Yalçın Bayer

Böyle bir ocağa nasıl izin verilir

8 Eylül 2016
ESKİ İstanbul yolunun Hasdal yolu ile birleşme kısmına denk gelen Mimar Sinan Mahallesi 3329 Parseli de içine alan 36 hektarlık arazide çimento kili ocağı ve hazır beton tesisi yapılmak isteniyor.

M. Koç Madencilik Ltd. Şti adına izin alınmış...

 

İstanbul Valiliği de işyeri açma ruhsatı vermiş, ÇED’i de gerekli görmemişler.

 

Bu arazi, eski Hasdal Çöplüğü ve askeri arazi arasında kalan, üst tarafı Hasdal otobanı, alt tarafı Cendere Deresi ve yoluna kadar olan kesimi kapsıyor.

 

Ne yazık ki Kemerburgaz ve Göktürk’ün hemen dibinde bulunan araziye yapılacak böyle bir tesis, bölge imara açıldığından birkaç yıl sonra 90 bin kişiyi etkileyecek.

 

Yazının Devamını Oku

Kurban kesiminde uygun bıçaklar nasıl olmalı

8 Eylül 2016
KURBAN Bayramı’nın ilk günü hastanelerin acil servisleri kendini yaralayan ‘kurban kesme mağdurları’ ile doluyor.

Bunun sebebi bilinçsiz bıçak ve satır kullanımı olarak görülüyor. Kurbanınızın kesimini ve parçalanmasını eğitimli uzmanlara bırakmanız en doğrusu olacaktır. Halkımızdan kurbanını kendi kesmek isteyenler yurtdışından gelen, kalitesiz ve ucuz bıçak ve satırlara rağbet etmemelidirler. Ağırlıkları dengesiz, sapları ölçüsüz ve bileme açıları uygun olmayan satırlar ve olması gerekenden daha uzun, ince ve yapıları uygun olmayan, bileme açılarına dikkat edilmeyen bıçaklar yaralanmaların sebebi olmaktadır.

Et sıyırma, doğrama ve kesim bıçakları yüksek karbonlu paslanmaz çelikler kullanılarak üretilmiş olmalıdır. Sıyırma bıçakları esnek olmalı ancak formunu kaybetmeyecek derecede de sert olmalıdır. Doğrama bıçakları kırılmayacak kadar esnemeli ve çok sert olmalıdır. Kesim bıçakları ise yüksek sertliğe, çok ince bilenmeye imkân verecek şekilde homojen ve çok ince mikro yapıya sahip olmalıdır. Et bıçaklarının sertlikleri 57–61 HRC olmalıdır.

Et bıçaklarının ve satırlarının yapıları, bileme açıları kullanımlarına uygun olmalıdır. Sapları kaymaz ve hijyen şartlarını sağlamalıdır. Bıçaklar et kesimi için önceden bilinçli bileme ustalarına biletilmelidir. Kesim esnasında daha hızlı ve verimli olmak için masat kullanılmalıdır, bıçaklar birbirlerine asla sürtülmemeli ve bileme açıları bozulmamalıdır. Doğrama işlemi hijyen şartlarına uygun kesim tahtaları üzerinde yapılmalıdır. Mermer, cam ve bıçakların ucunu bozacak sert malzemeler üzerinde kesinlikle kesim yapılmamalıdır.

Satır bel seviyesi üzerinde tezgâhlarda kesim tahtası üzerinde kısa hareketlerle yavaş kullanılmalıdır. Bel seviyesi altında kütük ve benzeri malzeme üzerinde uzun ve kuvvetli vuruşlar kesinlikle yapılmamalıdır; çok ciddi yaralanmalara sebep olabilir.

 Mücahit KAPLAN - Metalürji ve Malzeme Mühendisi

Yazının Devamını Oku

Bizleri çok güzel günler bekliyor

7 Eylül 2016
BİR dostumuzun kızının düğününe katıldık;

İnsu, Robert Koleji’ni bitirdikten sonra önce İstanbul Üniversitesi’nde hukuk okudu, sonra da ABD’ye gidip masterini yaptı. Diplomasını alır almaz İstanbul’a döndü, daha gencecik yaşında kendi hukuk bürosunu kurdu. Eşi Özgün de aynı kendisi gibi, idealist bir hukukçu... Ege’nin sersem edici güzelliğinde, bu iki pırıl pırıl gencin mutluluğuna tanık olmak içimizi umutla doldurdu. Onlar bütün gece Türkiye’nin hatta dünyanın dört bir köşesinden onların mutluluğuna ortak olmak için gelmiş dostlarıyla birlikte dans edip eğlendiler.

