Yalçın Doğan

Anne Frank’ın kestane ağacı yoğun bakımda

23 Aralık 2007
"Kestane ağacım bu yıl çok çiçek açtı, bol meyve verdi. Geçen yıla göre çok daha verimli, çok daha güzel." Nazilerden kaçmak için tavan arasında iki yıl boyunca tuttuğu günlüğe yazılan Anne Frank’ın bu cümlesiyle, o kestane ağacı tarihteki yerini alıyor. İşte Hollanda’nın Amsterdam kentindeki o kestane ağacı hasta. Şimdi Anne Frank’ın anısına sahip çıkmak adına yoğun bakım altında.

Ayağı ipe takılıyor. İp gaz lambasına bağlı. İp çekilince, lamba yanıyor.

Arkadaşının ipe takılması çok zamansız. Sekiz kişiyi ölüme götürecek kadar zamansız. Lamba yanıyor ve Amsterdam’da bir evin çatı katında saklanan sekiz Yahudi’yi ele veriyor. Tam o sırada evin önünden geçen Nazi askerleri ışığı görüyor, çatı katına çıkıyor. Saklananları yakalıyor. Bu, aralarında bulunan Anne Frank için de, sonun başlangıcı.

Yahudi soykırımı ile ilgili dünyayı yıllarca meşgul eden, tam 60 dile çevrilen, hemen herkesin okuduğu, kendi alanında en popüler kitapların başında gelen "Anne Frank’ın Hatıra Defteri" işte bu çatı katında yazılıyor.

Anne Frank’ın babası Almanya’nın Frankfurt kentinde bir bankada görevli bir Yahudi. 1933’te Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesiyle birlikte Hollanda’ya kaçıyor.

DOĞUM GÜNÜ ARMAĞANI

1940’ta Almanlar Hollanda’yı işgal edince, Yahudiler için yine zor günler başlıyor. Tek tek yakalananlar toplama kamplarına gönderiliyor, oradan da gaz odalarına.

Frank Ailesi, Amsterdam’da kanallardan birinin kenarında beş katlı bir evin çatı katına saklanıyor. 13 yaşındaki kızları Anne Frank ile birlikte. O sırada Anne’in doğum günü. Baba Frank kızına bir hatıra defteri veriyor, doğum günü armağanı.

Anne Frank iki yıl boyunca burada yaşadıklarını deftere yazıyor. Bir yandan birlikte saklandıkları diğer yedi kişi sadık dostları. Ama öte yandan asıl dostu, bu hatıra defteri. Anne defterine, "Öldükten sonra da yaşamak istiyorum" diye bir not düşüyor.

Lambanın yanmasıyla birlikte, yakalanan sekiz kişiden biri de Anne Frank. Sekizi de, SS’ler tarafından Polonya’daki Auschwitz toplama kampına gönderiliyor.

Aile burada ayrılıyor. Babaları orada kalıyor, Anne ile ablası Bergen-Belsen kampına gönderiliyor. Anne Frank, 1945 yılında 15 yaşında toplama kampında ölüyor. Bir rivayete göre tifodan. Bir başka rivayete göre gaz odasında can veriyor.

MÜZEYE DÖNÜŞEN EV

Amsterdam’da saklandıkları ev bir koruluğa bakıyor. Korulukta bir kestane ağacı var. 13 Mayıs 1944 tarihli günlüğüne, Anne Frank şunu yazıyor: "Kestane ağacım bu yıl çok çiçek açtı, bol meyve verdi. Geçen yıla göre çok daha verimli, çok daha güzel."

Bu cümleyle birlikte, o kestane ağacı da, tarihteki yerini alıyor. Nazilerden saklananların ruh durumları incelenirken, zaman zaman kestane ağacına gönderme yapan sosyal psikologlar eksik değil. Hatta çevreyi inceleyen tarihçiler. Sonraki yıllarda o ev müzeye dönüştürülüyor.

On beş yıl kadar önce müzeyi ziyaret ettiğimde, o kestane ağacı benim de dikkatimi çekiyor. Çekmeyecek gibi değil, ihtişamlı, bol çiçekli, kestaneden çok, çınar gibi. Yirmi metre boyunda, 150 yıllık ağaç.

O kestane ağacı şimdi bütün Avrupa’nın dilinde. Avrupa’nın önde gelen botanik uzmanları o kestane ağacının kurtarmak amacıyla, seferber olmuş durumda. Ağaç her yıl "tıbbi kontrolden" geçiyor.

Geçenlerdeki kontrol sırasında bir hastalık teşhis ediliyor. Ağacın kökleri kurumaya yüz tutuyor. Onu ayakta tutan köklerin sayısı ne yazık ki, üçe düşüyor. Üç kökle, 150 yıllık dev ağacın ayakta kalması mümkün değil.

Kestane ağacı yoğun bakıma alınıyor. Birincisi çevre adına, ikincisi Anne Frank’ın anısına sahip çıkmak adına.

