Önümüzdeki hafta ise Nevruz. Bu kez Diyarbakır’da BDP ve HDP’nin ve bölgenin nabzını tutma fırsatım olacak.
Kuzey Irak ve Diyarbakır arasında ise Ankara’nın çözüm sürecinin neresinde olduğunu öğrenmek istedim. Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, malûm, Kürt açılımını inşa eden en kilit hükümet yetkilisi. Barış sürecinin hangi evresinde olduğumuzu ve seçim sonuçlarından etkilenip etkilenmeyeceğini öğrenmek istiyorum kendisinden...
*
İLK sorum tabii ki çözüm süreci üzerine. Beşir Atalay, sürece çok önem verdiklerini, kesin bir kararlılıkla devam ettiklerini ve hiçbir şekilde sekteye uğratmayacaklarını söylüyor. Dağdakilerin inmesiyle ilgili düzenlemeler ise sırada. Barış sürecinin taşıması gereken tüm özellikleri taşıyacağının da altını çiziyor.
“Bağdat’ta oturan bir adam, Kürt memurların maaşlarını ve yemeklerini keserek baskı uyguluyor. Bunu kesinlikle reddediyoruz! Devir değişti. Kürdistan bundan böyle feragat etmeyecek!”
*
SÜLEYMANİYE Forumu’na katılan tüm Iraklı ve Kürt politikacıların derdi aynı: Bağdat-Kürdistan arasındaki kavga.
Malûm, kavga Kürt bölgesinden çıkarılan petrolün pay edilmesiyle ilgili. Mesele kıssadan hisse şöyle: Irak Anayasası, petrol gelirinin yüzde 17’sini KBY’ye tahsis ediyor. Bağdat ise KBY’ye, “petrol gelirinin hepsini önce ben alayım, sonra sana yüzde 17’sini veririm” diyor. Kürdistan ise, “yok ben önce yüzde 17’lik payımı alayım, sonra geri kalanını sana veririm” diye itiraz ediyor.
Dahası, Bağdat’a göre kendi onayı olmadan KBY’nin petrol anlaşmaları yapması yasadışı. Kürtlerin Ankara ile yaptığı anlaşmalar da bu ihtilafın üzerine tuz biber ekti.
İş burada bitmiyor. Bir de petrolün yönetimi sorunu var. Bağdat, kendi şirketi olan SOMO aracılığıyla petrolün ihracını avucunun içinde tutuyor. Kürtler ise petrolde ortak yönetim istiyor. Neyse ki SOMO’da bundan böyle bir Kürt temsilci bulunması üzerinde anlaşmak üzereler.
Öyle görünüyor ki, petrol geliri ve yönetimi konusunda Bağdat ve Erbil öyle ya da böyle yakında uzlaşacak.
*
Hem alkışlarla, hem de izleyicilerin ayağa fırlamasıyla.
*
TÜRKİYE 4 Mart 2014’te Süleymaniye’de bir devrim yaşadı. Benzer bir devrimi, Başbakan Erdoğan, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı (KBY) Mesut Barzani’yle birlikte Diyarbakır meydanında konuşurken ilk kez “Kürdistan” dediğinde yaşamıştı. Bu seferki ise çifte katmerli. Zira 91’deki Kuzey Irak Kürtlerinin Saddam’a karşı ayaklanmasının tam da yıldönümüne denk geldi. O yıllarda tüm bölgede inkâr politikasının kurbanı olan Kürtler, şimdi Türkiye’nin Kürtçe konuşan Dışişleri Bakanını ağırlıyor.
Devrimin yaşandığı yer ise Süleymaniye Amerikan Üniversitesi. Bu yıl 2. kez düzenlenen “Süleymaniye Forumu”nda, yani “Ortadoğu’nun Davosu”nda, Davutoğlu’nun Iraklı muadili Hoşyar Zebari de var, KBY Başbakanı Neçirvan Barzani de.
*
KBY Başkanı Mesut Barzani’nin uzun yıllardır sözcülüğünü yapan ve “Barzani’nin ağzı” olarak bilinen Fuat Hüseyin’le sohbet ediyoruz. Davutoğlu’nun Kürtçe konuşması onu çok şaşırtmış. Diyarbakır’da ise hazırlıklıymış. Başbakan’ın “Kürdistan” diyeceğini Davutoğlu önceden kulağına “Size bir sürprizimiz var” diyerek fısıldamış.
