Kısaca üstünden geçelim birlikte. Öncelikle koronavirüs, genel bir tanımlama. Hayvanlarda var olan koronavirüsünün, insanlara bulaşmış hallerine aslında yabancı değiliz. Bildiğimiz yakın tarihteki ilk bulaşma SARS. 2003-2004 yılları arasında görülen SARS aynı bugünkü etkiyi yapmış diyebilirim. SARS’ın kaynağının misk kedisi olduğu sanılıyor ve Güney Doğu Asya’dan yayılıp 600-700 kişinin ölümüne neden olduğu belirtiliyor.
18 Mayıs 2003 tarihli hurriyet.com.tr’de, SARS ölümlerinin 630’a çıktığı yazılmış. Bir başka çalışmada ise, 5 Temmuz 2003 tarihine kadar SARS’ın, 774 kişinin ölümüne neden olduğu ifade ediliyor.
*
MERS ise Suudi Arabistan’dan yayılıyor. Deve kaynaklı bir koronavirüs olduğu belirlenirken 2013-2014 arasında bu salgında 550 kişinin hayatını kaybettiği ifade ediliyor. Bunlar Corona kaynaklı olanlar.
H5N1 Kuş Gribi’nde ise, 2003-2008 arasında toplam 245 kişi hayatını kaybetmiş. Bunlardan 4’ü 2006’da Türkiye’den ve ölen 4 kişi de 10-15 yaş arasında.
Peki Batı Afrika Ebola salgınında 2010’ların ortasında 11 bin 300 kişinin öldüğünü biliyor musunuz?
Ya İspanyol Nezlesi nedeniyle 1918-1920 yılları arasında 50 ile 100 milyon insanın öldüğünü biliyor muyuz? Dünya nüfusunun 2 milyar bile olmadığını düşünürsek, rakamın korkunçluğunu anlarız. Atatürk bile İspanyol Nezlesi’ni Samsun’a çıkmadan önce İstanbul’da atlatmış.
Bu kelimeler, bireyin ancak bir diğeriyle/diğerleriyle tamamlanacağını anlatır. En az iki kişiye ihtiyaç vardır bu kelimeler için. Bazen de bir kişi ve bir de başka canlı diyelim.
İşte o güzel kelime “Yaren”, anlamını tamamlayan Adem Amca’ya kavuşmuş. Yaren, bilmeyenleriniz için açıklayayım, Eskikaraağaç köyünde yazı geçiren bir leylek. Ama bu leylek köyde balıkçılık yapan Adem Amca’nın da yareni aynı zamanda. Birlikte balık avına çıkıyorlar. Hal böyle olunca da adı Yaren oluyor elbette. Belgeseli bile var. Hem de ödüllü. Yaren bu sene bir hafta gecikmeli gelmiş Eskikaraağaç’a ve Adem Amcasına.
Olsun. Geç gelmiş ama eşiyle birlikte gelmiş bu kez. Yazı getirmiş anlayacağınız. Adem Amca ve Yaren, yarenliklerini ede dursun, biz sıkıntılardan kafamızı bir çıkaralım. Olacakla öleceğe çare yok yaşayalım hayatı yarenlik ederek.
*
Bahar geldi. Bursa, baharı en güzel yaşatan kentlerdendir. Corona’ya, İdlib’e, ekonomiye, siyasetteki düzeye inat, atın kendinizi kırlara, göllere yarenlerinizle.
Eskikaraağaç Köyü’ne gidip Yaren’i ziyaret edin mesela. Hep Gölyazı bilinir. Ancak Eskikaraağaç da çok güzel bir köy. Hatta kuş tahnit müzesi de var. Bir gezin derim.
Yoksa vücutlarımız hastalanmadan önce beyinlerimiz hastalanacak. Alın kamp sandalyelerinizi göl kenarında hayatın ne kadar güzel olduğunu iliklerinize kadar hissedin. Hele bir de şanslıysanız Adem Amca ile Yaren’i görecek kadar, mesafelerin bırakın insanlar için bir insan ile bir hayvan için bile sorun olmadığına tanıklık etmiş olursunuz kim bilir? Sevginin vücut bulmuş halini görcekseniz belki de. Belki de, hayatta yarenlik etmekten daha önemli şeyleri sıralamakta zorlandığınızı göreceksiniz?