Ağacı kurtarmak, tarihsel anıları kurtarmak kampanyasına dönüşüyor. Ağacın yoğun bakımdan çıkmasını bekliyorum.
Yazının Devamını Oku

İki yıla kadar gözaltı süresi

22 Aralık 2007
Malezya"ÖZGÜRLÜKLER benim sonraki tercihim, benim için güvenlik ve istikrar önce gelir". Başbakanın bu sözlerinden sonra hızla kabul edilen bir yasa, Malezya’da bardağı taşırıyor. İnsanlar sokaklara dökülüyor. Müslüman Malezya’da kimsenin bayram filan dinlediği yok, gösterilerin ardı arkası kesilmiyor.

Bir zamanlar bizde manşetlerden inmeyen, TV röportajlarından geçilmeyen Malezya’da işler iyi gitmiyor. Eleştiriler karşısında Başbakan Badawi’nin sinirleri fena halde bozuluyor. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, bozulan sinirlerin klasik hastalığı var: Sertlik. O da, sonun başlangıcı demek.

Badawi’nin bulduğu çözüm, gözaltı süresini iki yıla çıkarmak. İki yıllık gözaltı süresi, insan hakları ihlalinde bir rekor. Diktatörlükler dahil, bütün zamanların en uzun gözaltı süresi.

ANKET VE YARGI

Malezya, sanki aslında sizin çok iyi bildiğiniz bir ülke.

İnsanlar sokaklara döküldükçe, Başbakan Badawi anket yaptırıyor. Yooo, hiç de öyle değil, anketlere göre, halkın yüzde 54’ü hükümeti destekliyor.

Bu anket ve bu oran size bir şey anımsatıyor mu?

Malezya’da yargı atamaları büyük sorun yaratıyor. Yargıç atamalarında, hükümet "bizden birileri olsun" peşinde. Hatta, buna bazı rüşvet iddiaları da karışıyor. Muhalefet ve halkın sokaklara dökülmesindeki nedenlerden biri de bu. Bağımsız yargının sona ermesi. Buna iki yıllık gözaltı süre eklendiğinde, gerisini siz düşünün.

Yargıyı ele geçirmek tartışmaları size bir şey anımsatıyor mu?

HİNDRAF VE TAMİL

Malezya’da yaşayan Hintliler kendi haklarını istiyor. Onların haklarını koruyan bir örgüt var. Hindu Rights Action Force, kısaca Hindraf.

Sokak gösterilerini ilk başlatan bu örgüt. Etnik sorun var. Gösteriler böyle başlıyor, başka nedenlerle yayılıyor. Hükümet Hintli örgütün Tamil terör örgütü ile bağlantısı olduğunu öne sürüyor. İş çığırından iyice çıkıyor.

Etnik sorun, terör örgütü ve ötesi, size bir şey anımsatıyor mu?

Malezya, Müslüman topluluğun gözdesi. Malezya, doğunun cenneti. Malezya, İslam bankacılığının kalbi. Malezya, İslam’la birlikte modern yaşamın at başı gittiği örnek ülke.

Malezya, şimdi İslam’la birlikte koyu bir diktatörlüğe yol alan ülke.

Deniz bile kana bulandı

AHMEDİNEJAT’in Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra İran’a gidiyorum. İran şimdi ne olacak, merakıyla. İki yıl önce.

İran’da kaldığım günler Kurban Bayramı’na denk düşüyor. Tahran’da bayram sabahı sokak sokak dolaşıyorum. Sanki kurban kesilmiyor. Ne boğalar insan kovalıyor, ne sokaklar kesim nedeniyle kan gölüne dönüşüyor, ne kurban fiyatı nedeniyle insanlar birbirine bıçak çekiyor. Ne pislik, ne çamur, ne sokaklara yağmur gibi akan kanlar. Orası İran.

Burası Türkiye, AB iddiası var, modern ülke iddiası var. Doğu ülkelerine tur bindirir iddiası var.

Kurban manzaralarındaki felaketten Boğaziçi bile nasibini alıyor. Tepelerden akan kurban kanları Boğaza karışıyor, Boğaz kana bulanıyor.

Kopenhag kriterleri, savunma harcamalarının denetimi, töre cinayetleri, onlardan vazgeçiyorum, siz bir AB ülkesi olsanız, bu manzaralardan sonra Türkiye’yi AB’ye alır mısınız?

Belediyeler yetersiz ve beceriksiz. Sadece o mu?
Yazının Devamını Oku

Pembe gözlükleri IMF kırdı

21 Aralık 2007
BÜYÜMEDE görülmemiş rekorlara imza atıyoruz. Varoool.<br><br>İhracatta rekor patlama yaratıyoruz. Nuroool. Memurumuzu, işçimizi enflasyona ezdirmiyoruz. Sağoool.

Yabancı sermaye girişi, özelleştirme, topraklandırma, havalandırma, sulandırma ve tekmili, nurlu ufuklara yelken açmış ekonominin grafiğini AKP iktidarı çiziyor, nazar boncuğunu büyük sermaye takıyor. "Aman her şey ne kadar iyi, ne kadar güzel, hiç bu kadar iyi olmamıştı şekerim" şıkıdım, şıkıdım.

Derkeeeeen...