“Dün ne hissettiniz” diye sorunca, eski Başbakan Bülent Ecevit’le 93’te Hollanda’da katıldığı bir toplantıyı anımsıyor. Hollandalı bir politikacı Ecevit’e Kürt meselesini sorunca, Ecevit, “O söylediğiniz kelime mevcut değil” cevabını veriyor. Yani Kürtlerin varlığını “Kürt” kelimesini bile kullanmadan inkâr ediyor. Ve soruyor: Dün nasıl hissetmiş olabilirim?
*
*
EVVELA, Ukrayna otoriter bir demokrasi. Devrilen Devlet Başkanı Yanukoviç’in seçilme şekli, başlı başına ülkedeki demokrasinin olgunluğunu göstermeye yeterli. Yanukoviç 2004’teki seçimlerde şaibeli bir şekilde devlet başkanlığını ilân edince, on binlerce kişi sokaklara dökülüp Turuncu Devrim’i başlatmıştı. 2010’da yine şaibeli bir seçimle başkanlık koltuğuna oturduğundan beri ise otoriter icraatları eksik olmadı. Türkiye ise tüm eksiklerine ve aksaklıklarına rağmen demokratik bir ülke. AKP de adil ve özgür seçimlerle iktidara gelmiş bir parti.
Bununla birlikte, AKP son derece konsolide olmuş, kendini ziyadesiyle güvende hisseden bir iktidar. Zira sandıktan aldığı güçlü destekle 3 dönemdir ve nerdeyse 12 senedir iktidarda. Ukrayna’nın doğusunun desteklediği, batısının diş bilediği Rusya yanlısı Yanukoviç ise ülkedeki bölünmüşlük sebebiyle kendini hep bıçak sırtında hissetti.
*
BU farklılıklar da hükümetlerin verdikleri tepkiye elbette yansıdı. Her iki iktidar da direnişçilerle baş etme yöntemi olarak polis gücüne başvurmuş olsa da, şiddeti ve niteliği farklı.
Gezi’de polis tazyikli su, gaz bombası ve plastik mermiye başvurarak orantısız güç kullandı. 7 kişi hayatını kaybetti. Ukrayna’da ise polis şiddeti bunun çok ötesine geçti. Berkut adlı polis gücü cop ve gerçek mermi kullanarak Maidan (Bağımsızlık) Meydanı’nı resmen kan gölüne çevirdi. Bu da yetmedi, iktidar çatılardan ateş açan keskin nişancılar tuttu. Yaklaşık 100 kişi hayatını kaybetti.
Yanukoviç’i yolsuzlukla suçlayan gazeteci Tatyana Çornovol gibi kaçırılıp öldüresiye dövülen gazetecilerin sayısı da bilinmiyor. Timoşenko gibi pek çok muhalif lider ise hem Yanukoviç iktidarında, hem isyan sırasında hapse atıldı.
*
İki hareket arasında ise çok farklılık var. Hem direnişe katılanlar, hem direnişin kendisi, hem de hükümetler açısından.
*
HER şeyden önce, Gezi Hareketi’nin oluşumu son derece spontaneydi. Kendiliğinden başladı ve öyle gelişti. Hiçbir zaman organize, örgütlü ve liderli bir harekete dönüşmedi. Artık “Euromaidan” diye anılan Maidan (Bağımsızlık) Meydanı hareketi de, hükümetin kasım ayında AB ile anlaşmasını askıya almasıyla birlikte spontane başladı. Ancak zamanla son derece örgütlü ve organize bir hâl aldı.
Direnişçilerin kurdukları “Milli Direniş Konseyi” adındaki örgüt, Meydan’ın köşesindeki İşçi Sendikası binasında düzenli olarak toplandı. Hükümet binalarını nasıl kuşatacaklarını, iktidara bağlı Berkut (Altın Kartallar) adındaki güvenlik güçlerine karşı nasıl direneceklerini en ufak ayrıntısına kadar plânladılar. Her 10 ilâ 20 kişilik grubun bir “komutanı” vardı. Ve Meydan çok sayıda lider de çıkardı.
İsyan günleri de son derece organizeydi. Gün herkesin dua etmesiyle başlıyor, belli saatlerde Ukrayna milli marşı okunuyor ve kültürel aktiviteler düzenleniyor, çadırlarda yaşayanlar için günde 2 kez gazete basılıyordu. Hatta “Özgür Maidan Üniversitesi” bile kuruldu.
Ukrayna’da meclisin Devlet Başkanı Yanukoviç’i görevden almasıyla, 2004’te başlayıp 2010’daki seçimlerle sekteye uğrayan “Turuncu Devrim” yeniden canlandı. Oysaki Yanukoviç 2010’da seçimleri kazandığında devrimin bittiğini söylemişti. Biz daha temkinli olalım. “Başlamak” ya da “bitmek” kelimelerini telâffuz etmek için henüz çok erken.
