Bilimkurgu sineması uzun bir süredir eski aksiyonel yapısını terk edip ya da öyküdeki yerini azaltıp “Nerden gelip nereye gidiyoruz?” türü varoluşsal soruların peşine takıladursun, insanlık ailesinin (sayıları çok az da olsa) kimi üyeleri, filmlerde (ya da romanlarda) ortaya atılan tüm bu soruların ne anlama geldiğini bizatihi yaşadı... Ve bu gruptan iki kişi de Ay yüzeyine ayaklarını değdirip uzayın sonsuzluğunda kendince hesaplaşmalara girişti... Damien Chazelle’in son filmi, bu özel insanlardan birinin, Neil Armstrong’un hayatından bir kesit alarak (1961-69 arası) onun öyküsü odağında türümüzün yaşadığı tuhaf serüvenin yolculuğuna bizleri de davet ediyor.
Müziğe ara veriyoruz!..
Chazelle, hatırlanacağı gibi arka planına müziği alan ama temel olarak insan psikolojisinin karanlık dehlizlerinde dolaşan ‘Whiplash’le tanındı. ‘Müzikaller çağı’na saygı duruşu niteliğindeki ‘La La Land’la da -bence- abartılı övgülere mazhar oldu. İlk filmi ‘Guy and Madeline on a Park Bench’ de göz önüne alındığında ilgi alanı müziğin dışına hiç taşmamıştı. Bu bakımdan dördüncü yönetmenlik uğraşı ‘Ay’da İlk İnsan’ (‘First Man’), gezindiği sular kadar tür olarak da farklı bir adım. James R. Hansen’ın ‘First Man: The Life of Neil A. Armstrong’ adlı kitabından Josh Singer’ın senaryosuyla çekilen filmi, ‘biyografik bilimkurgu belgeseli’ olarak nitelendirmek de mümkün.
Filmde Neil Amstrong’u (sağda), Ryan Gosling (solda) canlandırıyor.
2012’de aramızdan ayrılan ve Ay’da yürüyen ilk insan olarak kayıtlara geçen Armstrong’un hayat serüvenine 1961’de test pilotuyken dahil olan öykü, daha sonra ana karakterinin
malum, Hitchcock’un ‘Sapık’ından bu yana, Amerika coğrafyasında moteller pek de tekin yerler değildir... Haftanın yenilerinden ‘El Royale’de Zor Zamanlar’ (‘Bad Times at the El Royale’), bu tekinsizliğin izini süren yapımlardan. Drew Goddard’ın yazıp yönettiği film, 60’lar sonuyla 70’ler başında gezinen bir öykü anlatırken dönem panoramasına da soyunuyor ve kimi sosyopolitik göndermeler eşliğinde ilerliyor.
Önce kısaca özet diyelim: Bir grup insanın (yaşlı bir rahip / ismi Daniel Flynn, bir seyyar satıcı / ismi Seymour Sullivan ve genç bir şarkıcı / adı Darlene Sweet) yolu, tam ortasından Nevada ve Kaliforniya eyaletlerini ayıran çizginin geçtiği, Tahoe Gölü yakınlarındaki El Royale Moteli’nde kesişir. Miles adlı bir gencin her türlü hizmeti üstlendiği bu ıssız mekâna çok geçmeden gizemli bir genç kadın (onun ismi de Emily Summer-
sping) damlar ve böylece müşteri sayısı dörde çıkar. Bu topluluğun suyun altında gezinen çok farklı hikâyeleri ve dertleri vardır. Nihayetinde daha ilk geceden kartlar yeniden dağıtılır...
Sistemin aynası adeta...
‘El Royale’de Zor Zamanlar’da Drew Goddard, ‘film-noir’ tadında bir dünya kurarken seyircisini kat kat açılan bir anlatımın peşine takıyor. Öykü, motelin farklı odalarından ilerlerken bu, bir anlamda her bir karakterin epizodik manada serüvenlerinin ifadesine dönüşüyor. Önde ‘pulp’ romanların havası eserken arkaplanda dönemin Amerika’sının alegorik bir tarifi var. Yani ‘Başkanlık’ koltuğunda Richard Nixon’ın oturduğu, Vietnam bataklığında sürüklenen bir ülke: Motel ise sistemin bir aynası adeta... Geçmiş konukları arasında iş insanları, politikacılar, kalburüstü simalar var ve bu artık demodeleşmiş mekân, uzun süre onların ‘gizli kapaklı’ kaçamaklarına şahitlik etmiş. Ucu FBI’ın, J. Edgar Hoover usulü ‘gözetleme ve dinleme’ tekniklerine uzanan göndermeler de cabası... Filmde bu dönemin panoramasından kimi unsurlar filizlenirken öyküye sonradan eklemlenen Billy Lee karakteri de Charles Manson’vari bir tipleme sunuyor. Müzikleri ve kostüm tasarımıyla da dönem ruhu başarıyla yansıtılıyor.
