O yön, iki ana başlıkla ortaya konabilir:
1.Atatürk’ün verdiği mücadelenin dinden ve din adamlarından gördüğü desteğin arka planını aydınlatmak,
2.Atatürk’ün, yaptığı devrimleri İslam’a aykırı değil, İslam’ın istek ve beklentilerine uygun olduğu yolundaki iddia ve ısrarnın arka planını aydınlatmak.
Atatürk-din ilişkisi, işte bu açılardan hiç ele alınmadı. Bu ciddî bir yanlıştı.
Atatürk’e karşı olan içteki dinci çevrelerle Haçlı emperyalist çevreler bu yanlıştan son derece memnundular ve bu memnuniyetlerini stratejilerinde değerlendirerek Türkiye’ye ve Müslümanlara büyük oyunlar oynadılar.
Hâlâ da sormuyorlar. Soramıyorlar.
Her halde, cevabını veremeyeceklerinden korkuyorlar. Böyle olunca da işi el yordamıyla, idarei maslahatla götürmeye çalışıyorlar.
Ve bu idarei maslahatçılığı bir büyük hüner sanıyorlar.
Bu soruyu önce aydınların, sonra da siyasetin cesaret ve ciddiyetle sorması gerektiğini ilk kez bendeniz TBMM'de gündeme getirdim. Hem normal konuşmalarımda hem de senede bir gün yapılan 23 Nisan Olağanüstü Genel Kurulu'nda.
İsraf zümrelerinin başında devlet geliyor.
Biz, öncelikle devletin bulaştığı israf illetinin önünün kesilmesini istemekteyiz. Çünkü bu konuda en inandırıcı ve etkili örnek devlettir.
Türkiye'de devlet bünyesinde ciddî bir israf vardır.
Bürokrasideki israfın utanmazlık boyutu insaf ve insanlık sınırlarını delip geçmiştir. Birbirine riyakârlık olsun diye Cuma namazlarında buluşan nice ‘dindar bürokrat’ (!) gazetelerinin satın alımını, çocuklarının okula gidiş gelişlerini devletin Mercedesleriyle yapmakta hiçbir sakınca görmemektedir.
Bunlardan biri de israf veya savurganlık dediğimiz kavramdır.
Birkaç gün önce çıkmış bulunan ‘Küresel Âfetler’ kitabımda din ve ekonomi açısından küresel ölçekte değerlendirmelere aldığım bu kavramın, , insanın ruhsal yozlaşması ve terör âfetiyle irtibatlarını yine küresel ölçekte, derinliğine ve genişliğine kurdum.
Ve sanıyorum, 1986 Çernobil olayı üzerine açtığım bir dosyanın ürünü olan bu kitabı tam zamanında yayınladım. 22 yıl üstüne.
Mutluyum.
İnsanlığın bütünleşmesi, uygarlıkların kaynaşması, halkların kucaklaşması mı yoksa süper güçlerin sömürü aracı markalarının, hayat tarzlarının, dillerinin dayatılması mı?
Küreselleşme, dünya halklarının ve kültürlerinin kucaklaşması mı, yoksa bir ‘postmodern sömürgecilik’ mi?
Bu ikinci anlamda bir küreselleşmeye şiddetle karşıyız.
ABD,
Önce şunu kaydetmeliyim:
Sömürgecilik kitabım 2003 yılında üç bin adet basıldı ve o baskı, o günden beri hâlâ bitmedi. Bana bildirildiğine göre, daha dört yüz civarında kitap var.
Bu kitabın dışındaki hiçbir eserimin bu sayıda bir baskısı bir veya iki aydan fazla beklememiştir.
Allah ile Aldatmak, Yeniden Yapılanmak gibi bazı kitaplarımın bu sayıda baskıları bir veya iki gün bile sürmeden tükenmiştir.
Hâlâ best seller listedeki yerini koruyan Allah ile Aldatmak dört ayda 56 baskı yaptı. Yeniden Yapılanmak ise bundan daha hızlı basılan bir kitap olmuştu.
Korsan baskıların, bu resmî yayınların iki üç katı satıldığını da bu işin uzmanlarından dinledim. Hatta CHP Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal, bir telefon görüşmemizde, benim de hoşuma giden bir espri yaparak şöyle demişti:
“Yaşar Bey, Allah ile Aldatmak kitabının çok sayıda korsanının basıldığını duyuyorum. Sizden ricam, ortak manifestomuz olan bu kitabın korsan baskılarını takibe almayın, lütfen bırakın bu korsan baskılar yapılsın. Çünkü bu korsan baskıcılar kitabı sizin yayıncılarınızın ulaştıramayacağınız yerlere ulaştırıyorlar. Köy kahvelerine kadar sokuyorlar. Bırakın ne kazanırlarsa kazansınlar ama kitabı okutsunlar.”
Bu tezin babası ise, ünlü Amerikalı yazar Francis Fukuyama idi.
Fukuyama adı ve onun ‘devleti küçültme’yi öne çıkaran tezi, 11 Eylül öncesi dünyada bir kıyamet fırtınası gibi esmiş, Fukuyama ismi, kısa sürede ilahlaştırılmıştı.
Çağdaş sömürüyü küreselleşme adı altında meşrulaştıran Batılı birçok ülke ve aydın, Fukuyama’nın bu tezini yirmi dört saat kitlelerin beynine pompalamaktaydılar.
Türkiye’deki ‘küreselci ve devletten rahatsız aydınlar’ ise Fukuyama’yı ilah, onun tezini de ‘vahyin son verileri’ gibi algılamış ve tezi âdeta dinleştirmişlerdi.
Türkiye'nin Ankara'dan yönetilmesinin iki temel anlamı var:
1. Dışarıdan yönetilmemek,
2. Merkezî otoritenin zaafa uğratılmaması.
Küreselleşme adı altında yürütülen yeni sömürgecilik, yerel yönetimleri güçlendirme ve daha çok demokrasi sloganlarıyla merkezî yönetimi zayıflatıp devleti işlevsel olmaktan çıkarmak istiyor.
Küreselleşmenin arkasındaki süper güç iradesi, karşısında güçlü devlet istememektedir.