*
Yoksa bu durumdan dolayı elini ovuşturan görmedim. Ayrıca bu durumun geçici bir süreç olduğunun da farkında sanayiciler. Ancak burada önemli bir gücü ortaya çıkıyor Türk insanın. Konuştuğum yabancı şirketlerin Türkiye yöneticilerinden aldığım bilgi hep aynı yönde. Türk insanın mühendisinden, idari işlere, işçisinden, tedarikçisine kadar esnek çalışma kabiliyeti batılı şirket yöneticilerini çok etkiliyor.
*
Görüştüğüm yabancı şirketlerin Türkiye yöneticilerinin anlattıkları, gerçekten şaşırtıcı. Milyonlarca dolarlık işleri, sırf diğer fabrikalar bu esnekliğe uyum sağlayamadığı için alabiliyor bizim Türkiye çalışanları. Mühendislik, satın alma ve pazarlamada çok önemli başarılar sergiliyorlar. Dikkat çekilen nokta ucuz iş gücü değil artık. İşin kısa sürede yüksek kaliteyle halledilmesi. Ayrıca, yaşanabilecek aksiliklere karşı Türk çalışanın cumartesi, pazar, tatil, mesai dışı zaman demeden sorunu çözmesi, batılıları çok etkiliyor. Özellikle Orta Avrupa’daki fabrikalarla kıyaslandığında Türkiye’nin halen çok büyük bir avantaj sergilediğini belirtiyor, bu şirketlerin Türkiye yöneticileri. Şöyle bir örnek veriyorlar hatta Polonya’da saat 17’den sonra bir çalışanı cep telefonundan arayıp bir işi soramaz ya da çıkan bir sorun için işe çağıramazsınız. Bizde bu çok normal karşılanır ve herkes sorunu çözmek için elinden geleni yapar. Biz çözüm odaklı çalışırız. Biraz da informal yönümüz hala geçerliliğini koruyor. Avrupa’da formal ilişkiler, kurumsallaşma çözümü yavaşlatıyor, hantal yapının oluşmasına neden oluyor.”
*
BOSCH Türkiye ve Ortadoğu Başkanı Steven Young da geçen yıl BUSİAD’ın Çekirge Toplantısı’nda benzer sözler sarf etmişti. Young, “1910 yılında bir temsilcilikle başladığımız Türkiye yolculuğumuz, 1972’de Bursa’da açılan ilk fabrikamızla sürdü. Biz Türkiye ve Bursa’daki insan kaynağı performansından çok memnunuz. Bölge, büyüyen pazarlarla dolu. Kalitemiz ödüller alıyor. Yan sanayi çok önemli. Buradan Japonya ve Çin’e sevkiyat yapıyoruz. Ayrıca, genç nüfus çok önemli. Bu nedenlerle, Türkiye’de olmaya ve yatırım yapmaya devam edeceğiz” diyerek Türk insan gücünün öneminin altını çizmişti.
*
Bunları neden söylüyorum? Yaşanan dönemsel olumsuzluklara, beyin göçü yaşandığı iddialarına rağmen Türkiye, sadece jeopolitik gerekçelerle değil, 60 yılı bulan sanayileşme sürecinde elde ettiği bilgi birikimiyle, dünyanın hala çok önemli bir ülkesi.
Sınavla öğrenci alan mesleki ve teknik liseler ve sınavsız adrese dayalı olarak öğrenci alan mesleki ve teknik liseler var. Sınava girdiniz ancak istediğiniz meslek sınav sisteminde değil ve adrese dayalı olarak da yakınlarda o bölüm yok ne olacak o halde? Başka bir meslek seçeceksiniz. Bu da ilgiye göre değil adrese göre eğitimi gündeme getiriyor ki bundan bir an önce dönülmeli.
Örneğin, çocuk Harmancık’ta oturuyor ve sınavla alınmayan bir bölüme merak sarmış. Adalet, seramik, eğlence hizmetleri, güzellik ve saç bakım hizmetleri vs. diyelim. Ne yapacak bu durumda? Sanırım istemediği bir eğitimle lise hayatını tamamlayacak.
