Türkiye’de bu şer üçgeni tüm kudret ve dehşetiyle oluşmuştur, işlevseldir ve büyük tahribat yapmaktadır.
Türkiye, toprağının altı ve üstü nimetlerle dolu olduğu halde yoksul ülkeler listesindedir. Dahası, Türkiye bugün, yirmi milyon civarında insanın açlık sınırında dolaştığı bir ülke durumundadır.
O halde, Türkiye'nin bir numaralı meselesi, yoksulluğu aşmaktır. Yani istihdam ve iş yaratarak insanımızın aşını işinden kazanmasını sağlamak...
Türkiye'nin önünü açıp refah ve huzurunu geri getirmeyi görev bilen siyasetlerin insanla ilgili temel söylemleri şu olmalıdır:
Dinin güdüme alınmasıyla kast ettiğimiz, dinin devlet veya yönetimce kontrol edilmesi değildir.
Böyle bir kontrol varsa orada ‘dinin güdüme alınması’ değil, ‘dinle devletin kavgası’ söz konusu olur.
Güdüme almak tâbiri, dinin savunuculuğunu ve avukatlığını yapanlar için geçerli ve uygundur. Bir güdümden söz etmek için güdülenlerin bundan şikâyetçi olmamaları gerekir.
Şikâyet varsa güdümden değil, kavgadan söz etmeliyiz.
Deyim, personalist Fransız filozofu Emmanuel Mounier’nin, ‘culture dirigée’ deyiminin karşılığı…
Mounier (ölm. 1950), bu deyimi, bireyin yaratıcılığına hayat hakkı tanımayan rejimlerin, özellikle komünist ve faşist sistemlerin kültür, sanat, hukuk, düşünce ve eğitim anlayışlarını ifade için kullanmıştır. Böyle bir anlayış, Mounier'e göre, toplumun en kemirici musibetlerinden biridir.
Ne ilginçtir ki, Mounier, hür toplum idealini bizzat kendisi zedeler. Ona göre, ideal toplumda tek ve resmî din, Katolikliktir.
Bundan daha ilginç bir nokta da, şudur:
Evet, riyaya düşman olanların Nietzsche’ye dost olmaları son derece doğaldır. Çünkü riyaya bulaştırılmış değerlerin oluş yerine ölüş getirdiğini, insanlığın dikkatine sunan ruhların başında Nietzsche gelmektedir. Şöyle diyor:
“Ahlak ve erdeme ilişkin her sözün ardında bir sahtekârlık ararım.”
Riya ile kirletilmiş değerlerin, kendilerinden beklenenin tam aksini verdiklerini en güzel biçimde ifade eden sözlerden biridir bu…
Batı’da değerlerin hastalanmasına emperyalizm ve sömürgecilik tutkusu, Doğu’da ise riyakârlık sebep oldu.
Felsefe tarihinin devrim yaratan filozoflarından biri olan Nietzsche, İslam’ın bu yüzyılda en büyük düşünürü kabul edilen Pakistanlı şair-filozof Muhammed İkbal’in ilham kaynaklarından biridir.
İkbal, Nietzsche’ye, ‘Darağaçsız Hallâc’ diyor ve onu delirmekle suçlayan Batılı doktorları ağır biçimde eleştiriyor. (İkbal-Nietzsche münasebetinin ayrıntıları için bizim ‘Hallâc-ı Mansûr ve Eseri’ adlı eserimize bakılabilir).
Nietzsche’nin ‘ateist’ olarak bilinmesi, sadık bir Kur’an mümini olan İkbal’i hiç etkilememiştir.
İslam’ın bu büyük düşünce devi, ‘ateist’ dedikleri Nietzsche’de çağdaş bir Hallâc-ı Mansûr (ölm. 309/921) ve çağdaş bir Mevlâna Celaleddin (ölm.1273) görmüş, etkilendiği üç önemli isimden biri olarak eserlerinde Nietzsche’yi sürekli yüceltmiştir.
Deyim; Amerikalı yazar Henry Clausen'in ‘Alelâdenin Ötesi’ (Beyond the Ordinary) adlı eserinde, çağımızın bunalım sebeplerinden biri olarak gösterdiği ‘Value Sickness'in karşılığı.
Değer yargılarının altüst olmasıyla ortaya çıkan rahatsızlık, gelecek doğuşların habercisi olduğu kadar eşiğinde bulunduğumuz çöküşlerin de habercisidir.
Esasen, hayatın kanunlarından biri de, ölüş ve oluşların sürekli birbirini izlemesidir.
Çağımızın büyük beyinlerinden biri olan Toynbee, 1940'lı yıllarda, Batı uygarlığını sanık sandalyesine oturttuğu eseri ‘Civilization on Trial’ (Medeniyet Yargılanıyor) da şu tespiti yazıya geçirirken, zamanüstü bir gerçeği dile getiriyordu:
Türk halkı ve Türkiye sadede gelmelidir. Türk halkı sadet noktasından çok uzaklaştı. Toparlanıp tekrar sadet noktasına gelmede başarısız olacağından korkmaktayım.
Gün bu gündür ve artık, zamanın ve Tanrı’nın ‘yarın bakarız’a tahammülü yoktur.
Türkiye için ‘yarın’ bugün olmuştur. Türkiye, yarını bugünde yakalayamazsa batar.
Evet, Türkiye artık sadede gelmelidir.
Türkiye gerekli tepkiyi vaktinde, gerekli eylemi de yeterince koyamayan bir ülke oldu.
Devletin adı, tarihi, gelenekleri büyük ama subaşlarında, bu ülkeyi taşıyacak devlet adamları olmadığı için isim ve tarih derde deva olmuyor.
Türkiye, siyasete girmeyen bilim ve fikir adamlarının yazıp çizdikleriyle düzlüğe çıkamaz.
Türkiye, sadece sağduyulu bir kitleye sahip olmakla da kurtulamaz. Sağduyulu kitle, siyaset yoluyla ülkenin kaderine yön verme yeterliliğinde olanların siyasete girmeleri halinde bir anlam ifade eder. Bunun içindir ki, sağduyulu halk yanında, bilinç üreten bilim ve fikir insanlarının, aydınların siyasete katılmaları gerekiyor.