’taki şeytanla yapılan pazarlıkları aratmayacak nitelikte. Sanki, ruhunu paraya satmış gibi gözüküyor. Şu Adana depreminde yıkılan binalar da bunun göstergesi gibi karşımızda duruyor. Bu binaları yapan müteahhitlerin ruhunu paraya değiştiği ve ölenlerin kurban olduğunu açıkça görebiliyoruz. Ve ‘bunlardan’ çok fazla olduğunu da biliyoruz. Buna karşılık içinizden kabaran isyan duygularıyla şeytancı olmak yerine ‘‘insan’’ olmalıyız, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Ormanlara verilen karne

4 Temmuz 1998
Ormanlar elden gitmek üzere. Bütün dünya alarm sinyalleri çalmaya başladı. Kimileri bu sinyallere kulaklarını tıkarken kimileri de sağır oldukları için duymuyorlar. Duyanlar ise, işitmeyenlere nasıl duyuracaklarının yollarını arıyorlar. Evet, bir şeyler yapmak gerek. hem de en acil olanından. Sağır dilsiz alfabesi çözüm olabilirdi belki, fakat ne yazık, bunlar okuma yazma bilmiyor. O zaman ne yapılacak? İşaret diliyle anlatılacak. İşte bu noktada işler arap saçına dönebilir. Sizin işaretlerinizi başka anlamlara çekebilir, anlatmaya çalıştığınızdan bambaşka farklı yorumlar çıkartabilirler. Haydi bakalım çık işin içinden. İnsanların kendi aralarında zaten büyük bir anlaşma problemi var. Bir de siz çıkıp hiç ilgilenmediği bir konuda bir şeyler demeye çalışıyorsunuz. Üstelik demeye çalıştığınız şeylerin önemi çok büyük olduğu için anlatmanız da o derece zorlaşıyor. Yaklaşmakta olan tehlikenin büyüklüğünü anlatmanın neredeyse yolu yok gibi gözüküyor. Sanki, sağır, dilsiz ve körler diyarına düşmüş gibi hissediyorsunuz kendinizi ve aniden paniğe kapılıyorsunuz. Yok, hayır, paniğe kapılarak bu işi çözümleyemezsiniz. Mutlaka bir yolu olmalı. Evet, mutlaka anlatmanın, durumun vehametini göstermenin bir yolu vardır. İşte Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) dünyayı tehdit eden tehlikeye karşı insanları haberdar etmenin bir yolu olarak ormanlara karne dağıtmış. Tam onbeş ülkeye ormanlarının karnesini vermiş. Bu karnenin Türkiye ormanlarının değerlendirilmesi işini ise, Doğal Hayatı Koruma Vakfı (DHKD) üstlenmiş. Ülkelerin karnelerini puanlarına göre alt alta sıraladığınız zaman içler acısı bir tabloyla karşılaşıyorsunuz. Ve diyorsunuz ki, ülkemiz gene iyi durumda. Neyse, bu iyiliğin ne çeşit bir iyilik olduğunu en iyisi kendi gözlerinizle görün. İşte ülkelerin yüz üzerinden aldıklara puanlara göre genel sıralaması;Bu tablo aslında Avrupada bulunan ormanların içler acısı durumunu ortaya koyuyor. Yüz üzerinden alınan puanların ortalamasına baktığınızda 15 ülkenin arasında iyi durumda bulunan tek bir ülke yok. En iyi durumda gözüken İsviçre onun da ortalaması %61'le ‘‘orta’’ yani ortanın iyisi durumunda. Geriye kalan ülkeler orta dereceyle durumu idare ediyorlar. İngiltere, İspanya, Belçika ve Danimarka ise sınıfta kalmış gözüküyor. Hollanda, İtalya ve Almanya'nın sınıfta kalmaktan kıl payı kurtulduklarını görüyoruz. Türkiye'nin genel sıralamada altıncı olmasının nedeni ise, ‘‘Kirlilikten en az etkilenen ülke’’ durumunda bulunarak yüksek puan almış olması. Yüz üzerinden doksan beş puan almayı başaran Türkiye'nin genel sıralamada altıncı olması çok tuhaf değil mi, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemin'ce

3 Temmuz 1998