*
Bizim dönemimizde tüm meslek liseleri sınavla öğrenci alırdı. Siz de yeteneğinize ya da merakınıza göre bir bölüm seçer ve aldığınız puana göre sıralamadaki bir okula kaydınızı yaptırırdınız. Ben Haydarpaşa Teknik Lisesi mezunuyum. Kendimden örnek vereyim. İlk olarak Alibeyköy Endüstri Meslek Lisesi Elektronik Bölümü’nü kazanmıştım. O zaman birinci yılın sonunda puan ortalaması iyi olanlar teknik liseye geçiş yapar ve bir yıl daha fazla okurdu lisede. Ben de birinci sınıfın sonunda elde ettiğim puan ortalamasıyla, Haydarpaşa Teknik Lisesi Elektronik Bölümü’ne kaydımı yaptırdım. Her gün köprü geçtim ama istediğim bir okulda okuma şansını elde ettiğim. Tüm zorluklarını bilerek. Bugün aynısını yapma şansı tanıyor muyuz gençlere? Çok zor. Adres oyunlarıyla bir yere kadar belki.
SANAYİNİN İHTİYACI
Ayrıca mesleki liselerde okuyan öğrenci sayısı ile gerçek hayattaki çalışan sayısı da uyumlu değil. Bunu ifade eden de Milli Eğitim Bakanlığı Mesleki Teknik Eğitim Genel Müdürlüğü. Burada yer alan rakamlara göre Bursa’da 150 bin öğrencinin yüzde 39’u mesleki okullarda eğitim görüyor. Ve bunlarda da, elektrik-elektronik, makine, bilişim, yiyecek-içecek, metal ve motorlu araçlar en çok tercih edilen bölümler. Ancak, Bursa’daki sanayi ağırlığı biraz farklı. Motorlu araçlar istihdam açısından ilk sırayı alırken, onu tekstil ve mobilya takip ediyor. Yani hayatın pratiği ile teorik alandaki eğitim çakışmıyor.
*
Öyle ya, fosil yakıtlarla dünyamızı kirletiyoruz el birliği ile. Ancak bir yandan fosil yakıtların azalma eğilimi, diğer yandan küresel ısınma etkisiyle, artık araçların elektrik enerjisiyle çalışması geri dönülemez bir noktaya gidiyor. Ancak burada önemli iki nokta öne çıkıyor. İlki elektriğin kaynağının ne olduğu? Yani pillerin şarj edileceği elektrik enerjisi yenilenebilir enerjiden mi, yoksa yine fosil yakıtlardan mı elde ediliyor. Eğer elektriğinizi fosil yakıtlardan üretmeye devam ediyorsanız, elektrikli araç kullanmanızın çok da bir önemi yok.
Ancak gerek fosil yakıtların azalması gerekse küresel ısınma nedeniyle dünyada elektriğin depolanması için çok ciddi çalışmalar yapılıyor. Bu konuda da Çin pastanın hakimi. Çin, yüzde 62 ile pil üretiminde lider. Çin’i ABD, Güney Kore ve Polonya takip ediyor.
Türkiye de, Zorlu Holding ve Çinli ortağıyla bu konuda önemli bir adım atmış durumda. Zorlu Grubu 2023’te Türkiye’nin ve dünyanın sayılı pil üreticisi olmak için harekete geçti. Bilindiği gibi Zorlu Grubu, yerli otomobilin de ortakları arasında
*
Olaydaki devrimi şöyle düşünün; buhar gücü bulunduğunda, insanlar bir yandan kendi kas gücünün sınırlarını aşmış, diğer yandan da mobiliteyi sağlamıştı. Şimdi de elektrik enerjisinde hem mobilite daha da yaygın hale geliyor, hem de çevrecilik öne çıkıyor. Düşünün ki evinizin çatısında güneşten elde ettiğiniz elektriği pillerle depoladınız. Artık daha mobil ve daha çevreci olabileceksiniz.