Devreye kara gün dostumuz, aziz kurtarıcımız, mekanı cennet olsun, IMF biraderimiz giriyor. Bir rapor yazıyor. Yok, olmaz, böyle kardeşlik olmaz. Bizim üzerimizde bu kadar hakkı var, bize bu yapılmaz.

SEKİZ ÜLKEYE DİKKAT

IMF aralarında Brezilya, Rusya, Macaristan, Güney Afrika, Polonya’nın da yer aldığı sekiz ülkeyi sıralıyor.

Ekonomik krize en yakın ülkeler.

Hiç hoş bir senaryo değil. Ne yazık ki, IMF bu sekiz ülke arasına Türkiye’yi de katıyor. 2001’den beri üzerine titrediği Türkiye’yi, şimdi kırılgan ilan ediyor.

Neden? Ekonomik gerekçeler gösteriyor. Döviz rezervlerinin kısa dönemli borçlara oranı, cari işlemler açığının milli gelire oranı, kamu borçlarının milli gelire oranı, özel sektöre açılan kredilerin milli gelire oranı gibi. Bunların hepsi yüksek. Hastalıklı bir ekonominin göstergeleri. Bunları ve daha başka gerekçeleri sıraladıktan sonra, dünyaya dönüyor, Türkiye’ye dikkat edin, diyor.

BU İHANETTİR

Yahu aziz kardeşim, biz yedi yıldır senin eline bakmıyor muyuz? Bizi sen pışpışlamıyor musun? Yedi yıldır biz senin sözünden dışarı çıkıyor muyuz?

Ama, rapor ortada. Gerçek acı. Yedi yıldır al takke, ver külah, şimdi tehlike çanları çalmak. Bu bir ihanet. IMF ihaneti.

AKP ne yapıyor? AKP bu raporu görmezden geliyor. AKP hepimize hala pembe gözlük takmak peşinde.

Oysa, pembe gözlük çoktan kırılıyor. Kıran yedi yıldır ekonomiyi yöneten IMF.

Pembe gözlüğü ilk çıkartan CHP İstanbul milletvekili İlhan Kesici. Geçen Cuma Mecliste yaptığı bütçe konuşmasıyla IMF Raporunu açıklıyor, başta AKP ve büyük sermaye, herkesi pembe gözlükleri çıkarmaya davet ediyor.

Fiyat artışı, büyüme hızındaki düşüş haberleri, bu rapor sonrasında geliyor. Pembe solmaya yüz tutuyor. Sıra o gözlükleri çıkartıp, gerçekle yüzleşmekte.

Siyah süt

Doğum
sonrası kadınlardaki ruh hali. Karmaşık duygular, çalkalanmalar, uyumsuzluk, adını koymakta sakınca yok, depresyon.

Elif Şafak’ın piyasaya çıktığı andan itibaren, en çok satan kitaplar listesinin başına oturan son romanı Siyah Süt ilk bakışta o ruh halini anlatıyor gibi. Oysa, elime aldığımda hiç bırakmadan okuduğum Siyah Süt, bana çok başka alanları açıyor.

Hamilelik ve doğum sonrası depresyon sizin olsun, örneğin kitap benim için küçük çapta bir yabancı kadın yazarlar antolojisi gibi. Pek çok yabancı kadın yazarın özeline girerek, o özel hayatlardan bizde tat bırakan, bizimle onlar arasında bağ kuran, o özdeşlikten yola çıkarak, bizi kendimizle hesaplaşmaya iten bir kitap.

Ve de yazmak ile ilgili bölümler. Yazmanın psikolojisi, yazmaya en yatkın olduğumuz ve en çok uzaklaştığımız dönemler. Yazmak hevesi, yazmak isteyip de, bir türlü başlayamamak. Yazmakla ulaşılan doygunluk. Yazmak, çünkü en büyük eylem.

Romanları okuyorum, geçiyor, bir başka kitaba ve romana kadar. Siyah Süt’ün bazı bölümlerini altını çizerek okuyorum. Unutmak istemediğim için.
Yazının Devamını Oku

Avrupa Erdoğan’ı sosyal demokrat saydı

20 Aralık 2007
HEPSİ sosyal demokrat, biri hariç. Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) çıkardığı kitaba hepsi birer makale yazıyor. Avrupa’nın önde gelen sosyal demokratları. Almanca kitabın adı 21. Yüzyılda Sosyal Demokrat Dış Politika

Segolene Royal (Fransa Cumhurbaşkanı adayı), Tony Blair (İngiliz eski Başbakanı), Alfred Gusenbauer (Avusturya Başbakanı) Rasmussen (Danimarka Başbakanı), Jose Zapatero (İspanya Başbakanı), Walter Steinmeier (Almanya Dışişleri Bakanı), Martin Schulz (Avrupa Parlamentosu Sosyal Demokrat Gurup Başkan vekili), Günter Verheugen (AB Komisyon Başkan Yardımcısı), Erhard Eppler (Almanya Ekonomi Bakanı), Sigmar Gabriel (Almanya Çevre Bakanı), Anke Fuchs (Almanya Gençlik ve Aile Bakanı).