*
UKRAYNA ise sadece Ukrayna değil. Ülke üzerinden Batı ve Rusya arasında süregelen vesâyet savaşının istikâmeti, Ukrayna’nın kaderini belirleyecek. Aynı Suriye’de olduğu gibi. Zira ABD ve Rusya sadece Ukrayna’nın değil, Suriye’nin de geleceğini etkileyen iki kilit ülke. Bu nedenle Kiev’deki gelişmelerin, Suriye’de işbirliği yapan iki küresel rakibi nasıl etkileyeceğine dair bahisler açıldı bile.
Bir, Ukrayna’da eli zayıflayan Rusya’nın Suriye’de taviz vermesini ve Esad’ın gitmesine boyun eğmesini bekleyenler var. Geçtiğimiz hafta BM Güvenlik Konseyi’nde Suriye’ye insani yardım ulaştırılmasını isteyen tasarıyı Rusya’nın veto etmemesi buna kanıt olarak gösteriliyor. Zira Rusya daha önce 3 karar tasarısını Esad lehine veto etmişti.
Suriyeli mültecilerin Urfa’daki dört kampından biri olan çadır-kentte 30 sin mülteci kalıyor. Evvelki gün sınırda çıkan çatışmayla birlikte, sadece bir günde 10 bin mültecinin geldiğine tanık oldum.
*
Kamplardaki mültecilerle gün boyu siyaset konuşuyoruz. Hepsi Esad karşıtı. Ve nerdeyse hepsi Türkiye’nin desteklediği Suriye Ulusal Koalisyonu’na bağlı olan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) destekçisi.
Bir ÖSO askeri de orada. İki hafta önce gelmiş kampa. Ailesini iki yıl önce buraya yerleştirip cepheye dönmüş. Onları ziyaret ettikten sonra tekrar çatışmaya gidecek.
Sohbetimiz sırasında ilginç bir iddia atıyor ortaya. İki ay önce ÖSO ile İslam Cephesi’nin (İC) birleştiğini söylüyor. Malum, İC ılımlı İslamcılardan oluşuyor. Ve ÖSO gibi Esad’a ve El-Kaide bağlantılı gruplara karşı savaşıyor.
Bu birleşmenin ellerini çok daha güçlendirdiğini söylüyor. Hatta isimlerinin artık “Özgür Suriye Ordusu” değil, “İslam Cephesi” olduğunu iddia ediyor. En ilginç iddiası ise, bu kararı Türkiye’nin Suriye Ulusal Koalisyonu’na aldırdığı ve ÖSO’nun askeri meclisinin Türkiye’de olduğu.
*
Malûm, Abdullah Öcalan ve Mesut Barzani bir süredir Leyla Zana aracılığıyla mektuplaşıyor. Aralarında ise iki mesele var. Bunlardan biri, iptal edile edile yılan hikâyesine dönmüş olan Kürt Ulusal Kongresi. Türkiye, Irak, İran ve Suriye’deki Kürtleri bir araya getirmeyi amaçlayan Kongre’ye ikisi de hâkim olma derdinde.
Diğer konu ise Rojava, yani Suriye’nin kuzeyindeki Kürt oluşumu. Burada da bölgenin en güçlü grubu olan ve PKK’ya yakınlığıyla bilinen PYD, Barzani’nin otoritesi altına girmeyi kabul etmiyor.
Mektup da bu iki konuyla ilgili mesajlar taşıyor. Hedef ise Rojava ve Kuzey Irak arasındaki ihtilâfı giderip bölge Kürtlerini birleştirmek. Bu da iki taraf arasında bir uzlaşmanın yakın olduğuna işaret ediyor.
* * *
ZANA’nın İmralı ziyaretini Adalet Bakanlığı’nın onayıyla yapmış olması, Ankara’nın da bu yakınlaşmayı desteklediğine delâlet. Oysaki Ankara’nın Müslim’le ilişkisi hep gel-gitli olageldi. Bir yanda Müslim’i defalarca ağırladı. Diğer yanda aynı Müslim’i Esad’la arasına mesafe koymadığı gerekçesiyle itti. Barzani’nin de aynı sebeple Müslim’e tavır aldığı biliniyor. Geçtiğimiz hafta Müslim’in gazetemize verdiği mülâkatta Esad’ı sert bir dille kınamış olması, hem Ankara hem Barzani’ye verilen önemli bir mesaj.
Tüm bu gelişmeler Türkiye’nin Rojava’yı kabullendiğini gösteriyor.
* * *
BU