Teknoloji de hızla bu gelişmelere hizmet eder durumda. Pillerin kullanım ömürleri, şarj süreleri artarken kapladıkları yer ve ağırlık da giderek düşüyor. Fiyatlar da öyle. Aynı gelişme yenilenebilir enerji üretme teknolojilerinde de ortaya çıkıyor. Yani kısa sürede yenilenebilir enerji ve bu enerjinin depolanması teknolojileri daha ulaşılır hale geliyor. Yine tıpkı buharlı makinelerin bulunmasında olduğu gibi. Ancak bu kez her şey kat be kat hızlı gelişiyor. Şu an lityum iyon pillerin de yakın gelecekte yeni bir teknolojik gelişmeye maruz kalacağı ve yepyeni bir dünyanın önümüzde açılacağı ifade edilir oldu.
O nedenle varmak istediğim sadeti kısaca şöyle ifade edeyim; yerli otomobil, tek başına bir anlam ifade etmiyor. Ancak bunu geleceği yakalamak olarak görürsek ve özellikle pil teknolojilerinde söz sahibi olmaya çabalarsak o zaman gerçekten bir çağı yakalarız. Artık güç bitmeyen pillere sahip olanın elinde olacak. Petrol giderek önemini azaltacak. Bu da enerjideki güç dengelerini değiştirecek. Güneş cenneti ülkemizde, umarım yenilenebilir enerji ve bu enerjinin depolanmasına daha çok akıl yürütülür.
Aslında, tarih deyince aklımıza da bu dönem ve hatta yazının keşfinden sonraki ki 5 bin 500 yıl aklımıza gelir.
İnsan denilen varlığın tarihi, 200-300 bin yıl öncesine dayandırılırken, biz bunun 12 bin yıl kadar önce yerleşik düzene geçtiğini ve medeniyetler oluşturmaya başladığını, 5 bin 500 yıl kadar önce yazmaya başladığını biliyoruz.
Hal böyle olunca, bazı tarih aralıklarını gözümüzde ne kadar büyüttüğümüz ortaya çıkıyor. Aslında tarihi, kendi kişisel yaşam süremizle ilişkilendiriyoruz sanırım. Son yıllarda hızla yaşanan dijital dönüşümü anlarken de, şaşkınlık, hayranlık, karşı duruş gibi tepkiler veriyoruz. Ancak tarihin akışı devam ettikçe, verdiğimiz tepkilerin bir kısmının anlamsız olduğunu anlayacağız.
*
Teknolojik ilerlemelerin gereğinden fazla abartıldığını düşünenlerdenim. Bunu açmalıyım. Teknolojik gelişmelerin, somut üretimlerden daha önemliymiş havasında olmasına karşıyım. Teknoloji, nasıl 19 ve 20. yüzyıl boyunca kas gücünde bize önemli kazanımlar sağladıysa, yeni dönüşüm de elbette beyin gücünde kazançlar sağlayacak. Ancak, yapılanların tamamı daha iyi doyabilmek, daha fazla haz ve mutluluk alabilmek için yapılmaya devam edecek.
Hep örneği verilir, (geçen hafta katıldığım bir toplantıda da benzeri konuşuldu) “Booking ve Airbnb’nin otelleri yok ama otel zincirlerinden daha çok kazanıyorlar” diye. Ya da Uber, Amazon, Youtube gibi teknoloji şirketlerini sıralayabiliriz. İyi de bunlar yeni bir ürün üretmiyorlar. Bu şirketler üretilen ürünlerin servis ve pazarlamasına ilişkin yeni yöntemler geliştiriyorlar. Aslında yine konaklayacak bir yere, ulaşımınızı sağlayacak bir araca, iletişiminizi sağlayacak bir yönteme ve ihtiyacınızı karşılayacak bir alışveriş noktasına ihtiyacınız var (bu alışveriş noktasını siz görmesiniz de). Sanki insan ihtiyaçları sona ermiş ve insan beslenmeyen, tüketmeyen, hazlarını somut olandan tamamen soyut olana kaydırmış gibi düşünülmesi, bana anlaşılmaz geliyor.
*
Çok sert oldu belki ama toplumsal algı böyle.
Bir toplantıda, eğitimci bir iş insanı, gelecekte fabrikalarda çalışacak mühendis bulmakta zorluk çekileceğini ifade etmişti.
