- Seçmen sayısında anormal artış var”.
Bu ve buna benzer dedikodular ayyuka çıkmış bulunuyor. Seçimin güvenliğine ilişkin tedirginlik, rahatsızlık almış başını gidiyor.
Bunlar o kadar çok konuşuluyor ki, dün Yüksek Seçim Kurulu (YSK) Başkanı Ali Em’e soruyorum.
Oy pusulaları dışında, uzun süredir gündemde bulunan diğer konu, seçmen sayısındaki anormal artış.
Seçmen sayısı 2007 seçiminden 2011’e, önümüzdeki pazar gününe sekiz milyon artmış görünüyor. Dört yılda sekiz milyon. Seçmen sayısında rekor artış. Çok garip.
Bunu da Ali Em’e soruyorum.
BEYAN ESASI VE ADNKS
YSK Başkanı Ali Em önce seçmen sayısındaki artışın nedenini açıklıyor:
Aynı sözcüğü geçenlerde özel bir sohbet sırasında Kenan Evren kullanıyor. 12 Eylül darbesi nedeniyle ifadesine başvurulacağı medyaya yansıdığında, Evren çevresine:
“Bu beni dilhun etti”.
İfadesinin alınması Evren’in iç dünyasını allak bullak ediyor. Muhtemelen otuz yıl öncesinin ihtişamlı günlerini anımsıyor. Karşısında kendisini sorgulayan bir savcıyı göreceğini düşünerek, “dilhun” oluyor.
Ve dün bir savcı Evren’in ifadesini alıyor.
BİZİM ÇOCUKLAR
12 Eylül 1980’den bir kaç gün önce, dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya Amerika’ya gidiyor.
Yüzlerce solcu işkenceden geçiyor, tutuklanıyor, işinden atılıyor. En yüksek aşaması Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan’ın idamı.
İki buçuk yıl süren faşist dönem büyük acılara, onulmaz ayrılıklara yol açıyor. İnsanların hayatları değişiyor. Özellikle solcuların ya da ikisi aynı olmadığı halde, bir kavram kargaşasıyla, bugün yakıştırılan deyimle, laikçilerin canına okuyor 12 Mart askeri darbesi.
12 Eylül 1980 darbesi. Başından sonuna kadar solcu ve ülkücü avı sahneleriyle dolu. Binlerce insan tutuklanıyor, işlerinden atılıyor, işkenceden geçiyor, elli kişi idam ediliyor. Ünlü sol davaların başında Barış Derneği ile DİSK davası geliyor. Bütün siyasal partiler kapatılıyor, MHP ve MSP’lilere ayrıca dava açılıyor, bazıları idam istemiyle yargılanıyor.
28 Şubat 1997 süreci. Demokrasiye inanmış insanlara kurulan tuzaklarla dolu. Dindar kesimin öncüleri de, bu süreçten zarar görüyor ama, yine de en çok kayba uğrayan demokrasiye inananlar. Zaten 2 8 Şubat süreci 12 Mart ve 12 Eylül’den farklı.
12 Eylül referandumu öncesinde Cemil Çiçek ve arkadaşları o sırada DP Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk’u ziyaret ediyor. O günün konusu anayasa değişikliği ve 1980 askeri darbesinden hesap sormak. Hesap sormak adına, darbeyi y
apanları koruyan Anayasanın geçici 15. maddesini kaldırmak.
Ziyaret sırasında Cindoruk, Cemil Çiçek’e önemli bir uyarıda bulunuyor:
“12 Eylül cuntasıyla hesaplaşmak, onları yargılamak için geçici 15. maddeyi kaldırıyorsunuz, iyi güzel, ama yetmez. Onların yargılanması için geçici 2. maddenin de kaldırılması gerekir”.
Anayasanın geçici 2. maddesi, 12 Eylül darbesini yapanlara dokunulmazlık tanıyor. Cindoruk bir adım daha atıyor:
“Onları yargılamak için, aslında geçici maddelerin tamamının kaldırılması gerek.”