Bu ve adını sayamadığım politikacılar dışında, kitapta bilim adamları, gazeteciler, din adamları, uluslararası kuruluşlar ve sendika başkanlarının yazıları var. Toplam 47 yazı. Hepsi Avrupa’nın tanınmış sosyal demokratları. Kitabı derleyen SPD’nin Başkanı Kurt Beck.

KİM SOSYAL DEMOKRAT

Kitap insan hakları, globalleşme, çevre, güvenlik, kalkınma, AB ve sosyal demokrat partilerin ilişkileri üzerine, yaşadığımız yüzyılda sosyal demokrat politikaların ne olması gerektiğini inceliyor. 500 sayfa.

Bu kitapta sosyal demokrat olarak Türkiye’den kimin yazısı var? Deniz Baykal’ın, Zeki Sezer’in, sosyal demokrat olarak bilinen herhangi bir bilim adamı ya da sendikacının, kimin?

Tahmini çok güç.

Kitapta Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bir yazısı var.

Sosyal demokrat olmayan, muhafazakar bir parti lideri olarak Erdoğan’ın yazısı. Yazı Türkiye’nin AB üyeliği üzerine, Bir Barış Projesi olarak AB’nin Genişlemesi başlığını taşıyor.

AB ÜYELİĞİNİ SAVUNUYOR

Yazı İngilizce yazılıyor, sonra Almancaya çevriliyor. Batı felsefesi ve Batı kültürüne dayalı yazıda, Erdoğan Türkiye’nin AB üyeliğini savunuyor.

AB’yi farklı felsefe ve kültürlerin merkezi olarak tanımlıyor, çatışma yerine barışın, temel hak ve özgürlüklerin garantisi olarak görüyor. İkiyüz yıldır süren Batılaşma çabalarına dikkat çekerek, Türkiye’nin tarihsel olarak değişime hep açık olduğunu vurguluyor. Ekliyor:

"Türkiye’nin AB üyeliği, Avrupa’nın çok kültürlülüğü kabul ettiğinin dünyaya mesajı olacaktır. Türkiye’yi Müslüman olduğu için dışarda bırakmak isteyenlere karşı, farklılığı gerginlik kaynağı olarak görenlere, tam bir yanıt olacaktır."

Erdoğan
yazısının sonunda, Türkiye’nin uluslararası alanda oynadığı rolü belirtiyor. Lübnan ile İsrail-Filistin barış girişimlerini örnek veriyor.

CHP DIŞLANIYOR

Önemli olan, Erdoğan’ın yazısının içeriğinin çok ötesinde, sosyal demokratların dış politika görüşünün derlendiği bir kitapta, Erdoğan’a yer verilmesi.

Kitabı derleyen SPD yöneticilerine soruyorum, "Neden Erdoğan, neden bir sosyal demokrat lider değil de, Erdoğan" diye. Aldığım yanıt Avrupa’da önemli çoğunluğun ortak görüşü: "Türkiye’de CHP’yi artık sosyal demokrat kabul etmiyoruz."

Ya Erdoğan’ı? Kendisini ve partisini muhafazakar-liberal tanımlayan Erdoğan’ı? "İzlediği dış politika sosyal demokrat anlayışa uygun, bu kitap zaten dış politika kitabı."

Görüyor musunuz başımıza geleni? Elin oğlu Erdoğan’ı sosyal demokrat kabul ediyor. Deniz Baykal’ın yüzüne bile bakmıyor, onu fena halde dışarda bırakıyor.

Sosyal demokratların zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri kalmıyor.
Yazının Devamını Oku

Göz boyamanın sonuna geldik

19 Aralık 2007
ALTMIŞ tane Atatürk Barajı’nın sökülüp bu coğrafyanın dışına taşınması gibi. Çok mu irkiltici? O zaman bir başka hesap.

Ermeni sorunu, AB, terörle mücadele, dünyaya derdini anlatma ve saire, Dışişleri Bakanlığının görevi. Dışişlerine bütçeden ayrılan para, yabancılara ödenen sadece dört günlük faize eşit gibi.

Çok mu irkiltici? O zaman bir başka hesap.

Türkiye’yi bilgi toplumuna ulaştıracak, derin araştırmalarla teknolojik atılıma katkıda bulunacak üniversitelere bütçeden ayrılan para yabancılara ödenen tek günlük faize eşit gibi.

Çok mu irkiltici? O zaman şu rakam.

AKP iktidarında, 2002-2007 arasında Türkiye 184 milyar dolar faiz ödüyor. 184 milyar dolarlık faiz altmış tane Atatürk Barajı’na eşit. Bu faizi Dışişleri ya da üniversiteler bütçesi ile karşılaştırmak, insanın içini titretiyor.

AKP hep övünüyor, herkes Türkiye’ye gelmek istiyor, diye. Doğru, bu kadar ballı faizi görünce kim gelmek istemez.

BUNUN ADI SÖMÜRÜ

Öyle ballı ki, şu karşılaştırma çoktan yetiyor.

Yunanistan yüzde 4.87 ile, Mısır yüzde 7.13 ile, El Kaide işgalinde, iç kargaşaya sürüklenen Pakistan yüzde 9.73 ile borç bulurken, Türkiye yüzde 17.21 faizle borçlanıyor.