Bunların arasında bir dönem Hürriyet Londra muhabirliğinde bulunan Birce Bora da vardı. Birce de iki ay önce Londra’da evlenmiş, eşinin görevi nedeniyle Katar’a tayin olmuşlar; ikisi birden El Cezire’de haber ve belgeselcilik yapıyor. Saint Joseph, Galatasaray, Avusturya, Robert Kolej mezunu, 30’lu yaşlarına yeni adım atmış çocuklar bunlar. Kimi kürator, kimi gazeteci, kimi yönetmen, kimi akademisyen... Çoğu da İnsu ve Özgün gibi hukukçu. Daha çocukken tanışıp, bambaşka hayatlara, kariyerlere, coğrafyalara savrulmuşlar.

Ama belli ki ne birbirlerinden ne de bu ülkeyi daha güzel, daha yaşanası bir yer yapabileceklerine olan inançlarından vazgeçmemişler. Aldıkları eğitimin değerini biliyor, onları kolay kolay hiçbir şeyin durduramayacağına inanıyorlar.

Çünkü onlara tek bir bakış atmak bile hayat karşılarına ne zorluk çıkarırsa çıkarsın bir yolunu bulup kendileri için seçtikleri yolda yürümeye devam edeceklerini anlamaya yetiyor.

Yazının Devamını Oku

Akademik liyakat

5 Eylül 2016
BAŞBAKAN Yardımcısı Prof. Dr. Numan Kurtuluş’un “Esas meselemiz ehliyet, liyakat ve millete sadakat olmalıdır” sözüne katılmamak mümkün değil.

Ancak, esas olan söylem değil eylemdir. Özellikle bugün sayısı 200’e varan üniversitelerimizin yönetiminde bu söyleme taban tabana zıt eylemlerin göstermelik bir denetim altında keyfi ve şeffaflıktan uzak bir şekilde süregeldiği ve bunun kamuoyu vicdanını rahatsız ettiği herkesin malumudur. YÖK Başkanlığı’na, üyeliklerine ve yürütme kuruluna yapılan atamalardan tutun, rektör ve dekanların ve bölüm başkanlarının görevlendirmelerine, akademik unvanların verilmesine kadar ahbap-çavuş ilişkilerinin hüküm sürdüğü bir yükseköğretim sisteminin Türk toplumuna ve yetişmekte olan genç kuşağa ne denli sadakati olabilir ki? Esas olan akademik ehliyet ve liyakatın sözle değil ‘doğru ve adil’ bir biçimde uygulanmasıdır. 

 

Bugün yükseköğretimde tanık olduğumuz bir eğitim uygulaması, yukarıda dile getirdiğimiz çarpıklıkları somut bir şekilde ortaya koyacak niteliktedir.

 

Bilindiği üzere, üniversiteler ‘uluslararası nitelikte eğitim’ verme vaadi altında ‘İngilizceyle eğitim’ uygulamasını yürütüyor. Bu vaadin neticesinde, öğrenciler ve velileri, üniversite tercihlerinde genellikle İngilizceyle eğitim yapan üniversiteleri ‘iyi üniversite’ olarak algılıyor ve tercihlerini bu yönde kullanıyor. Ancak, öğrenciler gördükleri 32-38 haftalık hazırlık eğitimi sonucunda İngilizce diliyle yürütülen lisans programına başlayabiliyorlar. Ne yazık ki, daha henüz yeterli seviyeye erişememişken ve üniversite üst yönetimlerinin de onların artık yabancı dille eğitim görebileceklerini (!), durumun hiç de öyle olmadığını pekâlâ bilmelerine rağmen, varsaymaları (!) üzerine başlayabiliyorlar. Başka bir deyişle, öğrenciler daha henüz ‘yürümeden’, ‘koşmaya’ mecbur bırakılıyor.

 

Sonuç olarak, öğrenciler ne Türkçe ne de İngilizce olan, ne olduğu belirsiz ve anlaşılması güç yapay bir ifade türünü kullanmaya itiliyorlar ve analitik düşünme becerilerini geliştirici nitelikteki metin türü cevapları üretemiyorlar. Daha da kötüsü, öğrenciler, bırakın yabancı dilde yorum yapmayı, kendi anadillerinde üretken ve yaratıcı olmalarını sağlayacak, ‘olmazsa olmaz’ dil kullanım becerilerini edinebilecekleri bir eğitim ortamından dahi yoksun bırakılıyor. 

 

Yazının Devamını Oku

Bavul kayıp-Çok ayıp

2 Eylül 2016
‘23 Ağustos saat 14.25’teki THY uçağı ile Sabiha Gökçen’den Dalaman’a gidince ilgililer bavulun İstanbul’da unutulduğunu söyledi.

