Başlığı, "Kur'an'dan rahatsız mı oluyorsunuz?" veya "Kur'an'a rağmen din mi?" şeklinde atmayı da düşündüm. Çünkü Kur'ansız İslam arayışı içine girenlerin en çok rahatsız oldukları ve dini sürekli karşısına diktikleri kaynak, Kur'an-ı Kerim'dir.
Kur'ansız İslam arayışlarının, Muhammed ümmetinin perişanlığında temel sebebi oluşturacağı, bizim veya birbirlerinin yorumu, sezgisi değildir. Kur'an, kendisini tebliğ eden peygamberin, Allah huzurunda ümmetinden şikâyetini verirken şunu söylüyor:
"Resul diyecektir ki, 'Ey Rabbim! Şu benim ümmetim, bu Kur'an'ı hayatın dışına itilmiş, terk edilmiş bir halde tuttu." (Furkan,30)
‘Kur'an'daki İslam’ ve ‘İslam Nasıl Yozlaştırıldı’ kitaplarımızdan rahatsızlıklarını yazı dizileriyle dile getirenler, farkında olarak veya olmayarak, "Kur'an'ı dışlayanlar zümresi"nin elemaları arasında yer aldıklarını göstermişlerdir.
Türkiye'nin en büyük sıkıntısı, haram lokmadan kaynaklanan sıkıntıdır.
Basın dünyamız, güncel tablolara kendi tarzı içinde bakıp bu haram lokma olumsuzluğunu vurgun, soygun, çeteleşerek Türkiye'yi soymak, kamu haklarını ihlal etmek, emeğe ve alın terine ihanet... şeklinde değişik ifadelerle vermektedir. Adı anılmayan daha onlarca haram lokma sektörü var bu ülkede...
Bazı örnekleri, ATO'nun kamuya mal olmuş raporlarından izleyelim:
1971-99 yılları arasında hükûmetlerin bütçe dışı harcadıkları paranın toplam rakamı 116 milyar dolar. Aynı rapora göre, kaçak kullanım, vatandaşlar kadar kamu kuruluşlarında da olmaktadır.
Müslümanların işe yarar ekip ve bireylerini etkisiz kılmak için kullanılacak stratejiler, lakaplar, itham ve iddialar, yirminci yüz yılın başlarından beri Batı gizli servislerince belirlenmektedir.
Tipik örneklerden biri, Mustafa Kemal Atatürk'e yönelik dinci ithamların İngiliz Gizli Servisi tarafından bulunup İslam halkları arasına salınmasıdır. Bu konuda ibret ve dehşet verici bilgilere ulaşmak isteyenlere, değerli diplomatımız (ve aynı zamanda bir düşünce adamı olarak gördüğümüz) Bilal Şimşir’in büyük mesaisinin ürünü olarak yayınlanan ‘İngiliz Belgelerinde Atatürk’ adlı sekiz ciltlik dev eserini okumalarını öneriyorum. (Bilal Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk, Türk Tarih Kurumu Yayınları)
Ama herkesten önce, bu kitabı, Atatürk’e saldırmayı ‘din’ sanan Allah ile aldatma ekiplerine öneriyorum. İçlerinde bir zerre vicdan ve hak duygusu kalmışsa bu eseri okusunlar da İslam’ın büyük düşmanı İngilizlerin Atatürk’ten nasıl ve niçin rahatsız olduklarını, onunla Müslümanların arasını açmak için neden bu kadar can havliyle çalıştıklarını görsünler.
Atatürk'e ‘deccal’ veya ‘İslam'ı yıkan adam’ gibi sıfatları yakıştıran ve bunları Müslüman coğrafyalarda yayarak, İslam tarihinin en dirayetli ve başarılı antiemperyalisti olan Atatürk'le Müslümanların arasını açan Batı, Müslüman dünyadaki en tehlikeli düşmanını bizzat Müslümanların elleriyle etkisizleştirmeyi başarmıştır.
O günlerde Mustafa Kemal’e bir unvan da Müslümanlar tarafından verilmiştir:
‘İslam’ın halaskârı Gazi’
Halaskâr, kurtarıcı demek.
Atatürk’ün ‘kurtarıcı’ unvanı, dinci iftiracıların söyledikleri gibi, sonraki zamanlarda ‘Atatürk’e tapan bazı dalkavuklar’ın verdiği bir unvan değildir. Elinde tüfek, koltuğunun altında seccade, kurtuluş mücadelesi veren Müdafaa-i Hukuk öncülerinin ‘Allah tarafından teyit edilmiş komutan’larına verdikleri unvandır.
Neden? Çünkü Kur’an din adamı, din sınıfı, din kıyafeti tâbir ve kurumlarının tümünü yıkmıştır.
Din ilimleri âlimi olur ama din adamı asla olmaz. Eğer din adına İslam’dan söz ediyorsak gerçek budur. Gerisi Hıristiyanlıktan aktarılmış kabul ve kurumlardır.
Batı insanı, din adamı ve mâbet (kilise) denince, ister istemez engizisyonu da hatırlar.
Engizisyon, ortaçağdaki kilise hegemonyasının amansız ve acımasız din mahkemelerine verilen addır.