Üstelik, burada bir başka ahmaklık ve kötü yönetim var. Türkiye kendi döviz birikimini ABD ve AB hazine bonolarına yüzde 4-5 faizle bağlıyor, ama kendisi yüzde 17.21 ile borç alıyor.

Ahmaklığın adı, isteyen herkes Türkiye’ye borç veriyor, çünkü Türkiye güvenilir ülke, oluyor. Türkiye dünyanın en yüksek faizle borçlanan birkaç ülkesinden biri.

Doğru, herkes Türkiye’ye para getiriyor. İki yıl önce Türkiye’ye gelen 100 milyon dolar, iki yıl sonra 225 milyon dolar olarak, yurt dışına çıkıyor. Böyle bir kazanç dünyanın hiçbir ülkesinde yok.

Bunun adı, artık unuttuğumuz bir kavram: Sömürmek. AKP yönetimi Türkiye’nin sömürülmesine izin veriyor. Parlak nutuklarla.

İLHAN KESİCİ

Ekonomide büyüme hızı düşüyor, enflasyon artıyor. Son günlerin en ciddi olayı, saman alevi gibi parlayıp, sönüyor. AKP bağımlısı sermaye ve AKP, bunun tartışılmasını istemiyor. Unutmak istiyor. Görmezden geliyor.

Bütçenin son gününde CHP adına kürsüye çıkan İstanbul milletvekili İlhan Kesici son yılların en parlak konuşmalarından birini yapıyor. Hay huy arasında üzerinde durulmayan bu konuşma, ekonomideki gerçeklerini insanın gözünün içine sokuyor. Yukarıdaki ve aşağıdaki rakamlar Kesici’nin konuşmasından.

2002’de iç ve dış borç, kamu ve özel toplamı 218 milyar dolar. Bugün 436 milyar dolar. Tam iki katı.

Son beş yılda, Türkiye büyüyor, nutuklarının arkasındaki gerçek bu. Türkiye büyüyor, ama biz büyümüyoruz. Bizim refahımız geriliyor. Bu borç bizim sırtımızda. Birileri, bizim sırtımızdan büyüyor.

SİYASAL FELAKET

Refahı sürdürebilmek için, cepten yiyoruz. Kredi kartından.

Kredi kartı pratik ve modern. Madem büyüyoruz, o zaman gördüğümüzü alalım.

2002’de hepimizin kredi kartı borcu toplam dört milyar dolar. Büyüyoruz, gördüğümüzü alıyoruz, kredi kartı borcu bugün toplam 74 milyar dolar.

Hani nerede bizim refahımız? Tam bir aldatmaca ve göz boyama.

Devletin, özel sektörün ve tek tek insanların bu ölçüde borç altına girmesi, siyasal felaketlerle sonuçlanıyor. Tarih öyle, öyle bir coğrafyada yaşıyoruz.

Aldatmanın bir diğer yönü, dış ticaret. Övünüyoruz, ihracat 112 milyar doları aştı, diye. İyi ve başarılı. Ama, ithalat da 177 milyar doları aşıyor. 65 milyar dolarlık açık. Bu açığın milli gelire oranı yüzde 12.5. Bu bir rekor.

Terör Türkiye’nin bir numaralı sorunu. Ekonomideki vahim gelişmeler terörün hemen arkasından geliyor. Bunu sınır ötesi operasyonla aşmak mümkün değil.

Mösyö Çelik Fazıl Say Türkiye’dir

SÜRPRİZ değil. Bu Milli Eğitim Bakanından bu beklenir. Kendi kültürüne, kendi sanatçısına bu kadar uzak kalınca, asıl başka türlü davranış sürpriz olur.

Fazıl Say çok hak verdiğim eleştirilerinde, okullarda müzik derslerinin boş geçtiğini, söylüyor. Bu sözlerini Müzik Eğitimcileri Derneği de doğruluyor.

Gelin görün ki, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, Fazıl Say’a celalleniyor ve hakkında tazminat davası açmaya kalkıyor.

Dünyanın hangi uygar ülkesinde, hakaret içermediği sürece, bir bakan bir sanatçıya sözlerinden dolayı tazminat davası açıyor? Hangisinde?

Mösyö Çelik, Fazıl Say Türkiye’dir.

Bu denklemi anlamak için, De Gaulle ve Jean Paul Sartre örneğini bilmek gerek. Batıdaki siyasetçilerin sanatçılara, düşünürlere duruşunu sergileyen örneği.

Fazıl Say’a dava açmakla Mösyö Çelik kendini ele veriyor. Mösyö Çelik’in asıl kızdığı bu değil, Say’ın Türkiye’nin resmini çizen sözleri. Müzik dersleri bahane.