Yorgunluğun sırrı mutsuzlukBir süredir kendinizi ne kadar yorgun hissediyorsunuz? Canınız sabah olunca yataktan kalkmak istemiyor. Şu sıralarda her şey zor gelmeye başladı. Ve sürekli uyumak istiyorsunuz. Halsizlik, uyuklama hali ve bir isteksizlik içinde dolaşıyorsanız, bunun bir kaç nedeni olabilir. Bir, gıdasızlık. Zayıflamak için ya da başka nedenlerle gıdanızı yeterince alamıyorsanız, kendinizi halsiz hissedebilirsiniz. Ayrıca, beyninize yeterince oksijen gitmiyorsa, gene uyuklama hali ve halsizlik ortaya çıkacaktır. Ve tabii salgıları unutmamak gerekiyor. Salgıların azlığı ya da çokluğu halinde insanın psikolojisi bile etkileniyor. İsteklilik ve isteksizlikleri yaratan hep bu salgılar. Fakaaat, en önemli neden, kişinin mutlu olup olmaması. Evet, iş yerinde mutsuzsanız, canınız işe gitmek istemez. Ancak mantığınız, gitmek zorunda olduğunuzu söyler. Tabii bunun sonucunda savunma mekanizması harekete geçer ve uyuklamaya başlarsınız. Ve de en önemlisi kendinizi sürekli yorgun hissedersiniz. Elbette ki, bu durum sadece işinizle ilgili olmayabilir. Eşiniz veya sevgilinizle aranızda çıkan sorunlar da isteksizlikler ve yorgunluklar şeklinde kendini göstermeye başlar. Üstelik bu durumdan hiç hoşnut olmasanız, ve şikayet etseniz bile üzerinizdeki bu yorgunluktan sıyrılıp kurtulamazsınız.Şimdi böyle bir durumda ne yapmak gerekir, diye soracaksınız. Yorgunluk ve isteksizlik duygusundan kurtulmanın çok basıt bir yöntemi var; Bunun için sizi motive edecek, heyecan verecek yeni bir uğraş edinmek. İşinizden mutsuzsanız ve işinizi değiştirme şansınız da yoksa, (İnsanın daima hayatını değiştirme şansı vardır. Çünkü, bu, zor olsa bile kişinin kendi elinde olan bir şeydir) o zaman dikkatinizi çevrenize yöneltmeniz gerekiyor. Size keyif verecek ve seveceğiniz bir uğraş, hobi edinmelisiniz. Ve işten arta kalan zamanları kullanacağınız bir uğraş. Örneğin, işten çıktıktan sonra gidip bir saatinizi ayıracağınız başka bir şey. Bu şey, sizin yapınıza ve becerinize uygun herhangi bir şey olabilir. Kısıtlama ve sınırlama olmaksınız. Şayet bir uğraşınız olursa, o zaman işe zevkle gelebilir ve işin bitim saatine kadar geçen zaman zarfında bütün işlerinizi bir an önce bitirmeye çalışırsınız. böylece içinizin enerjiyle dolduğunu hissederek büyük bir istekle hayatınızı yeniden düzene sokabilirsiniz. Üstelik, iş yerinde ortaya koyacağınız performans, sizin kendinize olan güveninizi arttıracak, içinizde hissettiğiniz enerji, çevrenize olumlu bir biçimde yansıyacak ve mutsuzluğun kaynağı her ne ise, bütün bunların dağılmaya başladığının farkına varacaksınız. Üstelik bunu, ev hanımları da uygulayabilir ve böylece ev işlerinden ve eşinizle ilgili sıkıntıların yarattığı sorunları çözümlemek maksadıyla da kullanabilirler. Çünkü, evin dışında keyifle yapacağınız bir uğraş, gününüzü hoş geçirmenize, enerjinizin yükselmesine ve içinizde duyacağınız huzuru eşinize ve evinize yansıtmanıza yardımcı olacaktır. Böylece de sorunların kendiliğinden çözümlendiğinin farkına varacaksınız, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku

Yasemin'ce

28 Haziran 1998
Tebdili mekanda ferahlık varGünümüzün ciddi stres kaynaklarından biri de ev. Eviniz olsa bir dert, olmasa, başka bir dert. Tabii bu arada evinizin bulunduğu yer de çok önemli. Evinizin bulunduğu yer, ne çeşit topraklar üzerine kurulmuş, o toprakların altında ne çeşit cevherler bulunuyor ve bütün bunlar sizi nasıl etkiliyor? İşte bunlar çok önemli. Ve siz, hiçbir şeyden haberiniz olmadan toprağın üstünden olduğu kadar altından da etkileniyorsunuz. Toprağın üstünde biz dahil her şey var. Sizi gerim gerim gerecek, her şey. Bütün bunları biliyorsunuz. Fakat, toprağın altı nasıl oluyor da etkiliyor, diye düşünmeye başlıyabilir, hadi canım sende deyip düşünmekten vazgeçebilirsiniz de... Sonuç olarak öylece duran, saf, tertemiz ve hareketsiz toprakların insanı etkilemesi pek düşünülecek bir şey değilmiş gibi gözüküyor. Fakat, bu görüntü sizi aldatmasın. Karşısına geçip baktığınız toprakların öylesine sakin bir şekilde durduğuna kanmayın ve hemen düşünmeye başlayın. TOPRAKLARIN GİZLEDİĞİ SIRİlk önce öyle sessiz sakin yatan toprakların altında bulunan cevherleri