Hiç şaşırmadım. “Bavulun lafı mı olur, biz artık neleri unuttuk” diye onları teselli ettim. Derya isimli THY yetkilisi hanım, iki saat sonraki uçakla bavulumun geleceği ve 25 dakika uzaklıkta Göcek’teki adresime teslim edileceği müjdesini verince sevinçle yerimden zıplayıp yanımdan geçen İngiliz turiste sarıldım ve alandan ayrıldım. Eve geleli tam yedi saat (evet yedi saat) geçince bavul gelmedi ama uykum geldi. Pijamalarım bavulumda olduğu için (!) taksi tutup Göcek’ten tekrar Dalaman Havalimanı’na gittim. Kerem isimli bir görevliden THY’nin uçağa koymayı unutup sonradan gönderdiği bavulları Dalamandaki “Denliler” isimli bir taşeron firma ile yolcularına ulaştırdığını öğrenince az kaldı üzüntüden düşüp bayılacaktım. Demek ki Ulusal Havayolu şirketimiz futbol takımlarına sponsor olsa da yolcusunun bavulunu ulaştırmak için bir araç alacak durumda değildi... Gece yarısı sora sora THY’nin taşeron firmasının Dalaman’daki yazıhanesini bulunca baktım, benimki gibi başka bavullar da mahzunca orada bekleşip duruyorlar.

Hemen benimkini hasretle kucaklayıp, öpe koklaya taksiye koydum. Yazıhanedekiler halime acımış olmalı ki durumu açıkladılar. Her gün en az dört bavul “Unutulmuş” olarak sonradan geliyormuş. Bunlar da ne yapsın, son uçak gelene kadar bekleyip gece yarısından sonra –ya da ertesi gün- THY’nin yüklemeyi unuttuğu (!) bavulları adreslere götürmeye başlıyorlarmış.

Taksiyle dönerken şeytan gıdıkladı; her gün niye ortalama dört bavulu uçağa koymayı unutuyorlar?... Bir ayda yüzden fazla bavul eder. Peki, ayda yüz bavulu taşeron firma yolculara bedava mı taşıyor?... Acaba, Dalaman dışındaki havalimanlarında da durum aynı mı?... Amaan, ben bavuluma kavuştum ya, gerisini THY yetkilileri düşünsün.” / Kandemir Konduk


Yazının Devamını Oku

Ah bu gırgırcılar

1 Eylül 2016
ORDU’dan bir balık üreticisi dünkü ‘Vira bismillah’ yazısı üzerine şunları anlatıyor:

Türkiye’de kişi başına tüketilen balık miktarı Avrupa ülkelerinin çok altında... AB’de kişi başına 24-25 kilo balık tüketilirken, Türkiye’de bu rakam 7.5-8 kilo düzeyinde. Yani, Avrupalı tüketicinin üçte biri kadar balık yiyebiliyoruz.

Tabii bu olumsuz tablonun oluşmasında avlanma biçimleri, mazot fiyatının sürekli artması önemli etken.

Denetimsizce gezinen gırgırlarla gerçekleştirilen avlanma sonucu denizlerin kuruması, türün azalması balıkçılığa en büyük darbeyi indiriyor.

Son yıllarda balık miktarında yüzde 30 oranında azalma oldu.

Yazının Devamını Oku

Atatürk’e dönme hareketleri

30 Ağustos 2016
SEVİNEREK yazıyoruz ki, her kesimde Atatürk çok önemsenir hale geldi.

İsterseniz önce Suriye konusundan başlayalım. İktidar hayali söylemlere son verdi. Döndük yüzümüzü “Yurtta sulh, cihanda sulh”e! Yine iktidarın camide, mahkemede, kışlada siyasete son sloganı Atatürk’ün lafıyla birebir örtüşüyor.

 

Fetullahçı gruba “Başları secdeye değiyor diye inanmıştık. Ne kadar yanıldığımızı gördük” açıklamaları yine Atatürk’e döndürdü yüzleri. Ne diyordu Atatürk; “Türkiye şeyhler, şıhlar, cemaatler ülkesi olamaz!” Atatürkçülük zaman içerisinde bir ivme daha kazandı...

 

Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.

 

Görüldü ki; yargıya, üniversiteye, camiye, askere yerleşsen de sonucun hüsran!

 

Yazının Devamını Oku

Tarih şuuru...

29 Ağustos 2016
AMERİKA’da yapılan mesleğimle ilgili kongrelerin pek çoğuna katılırım.

Bu toplantılardan iki büyüğü AANS ve CNS diye isimlendirilir. Katılma oranı yüksektir; 6-7 bin, bazen daha fazla... (Nisan-Eylül) Bu toplantılarda mesleğimizle ilgili konuların dışında (para-medikal) birkaç tanınmış kişi konuşmacı davet edilir. Bu konuşmacıların geldikleri meslek grupları, sosyal grupları farklıdır. Böyle bilimsel konuşmaların arasına ünlülerin serpiştirilmesi adamı dinlendirir; bunu ben de Türkiye’de yaparım.