AKP, Mösyö Çelik üzerinden Fazıl Say’dan intikam alma çabasında.
Yazının Devamını Oku

Artık Bush’a dua etmiyorlar

18 Aralık 2007
ELEKTRİKLERİ kesip, PKK’lıları Musul ve Sincar’a kaçırıyor Barzani yönetimi.<br><br>Bir hafta önce, Kuzey Irak’ta Telafer’de elektrikler kesiliyor. Yaklaşık üç saat süren elektrik kesintisi sırasında, Barzani yönetimi 300 PKK’lıyı ülkenin başka yerlerine kaçırıyor. Barzani’nin PKK’ya verdiği desteğin son halkası. Kuzey Irak’la temas halinde olan bazı yetkin isimlerle konuşuyorum dün. Bu kaçırmaya rağmen, onların söylediği:

"PKK ağır zayiat verdi."

Bu bilgi dün Kuzey Irak kaynaklı. Ama, hangi çapta, kaç kişi, o henüz belli değil.

10 MİLYAR DOLAR

Son hava operasyonu, teknolojik açıdan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ciddi aşama kaydettiğini gösteriyor. Bu anlamda bir ilk, diğerlerinden farklı.

TSK bu teknolojik sıçramaya, 10 milyar dolarlık harcama ile ulaşıyor.

Dünyada halen bir trilyon dolarlık silah harcaması var. Bunun 450 milyar doları, hemen hemen yarısı Amerika’ya ait. Türkiye silah harcaması sırasında dünyada ondördüncü.

Hava harekatı bu teknolojik üstünlüğe dayanıyor. Harekatın gece yapılmasının temel nedenlerinden biri, PKK’nın elinde bulunduğu bildirilen füze ve uçaksavarlardan korunmak tezinden ileri geliyor.

Dünyada kaç terör örgütünün elinde füze ve uçaksavar var? Buna harcanan parayı PKK nereden buluyor? O silahları PKK’ya kim satıyor?

ABD İZNİ

Bu teknolojik üstünlükle birlikte, harekata Amerika’nın izin verdiği gün gibi ortada. Önce istihbarat, ardından Kuzey Irak hava sahasını açması.

Ancak harekattan sonra, Pentagon’un operasyona destek veren açıklamasını gözden kaçırmak yanlış:

"Bu askeri operasyon, artık başka önlemler de gerek."

Açıklamayı yapan Beyaz Saray ya da ABD Dışişleri Bakanlığı değil, Pentagon. Hitap ettiği Türk Hükümeti değil, doğrudan Genelkurmay Başkanlığı.

Yani, teröristle mücadele silahla olur, ama terörün kökünü kazımak için, başka önlemler gerek, diyor. Bunu da, Genelkurmay’a söyleyerek, hükümetin aklında bulunan bazı önlemleri engellemeyin, demeye getiriyor.

Harekatın başarısı arasında gözden kaçabilecek çok önemli bir uyarı.

KUZEY IRAK BOZUK

Hava harekatı Bağdat ile Barzani arasını açıyor.

Harekat başladıktan sonra, Barzani Bağdat Yönetimini sıkıştırıyor ve bir an önce durdurulması için çağrıda bulunuyor. Barzani açıklama için tam sekiz saat bekliyor. Çağrı yok, Türk Büyükelçisi’ne verilen nota var. Çünkü, Bağdat farkında, bu ABD’den onay alınmış bir harekat.

Dün Kuzey Irak’la birkaç telefon görüşmesi yapıyorum. İlginç bir ayrıntıya ulaşıyorum.

Türkiye sınır operasyonunu dile getirdiği günden bu yana, özellikle son iki aydır, Kuzey Irak’ta halk ABD Başkanı Bush’a dua ediyor. Bush’un kendilerini koruduğuna ve koruyacağına dair inançlarından dolayı. Ama, önceki akşam bu dualar sona eriyor.

Kuzey Irak Yönetimi Bush’a, Ankara’ya ve Bağdat’a müthiş bozuk. Ankara’ya harekat için, Bush ile Bağdat’a kendilerini yalnız bıraktıkları için.

Son iki haftadır Kuzey Irak’a bombalardan önce, el ilanları yağıyor. Dağdan inme ve teslim olma çağrısı. İlanların üç-beş kişinin Türkiye’ye dönmesi dışında, hemen hiç etkisi görülmüyor.

Sıra şimdi, dağdan inmeyi kolaylaştırmak, dağa çıkmayı önlemekten geçiyor.
Yazının Devamını Oku

Gelinsiz, damatsız salonda barış düğünleri

16 Aralık 2007
Düğün salonu. Diyarbakır’da. Balonlar havada uçuşurken, davullar vuruyor. Ne damat var, ne gelin. Damat ve gelin yerine, bıyıklı, poturlu, koca koca adamlar. Hani ile Alkan aileleri sahnede yerini alıyor. Eruh, Diyarbakır, Yüksekova, Siirt, Kurtalan, Bingöl, Karayazı, Dicle... Kanlı bıçaklı aileler, aşiretler... Diplomasi ile barıştırılıyor. Bütün bu törenler 2005, 2006, 2007 yıllarında. Kim giriyor araya? Bugünkü DTP’liler, geçmişteki HEP ve DEP’liler. DTP’nin bugün bu fırsatı kaçırması yazık. Türkiye’nin bu fırsatı görmezlikten gelmesi yazık.