Cemil Çiçek’in “aklımıza gelmedi” dediği, geçici maddelerin tamamının kaldırılması gereği.
DARBEYLE HESAPLAŞMAK
Bu soruyu sormamın nedeni var.
Geçen hafta Kuzey Irak’ta Türkiye’den bir Kürt gurubu Barzani’yi ziyaret ediyor. BDP bağımsız milletvekili adayları Şerafettin Elçi, Ahmet Türk, Hak Ve Özgürlükler Partisi Genel Başkanı Bayram Bozyel, BDP’nin şimdiki Genel Başkanı
Hamit Geylani, Diyarbakır Baro Başkanı Mehmet Emin Aktar bu gurup içinde yer alıyor.
Ziyaret sonrasında “önümüzdeki aylarda Ulusal Kürt Kongresi toplanacağı” açıklanıyor. “Ulusal Kürt Kongresi” ne demek, neyi içeriyor?
Dün bu soruyu Barzani ile görüşmede bulunan Şerafettin
Elçi’ye yöneltiyorum. 1980 öncesinde Ecevit Kabinesinde CHP’den Bakan olan Elçi:
“Ulusal Kürt Kongresi değil, toplanacak olan Kürdistan Genel Konferansı. Böylelikle konferansı coğrafya ile sınırlı tuttuk.”
Bu cümle dış politikanın en önde gelen ismi Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na ait.
“Onun için Şam’a sık sık gidip geliyoruz, reform için ikna etmeye çalışıyoruz.”
İki gün önce Konya’da Hürriyet Treninde Davutoğlu ile sohbet ederken, Konya projelerinden sonra, sohbet ister istemez dış politikaya kayıyor. Dışişleri Bakanı “riskimiz yüksek” diye nitelediği Suriye sorununda, Türkiye’nin üzerinde neden bu kadar çok durduğunu yine tek bir cümleyle özetliyor:
“Suriye’de istikrarsızlık olursa, bizim Güneydoğu’da sıkıntı doğar.”
Davutoğlu ile önceki gün Konya’da Hürriyet Treni’nde bir saate yakın görüşüyoruz. Ben sohbete dış politika sorularıyla girmek istediğimde, “önce Konya’yı konuşalım” diyor. Seçim öncesinde Konya AKP listesinde ilk sırada, Konya’yı konuşmak istemesi doğal.
Konya’yı ekonomisi, kültürü, sanayii, turizmi ile geniş bir çerçeveye oturtarak anlatıyor, “burası lojistik cazibe merkezi olacak” diyor. Hedefinde Konya’yı kilit şehir yapmak iddiası var. Öyle ki:
“Şu kadar yıl sonra Konya-İstanbul arası üç saate inecek. İnsanlar Konya’da oturacak, Ankara’da çalışacak.”
Bu nasıl olacak? Hızlı tren ağlarının yoğunlaşmasıyla. Davutoğlu’na göre, Konya Türkiye’nin enerji, tarım, sanayi gibi makro hedeflerine ulaşmakta uygun konuma sahip. Konumu Konya’ya büyük avantaj sağlıyor.
Tarihsel zenginliği, henüz gün yüzüne pek çıkmamış kalıntıları turistik avantajını arttırıyor.
CAZİP KENTDavutoğlu’nun Konya aşkı nereden? Konya’nın Toroslar’ında Taşkent doğumlu. Madem oralı, madem Konya adayı, hedefleri arasında Konya’yı büyütmek ön sırada. Örneğin, en çok fahri konsolosun bulunduğu kent Konya imiş.
Türkiye nasıl ki, dünyada ilk on ekonomiye girmek için çabalıyor, Avrupa’dan Çin’e ekonomide, enerjide, siyasette cazibe merkezi haline gelme arzusunda, Davutoğlu için Konya da, bu cazip ülkenin cazip kenti değerinde.