 

Birkaç yıl önce New Orleans’taki toplantıda Bush konuşmasının bir yerinde “Herkes bana 1. Körfez Savaşı’nda niye Bağdat’a girmedin diye soruyor” dedi. “Giremezdik... Çünkü” diye ekledi: “Türkiye, o bölgenin bir süper gücü fakat gücünün pek farkında olmayan Türk hükümeti bunu istemedi. Irak’ın toprak bütünlüğüne saygılı olduğunu söyledi.” Biz orada bulunan birkaç Türk dinleyici bu ifadelerden gururlandık! Ama birkaç sene sonra 2. Körfez Savaşı’ndan sonraki bir toplantıda San Diego’da konuşmacılardan biri eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger idi. “Biz niye Ortadoğu’ya gidiyoruz” dedi gülerek, biz eski Roma’dan güçlüyüz. Oraya demokrasiyi götürüyoruz. Ve hemen ilave etti. “O bölgede demokrasi yok; bir ülke var o da demokrasicilik oynuyor” dedi. Bu sefer de üzüldük, öfkelendik. Daha sonraki konuşmacı bir tarihçi; o yılın Pulitzer Ödülü sahibi Alon Mc Gulluch idi. Konu tarih bilinci idi. Söylemek istediği bizlere aktardığı üniversitelerde, kolejlerde, değişik eğitim kurumlarında hatta akademisyenlerde bile tarih bilgisinin yetersizliğinden toplumun tarih bilgisinin hiç olmadığına değiniyor. Ve çeşitli meslek gruplarına ve kişilere sordukları en basit tarih sorularına bile cevap alamadıklarında yakınıyordu. Ben de bu örnekten hareket ederek kendi kongrelerimizde meslek konularımızın dışında tarihle ilgili konuşmalar yapmayı düşündüm. Ve bu konuda birçok konuşma yapma fırsatım oldu. Öncelikle belirtmek isterim. Ben tarihçi değilim ancak tarihi seven, okuyan, kendime göre yorumlamaya çalışan biriyim. Tarih okurken özel bir konuda derinliğim yok. Her cins tarih okumaya çalışırım. Ben neden tarihi seviyorum? 80’li yıllarda yüz yaşını aşkın bir yaşta aklı başında olan nenem bana ve kardeşime masal yerine yaşadığı tarihsel olayları anlatırdı. Annesinin Kafkasya’dan buraya göç ederken başlarından geçenleri, eşinin (dedemin) ve kardeşlerinin nasıl savaşa gittiğini ve dönmediklerini, 5 kardeşinin ve eşinin künyelerinin aynı gün geldiğini. Hiç ağlamadıklarını fakat silahlarını (kamalarını, yamçılarını) bir duvara astıklarını ve nasıl seyrettiklerini anlatır. Kurtuluş Savaşı sırasında evinin Bozüyük’te hükümet konağının yanında olduğunu I. İnönü Savaşı sırasında Yunanların kasabaya nasıl geldiğini, Yunan askerlerin onlara pek komik görünen kıyafetlerinin ve onlara pek de kötü davranmadıklarını fakat II. İnönü Savaşı sırasında kötüleştiğini, evlerinin yandığını, kötü olayların düşman askerlerinin yanı sıra Türk asker kaçaklarından kaynaklandığını anlatırdı.

 


Kütahya-Eskişehir meydan savaşında kötü yenilen ordumuzla beraber kendilerinin de ordu ile beraber çekildiklerini bu arada geçici olarak askeri hizmete alındığını ve yaralandığını, alnında ve topuğunda şarapnel yarası vardı. Bu arada bu hizmet esnasında yaptıklarını geri çekilirken İnönü dağlarının yamaçlarında mağaralarda nasıl saklandıklarını Kuvay-i seyyare’de çarpışan amca çocuklarının çekilme esnasında ona iki el bomba verdiklerini bir kötü durumda nasıl intihar etmelerini gösterdiğini, teyzemin o sırada 12 yaşında yüzünü ve annemin (şimdi halen hayatta 99 yaşında) yüzünü süpürge sapıyla boyadığını, Bozüyük’ü kasabasını bazı ileri gelenlerinin çarşaf giyerek nasıl saklandıklarını birazda dalga geçerek anlatırdı. Muharebeler esnasında bazı yöresel gençlerin yaptıkları kahramanlıkları da eklerdi.


Yazının Devamını Oku