Genç adam dut gibi aşık. Kız da, ona. Ama, arada bir sorun var. Adam Botan, kız Hınara aşiretinden. Mümkün değil, o aşiret o kızı öteki aşirete vermiyor.

Ateş bacayı sarmış bir kere. Çare yok, adam kızı kaçırıyor. Kızın kaçırılmasıyla birlikte, silahlar konuşmaya başlıyor. Botan aşiretinden bir, Hınara’dan iki kişi öldürülüyor. Ve aşiret kavgası başlıyor.

Araya birileri giriyor. Önce kendi toplumu içinde barışı sağlamak adına. Bu gibi yerel çatışmaları önlemek adına.

Tam bir diplomasi trafiği başlıyor. Sonunda diplomasi başarı kazanıyor. Van’da düzenlenen törenle aşiretler barışıyor. Kız da, genç adam da şimdi mutlular. Töre için sıkılan kurşunlar silahlarda kalıyor.

Eruhlu Uğur ile Aytiş ailelerinin arası yine kız yüzünden bozuluyor. Biri ötekinin kızını kaçırıyor. Çıkan çatışmada iki aileden birer kişi hayatını kaybediyor. Kan davası bölgeye yayılıyor.

Araya birileri giriyor. Önce kendi toplumu içinde barışı sağlamak adına. Araya giren diplomasi, başarıya ulaşıyor. Aileler barıştırılıyor.

GELİNSİZ, DAMATSIZSALONDA BARIŞ DÜĞÜNÜ

Düğün salonu. Diyarbakır’da. Balonlar havada uçuşurken, davullar vuruyor. Ne damat var, ne gelin. Damat ve gelin yerine, bıyıklı, poturlu, koca koca adamlar. Hani ile Alkan aileleri sahnede yerini alıyor.

Diyarbakır’ın gözü o düğün salonunda. Tam on bir bin dönüm arazi için çıkan toprak anlaşmazlığı, iki aileden sekiz kişinin öldürülmesine yol açıyor. Topraktan çıkan anlaşmazlık, kısa sürede çevrenin en önemli kavgasına dönüşüyor.

Araya birileri giriyor. Önce kendi toplumu içinde barışı sağlamak adına. Araya giren diplomasi, başarısını düğün salonunda düzenlenen törende gösteriyor. Anlaşmazlık barışla noktalanıyor.

Atılan ve Temelli aileleri aslında aynı aşiretten, Yüksekova’da Oramar aşiretinden. Ortak kullandıkları yaylayı paylaşamıyorlar. Silahlar konuşuyor. Bir kişi ölünce, kan davası başlıyor.

Araya birileri giriyor. Önce kendi toplumu içinde barışı sağlamak adına. Araya giren diplomasi Yüksekova’da tüm yöre halkının katılımıyla düzenlenen törende barışıyor.

Siirt’in Çelik ve Aslancı aileleri arasında, nedeni bile unutulmuş, ama yıllardır süren kan davası. Bir kişi öldürülüyor, yaralılar var.

Araya birileri giriyor. Önce kendi toplumu içinde barışı sağlamak adına. Araya giren diplomasi, herkesin katıldığı törenle barışı sağlıyor.

BARIŞTIRAN ESKİ DEP MİLLETVEKİLİ

Şırnaklı Dalga Ailesi ile Urfalı Tetik Ailesi arasında kan davası. Yeni evli bir genç öldürülüyor.

Araya yine birileri giriyor. Önce kendi toplumu içinde barışı sağlamak adına. Araya giren diplomasi barışı sağlıyor. Aileler barışıyor.

Kurtalan’da Yön ve Derya aileleri, Bingöl’de Şiva ve Selamatin aşiretleri, Erzurum Karayazı’da Cevheroğlu ve Taştan aileleri, Diyarbakır Dicle’de Çekik ve Başbuğ aileleri yayla, toprak, kız kaçırma nedenleriyle kavgaya tutuşuyor. Öldürülen insanlar, birbirini öldürmek için takip eden insanlar.

Hepsinde araya birileri giriyor. Önce kendi toplumu içinde barışı sağlamak adına. Araya giren diplomasi barışı sağlıyor. Barış, her sefer yöredeki insanların katılımıyla törenlerle geliyor.

Bütün bu törenlerin yeri ve tarihi gün be gün kayıtlı. 2005, 2006, 2007 yıllarında.

Kim giriyor araya? O başarılı diplomasiyi yürüten kim? Bugünkü DTP’liler, geçmişteki HEP ve DEP’liler.

Eski DEP milletvekili Selim Sadak diplomaside başrolü oynuyor. Tüm yörede komisyonlar kuruluyor. Tek tek anlaşmazlıklar ortaya çıkartılıyor ve sonra kendi geleneğine uygun biçimde yürütülen diplomasi ile aşiretler arasında huzur sağlanıyor. DTP yörede bu kadar güçlü.

DTP üzerinde bugün siyasal bir gölge var. İş edindiğinde, önyargılarından ve bağlantılarından kurtulduğunda, demek ki barış sağlanabiliyor.