Rakamlara ilk anda bakılınca onu doğrular durumda. Hiç değilse yüksek nitelikli insanların, Türkiye dışında yaşamayı seçtikleri çok sık konuşulur oldu. Çevremizde, yurt dışına yakın zamanda yerleşen bir tanıdığı olmayan yoktur belki de.
Konuyu araştırırken, netleşmenin o kadar da kolay olmadığını gördüm. Daha ciddi çalışmaya ihtiyaç var.
Biraz rakamlara bakalım önce. TÜİK 2017 ve 2018 için rakamları yayınlamış. 2017’de Türkiye’den göç edenlerin uyrukları belirtilmemiş. 2018 için bu açıklanmış. Türkiye’den göç eden kişi sayısı 2017 yılında bir önceki yıla göre yüzde 42,5 artarak, 253 bin 640 olmuş. Yani 2016’da bu rakam 175 bindeymiş. Bu iki yılda FETÖ nedeniyle gidenler de rakamı artırmış olabilir. Ya 2018’e ne demeli. Türkiye’den göç eden kişi sayısı 2018 yılında bir önceki yıla göre yüzde 27,7 artarak 323 bin 918 olmuş. 2018 istatistiğinde bir ayrıntı daha verilmiş, Türkiye’den yurt dışına giden nüfusun 136 bin 740’ı T.C. vatandaşı iken, 187 bin 178’ini yabancı uyruklu nüfus oluşturmuş. 2019 yılı rakamının da yaz aylarına doğru açıklanması bekleniyor. Rakamın daha da artması şaşırtıcı olmayacak.
Türkiye’den göç eden nüfusun yaş gruplarına bakıldığında, en fazla göç edenlerin yüzde 15,7 ile 25-29 yaş grubu olduğu görüldü. Bu yaş grubunu yüzde 13,2 ile 20-24 ve 30-34 yaş grubu izledi. Türkiye’den göç eden yabancı uyruklular ise, yüzde 20,6 ile Irak, yüzde 7,4 ile Azerbaycan, yüzde 7 ile Özbekistan, yüzde 5,4 ile Türkmenistan ve yüzde 4,9 ile İran vatandaşları takip etti.
TÜRKİYE’YE GÖÇ...
Peki Türkiye’ye göç edenlerin durumu. İşte burada biraz kafa karışıyor. Türkiye’ye göç edenlerin sayısı 2018 yılında bir önceki yıla göre yüzde 23,8 artarak 577 bin 457 kişi olmuş. Türkiye’ye yurt dışından gelen nüfusun 110 bin 567’si Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı iken, 466 bin 890’ını yabancı uyruklu nüfus oluşturdu.
Geçen hafta Küçük Joe adlı filmi, Konak Kültür Mekezi’nde Başka Sinema’da kızımın ısrarıyla izledim. Okuduğum psikoloji kitaplarında mutluluğa bu kadar yüksek anlam verilmemesi gerektiğine ilişkin yazıların görsel anlatımıyla karşılaştım filmde.
Evet, bu filmde mutluluk bir hastalık halinde gelişiyor. Bitki üreten bir gen bilimci kadının, ortaya çıkardığı ve oğlunun adını verdiği Küçük Joe adlı bitki, hayatta kalabilmek için etrafındakileri enfekte ediyor. Ve polenleri soluyan insanlar, artık aynı insan olmaktan çıkıyor.
*
Çiçeğin yaratılma amacı da, uygun sıcaklıkta ve şartlarda, çiçekle konuşulması halinde, insanlara mutluluk veren bir koku yayması.
Yani amacımız mutluluk. Peşinde koştuğumuz şey hep mutluluk. Bazen antidepresanlarla, bazen satın alarak, bazen bağımlılık yaratan ürünlerle mutluluk peşinde koşarız. Peşinde koşarız diyorum çünkü mutluluk, tam da böyle bir şey. Bir yenisi ya da daha iyisi gelene kadar mutluluk veren şeyleri beklemek ya da oraya doğru etkin bir çaba içinde olmak değil midir yaptığımız.
Filmde de mutluluk arayışı bir hastalık olarak karşımıza çıkıyor. Bu hastalık aynı zamanda ana uyarıcının hedefine odaklanmış, bu anlamda tek hedefi olan insan görüntülü canlılar haline dönmemize neden oluyor.
*