düşünün. Demir, kurşun, altın ya da gümüş madeni hatta uranyum olabilir. Ya da geçmiş medeniyetlerin üzerine kurulmuş bir mahallede yaşıyor olabilirsiniz. Kimbilir belki de eviniz bir mabedin üzerine kurulmuştur. (Az bir ihtimal olsa bile bu nokta çok önemli) Belki de evinizin bulunduğu yerin tam altından bir dere geçiyordur. Yani yeraltı akarsuyunun üzerinde oturuyorsunuzdur.Eee, olsun. Ne yapalım yani. Zaten bildiğimiz bu topraklar vakti zamanında neler görmüş, neler geçirmiş. Üstelik yeraltı zenginlikleri bakımından hiç de küçümsenmeyecek özelliklere sahip. Bunu herkes biliyor. Diyebilirsiniz. Böyle dediğiniz anda düşüncelerinizi noktalamış olursunuz. Halbuki, ‘‘evet, üzerinde yaşadığımız toprakların altında bildiğimiz ya da bilemediğimiz çok çeşitli cevherler gizli, bütün bu dediklerin kabul ama bunlar nasıl oluyor da bizi etkiliyor’’ şeklinde düşüncelerinizi sürdürmelisiniz. İşte bu noktada yeraltı kaynaklarının yer üstünü ciddi boyutlarda etkiliyor olduğunu anlamaya başlayabilirsiniz. Teknolojinin henüz gelişmediği dönemlerde ‘‘radyestezi’’ ile su ve maden arayanları duymuşsunuzdur. Ellerinde bir çatal çubukla altın arayanlar çizgi filmlere bile konu olmuştur. Şimdiyse, geliştirilmiş cihazlarla, dedektörlerle su, altın, ve aklınıza gelen hemen her çeşit madeni şıp diye buluveriyorlar. İyi de nasıl oluyor da, yeraltında bilinmeyen bir madenin yerini tesbit edebiliyorlar? Çünkü, her madde kendine özel bir dalga yayıyor ve bu geliştirilmiş cihazlar aranan madenin dalga boyuna göre ayarlanıp toprak üzerinde gezdiriliyor. Vee sonuç ‘‘biiip’’ şeklinde geliyor. Orayı kazıyorsunuz ve aradığınız madeni ya da suyu çıkartıyorsunuz. YATAĞINI ISLATAN ÇOCUKPekiii, bu cihazların tesbit edebildikleri madenden yayılan bu titreşimleri insanlar algılamıyorlar mı? Tabii ki algılıyorlar ve etkileniyorlar. Fakat, ne olduğunu bilemiyorlar. Bunun üzerine hemen aklıma gelen bir örneği aktarayım;‘‘Evin küçük oğlu gece yatağı ıslatmaktadır. Doktorlara gidilir ve akla gelen her türlü çareye baş vurulur. Fakat, çocuk geceleri yatağını ıslatmaya devam eder. O sırada bir parapsikologla karşılaşırlar. Ve adam, 'çocuğun yattığı yeri değiştirin' der. Yatağın yeri değiştirilir fakat, sorun çözülmez. bunun üzerine adam evin içinde radyestezi deneyleri yapar ve der ki; 'Bu evin altından yeraltı suyu geçiyor. Evinizi değiştirmeden bu sorundan kurtulamazsınız.' Bunun üzerine aile yeni bir eve taşınır. Ve daha taşındıkları ilk geceden itibaren çocuğun yatağını ıslatması biter.’’ Evet, çocuk uykudayken yeraltından geçen sudan bu şekilde etkilenmektedir. ‘‘Su’’ etkilediği gibi bütün madenler de üzerinde yaşayanları kendi özellikleri doğrultusunda etkilemektedir. GERİLİM YARATAN MADENLERMadenlerden yayılan titreşimlerin dalga boyu ile sizin titreşimlerinizin frekansı birbirine uyumlu olmadığı zaman nedensiz bir sıkıntı duymaya başlarsınız. Ve şuurlu olarak nedenini asla çözemeyeceğiniz büyük bir gerilim hissedersiniz. Tabii bütün bunlar davranışlarınıza da yansıyacaktır. Tahammülsüzlük, öfke, patlayacakmış gibi hissedilen sıkıntılar içinde boğulmak, ilk akla gelen etkiler olarak sıralanabilir. Kendinizi böyle hissettiğiniz zaman canınız eve girmek bile istemeyecektir. Belki, kabuslar göreceksiniz. Ve, bunun nedenini günlük yaşantınızın gerilimine bağlayacaksınız. Kimbilir belki de hepsi birden, bütün etkiler birleşip anlayamadığınız bunalımlar şeklinde açığa çıkacaktır.Duyarlılığı yüksek olan ve kendini dinlemeyi bilenler, daha bir farkında olacak ve evi sevmediğini ifade edecektir. Bu durumda yapılacak en akıllıca iş, evi değiştirmek olacaktır. Eskiler boşuna ‘‘Tebdili mekanda ferahlık vardır’’ dememiş, diyorum, Yasemin'ce...
Yazının Devamını Oku