DTP’nin bu fırsatı kaçırması yazık. Türkiye’nin bu fırsatı görmezlikten gelmesi yazık.
Yazının Devamını Oku

Kürt sorununu yeniden düşünmek

15 Aralık 2007
17 Eylül 1930 Ödemiş. Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt: "Özü Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da köle olmaktır." (s.126).

Bu sözü üzerine Mahmut Esat Bozkurt, Adalet Bakanlığı görevinden alınıyor. Çünkü, 1 Mayıs 1920’de Mustafa Kemal’in Meclis’te bir konuşması var:

"Meclis-i alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk, yalnız Kürt, yalnız Çerkez, yalnız Laz değildir, fakat hepsinden mürekkep (oluşan) samimi bir mecmuadır." (s.67).

Buna rağmen, 21 Ağustos 1935’te İsmet Paşa’nın Kürt Raporu soruna dar güvenlik açısından bakıyor, devlet gücü ve baskıyla Kürtleri sindireceğine inanıyor. Bunun uzantısı olarak, Kürtlerin bir bölümü Batı bölgelerine gönderiliyor. (s.109). Tıpkı, 1990’lardaki köy boşaltmaları gibi.

Oysa, daha 1922’de Kazım Karabekir, sorunu en iyi anlayan Milli Mücadele liderlerinden biri olarak, yönetimi uyarıyor, eğitim ve ekonomik önlemlerin yanı sıra, Kürtlere karşı anlayışlı davranılmasını öneriyor. (s.108).

Ne var ki, 1930’larda başlayan ırkçılık politikası ile birlikte, işler çığrından çıkıyor. Günümüze kadar uzanıyor bu politika. Hem de, şiddetini koruyarak.

BAŞBAKAN HAKLI

Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek,
son zamanlarda Kürtler üzerine yazılmış en iyi kitapların başında geliyor. Mustafa Akyol’un kitabını, ders çalışır gibi titizlikte ve bir solukta okuyorum. Yukarıdaki alıntılar o kitaptan.

Kitabın beşinci baskısı, Başbakan Erdoğan’ın Eve Dönüş Yasası ile ilgili sözleri ve onun yarattığı tartışmaya rastlıyor.

Türkiye’nin hiç tartışmasız, bir numaralı sorunu terör ve teröristle mücadele. Buna bağlı olarak, Kürt Sorunu. Mustafa Akyol’un kitabından çıkan çok önemli bir ders var ki, son yıllarda benim savunduğum tez:

Kürt Sorununun çözmek için ezber bozmak şart.

Bu tez aslında, Başbakan Erdoğan’ın yaklaşımına da denk düşüyor. Her ne kadar, Erdoğan söylediği sözlerden, gelen tepkiler karşısında, geri adım atıyorsa da, özünde doğru ve haklı. Dağa çıkanı indirmek, dağa çıkmayı önlemek için artık farklı kararlar almak gerek.

Akyol’un kitabı bu anlamda önemli. Kürt Sorununa devletin bakışını değiştirmek gerekiyor. Yani, ezber bozmayı. Kitap bas bas bunu bağırıyor. Çünkü, Cumhuriyet dönemi boyunca ezber hep aynı. Baskı politikaları, ekonomik paketler, köy boşaltmalar hep aynı. Baksanıza, daha 1922’de ekonomik paket var.

DÖNE DÖNE AYNI YER

Demek artık farklı bir politika gerek. Kaldı ki, günümüzde olayın vahameti, milliyetçi ilk Kürt Cemiyeti’nin kurulduğu 1918’den PKK terörünün başladığı 1984’e kadar geçen sürede yaşananların çok ötesinde.

Teröristle mücadele silahla. Tamam. Ya teröriste ortam hazırlayan terörle? Bu yönde biri farklı bir adım atmaya kalktı mı, milliyetçi çığırtkanlar ayaklanıyor. Üstelik günümüzde yanlarına so-so-so- sosyal demokrat geçinen, bu konuda MHP’ye bile taş çıkartan CHP’ye bayrak taşıtarak.

Dağdan indirmek için ne gerekiyor? Dağa çıkmalarını önlemek için ne gerekiyor? İspanya, İngiltere, Fransa BASK, İRA, Korsika sorunlarını nasıl çözüyor? Bizde hayal bile edilemeyecek, muhteşem demokratik açılımla. Çünkü, onlarda demokrasi var.

İŞTE DEMOKRASİ

Öyle bir demokrasi ki, örneğin İspanya’da derin devlet ETA terör örgütü ile mücadele amacıyla devlet içinde gizli bir örgüt kuruyor. Devletin bir aracı. Başka ülkelerde benzeri bolca var.

Ancak demokratik devlet, derin devlet içindeki bu gizli örgütü fark ettiğinde, terörist örgütle mücadele için kurulmuş bile olsa, kuranları hapse atıyor, buna iki bakan dahil ve onlar halen hapiste.

Bir yanda böylesine bir demokrasi, öte yanda, bizde biri ezber bozmaya kalktığında, hep birlikte linç politikası.

O zaman çözemiyorsun, seksen yıldır çözemediğin gibi, çözemiyorsun. Üstelik sorun kangrene dönüşüyor.

Kürt sorununu yeniden düşünenler baştan sona haklı.
Yazının Devamını Oku