Ruhbaniyeti, yani din sınıfını kabul eden bir sistemde, engizisyon kaçınılmazdır.
İnsanoğlu, kendine üstünlük ve farklılık sağlayan kavram ve kurumların, değil silinmesine, aşınmasına bile izin vermez. Bu silinme ve aşınma kaçınılmaz olmuşsa o zaman hileye, aldatmacaya başvurur; o da yetmezse şiddete gider. Engizisyon, bu maceranın şiddet aşamasını temsil etmektedir. Tanrı adına hayatı cehenneme çeviren kahredici bir şiddettir bu...
Kur’an, engizisyona giden yolları tıkamıştır.
Her şeyden önce, ruhbaniyet denen din sınıfını kabul etmez. Ruhbaniyet, Tanrı adına bir uydurmadır. (Hadîd Suresi, 27)
Bu konuda en şanslı din olan İslam bile bu ihanetler tarihinin dışında kalamamıştır. Onun tarihi de akla ve aklı temsil edenlere ihanetlerle doludur.
Bugünkü dünyada ise akla ihanetin neredeyse sembol ülkeleri, adına ‘İslam dünyası’ dedikleri coğrafyanın ülkeleridir.
Akla ihanet, aklı en ileri derecede işletenlere, daha net bir deyimle dahilere ihanetle eşanlamlıdır. Sokaktaki adamın aklına ihanet veya tasallut kimsenin aklına gelmemiştir, gelmez. Önemli olan aklı bir yaratıcı enerji olarak kullanıp boyut değiştirecek imkânları toplumun önüne koyanlardır. Yani dahiler.
Hayatın ve insanın yükselmesini istemeyenlerin temel düşmanları dahilerdir.
Benim tespitlerime göre, Atatürk’ün hayatında yaptığı en uzun süreli konuşma, 2 Şubat 1923’te İzmir Kordon’da, İzmir İktisat Kongresi toplantılarından birinde yaptığı konuşmadır. O tarih yaratan ve kendisi de bir tarih olan konuşma, halkın da dinlediği, canlı sorular sorduğu ve cevaplar aldığı destanî bir konuşmadır. 2 Şubat 1923 günü birkaç oturumda tamamlanmış, saatlerce sürmüştür.
Halk, konuşmaya zaman zaman tezahürat cümleleriyle, bazen de Gazi’ye sorduğu ve cevabını anında aldığı canlı sorularla katılıyordu.
O konuşma bu yönüyle de eşsizdir, örnektir, tarihtir.
İşte, zabıtlarda ‘hazır olanlardan biri’ diye geçen bir yurttaşın uzun sorusundan ibret verici, keramet gibi cümleler. Parantez içi sözler bizim açıklamalarımızdır. Uzun sorunun özeti şu:
“Daima ileri sürülen bir şey vardır ki o da din engellemesidir… Bunda büyük bir hata vardır. Bizim dinimiz hiçbir vakit böyle bir şey talep etmez… İlim ve irfanı aramaya mecburuz. Nerede bulunursa bulunsun oraya gitmek, onu bulmak, almak, onunla donanmak mecburiyetindeyiz. Allah’ın emri, kadın ve erkek bütün Müslümanların aynı derecede ilmen, fazileten her bakımdan olgunlaşmasıdır… Kur’an ile hatırlatmak istiyorum ki, bu nerede ise oraya kadar gidecektir. Kim? Hepsi gidecektir, kadın da gidecektir, erkek de gidecektir. Dinin bir engellemesi yoktur…”
“Tesettür şekli, kadını hayattan, faaliyetten ve insanlıktan tecrit edecek, gayri meşru, aşırı mertebeye gelmiş olmasın!”
“Biz elhamdülillah Müslümanız. Dinin hakiki esaslarını incelediğimiz zaman onun bize ifade edebileceği hükûmet şekli, yalnız ve yalnız bizim takip ettiğimiz hükûmet şeklidir… İlahî emirlerde hükûmet şekli yoktur. Şu veya bu şekil ifade edilmiş değildir. Yalnız hükûmetin nasıl olması lazım geleceğine dair esaslar ifade edilmiştir. Bu esaslardan biri şûradır. (Yani yönetenlerle yönetilenlerin birbirini denetlemesi sistemi). Bizzat Cenabı Peygamber şûrasız muamele yapmazdı. İkinci esas adalettir. Üçüncüsü ululemre (devlete, devleti yönetenlere) itaat etmektir. Ne yazık ki bu güzel hakikati, çok fena insanlar, yine din kisvesi altında çok fena yorumlamışlardır. Ve herkese tanıtmaya çalışmışlardır ki, emir demek, âmir demek padişah demektir. Bu şekilde başa geçen bir canavar demektir. Ve böyle bir canavara ne olursa olsun mutlaka itaat etmek lazımdır. Müstebit olsun, rezil olsun, itaat edeceksin.”
“Millet ancak seçtiği insanlardan, vekillerden meydana gelen bir yönetime sahip olursa ve bu yönetim adalet üzere hareket ederse işte Allah’ın ve Kur’an’ın istediği hükûmet bu olur. Çok iftihara değerdir ki, milletimiz ancak 1300 küsur sene sonra Kur’an’ın bu hakikatini fiil halinde göstermiş oldu.”