Artık iş çığırından çıktı, DC Comics-Marvel kapışmasında elde avuçta ne varsa filmi çekiliyor. Haftanın yenilerinden ‘Venom: Zehirli Öfke’de karşımıza gelen karakteri de ‘Örümcek Adam’dan hatırlıyoruz. Arkadaşın çizgi roman evrenindeki çıkışı 1984. Sinemada ise kendisini Peter Parker’ın Tobey Maguire’in canlandırdığı serinin üçüncü filminde (yönetmen Sam Raimi, yapım yılı 2007), ‘Daily Bugle’da çalışan hırslı fotoğrafçı Eddie Brock olarak hatırlıyoruz.
‘Venom’un solo yürüyüşünde kamera arkasına, daha çok ‘Zombieland’ ve ‘Gangster Squad’ gibi çalışmalarıyla tanıdığımız Ruben Fleischer geçmiş. Senaryosunu Scott Rosenberg, Jeff Pinkner, Kelly Marcel ve Will Beall’dan oluşan dörtlünün kaleme aldığı filmin konusu kısaca şöyle: San Francisco’da bir kanal için araştırmacı gazetecilik yapan ve daha çok fakirlere yönelik haberleriyle dikkat çeken Eddie Brock, ‘içgüdüsel’ olarak ‘sahtekâr’ olduğuna kanaat getirdiği girişimci Carlton Drake’in maskesini, bir röportajla düşürmek için harekete geçer. Lakin can alıcı soruyu sorduğu anda söyleşisi yarım kalır, üstelik çalıştığı kanaldan da kovulur. Yetmez, evlenmek üzere olduğu sevgilisi Anne de kendisini terk eder. Bir bilim vakfının sahibi olan Drake ise araştırma ekibinin uzaydan getirdiği yeni yaşam formlarıyla insan vücudunu birleştirip farklı bir türe kapı aralamak istemektedir. Kimi gelişmeler sonucu Brock, Drake’in laboratuvarındaki yaratıklardan biriyle birleşir ve ortaya ‘Venom’ isimli, son derece güçlü bir yaratık çıkar...
Ruh ve beden ele geçirilince…
Ruben Fleischer’ın filmi, birkaç hafta önce izlediğimiz ‘Upgrade’i fazlasıyla andırıyor. Söz konusu yapımda vücuduna takılan bir çiple hayatı ‘yapay zekâ’ tarafından yönetilen bir adamın hikâyesini izliyorduk. Bu kez ‘düşmüş’ ve hayata tutunacak dal arayan eski bir muhabirin, bir uzaylıyla birleşimine ve ikilinin ‘kötüler’e karşı verdiği mücadeleye tanıklık ediyoruz. Dışarıdaki eleştirmenlerin yerden yere vurduğu ve çoğunun ‘1 yıldız’ verdiği ‘Venom: Zehirli Öfke’yi doğrusu ben beklediğimden çok daha iyi buldum. Düşmüşlük ve sahip olduğu değerleri kaybedip yeniden kazanmak için çabalama açısından girişte andığımız ‘Örümcek Adam 3’ (‘Spider-Man 3’) fazlasıyla hatırlatmasının yanı sıra esprili dil, kahramanın ve uzaylının sarkastik diyalogları, filmi sevimli kılıyor. Elon Musk’vari girişimci Carlton Drake de fena çizilmemiş bir karakter.
Tom Hardy’nin Eddie Brock’ta sırıtmadığı, Michelle Williams’ın ana karakterin sevgilisi Anne Weying’de karşımıza geldiği yapımda, yeteneğine ilk kez ‘Nightcrawler’da vâkıf olduğumuz Riz Ahmed de kayda değer bir ‘kötü adam’ profili çiziyor.
İnsanlığın bitmeyen derdi; ırkçılık... Doğadaki canlılar içinde sadece türümüze ait, tarihten devralınan ve halihazırda halledilemeyen bir ayıp, utanç... Siyahi yönetmen Spike Lee, son filmi ‘Karanlıkla Karşı Karşıya’da (‘BlacKkKlansman’) meseleye kendince el atıyor ve 70’lerden hareket ederek Colorado Springs Polis Merkezi’nde çalışan ilk Afro-Amerikan Ron Stallworth’un mücadelesini anlatıyor. Çaylak bir memurken masa başından aktif bir göreve çarçabuk geçen Ron, Yahudi kökenli iş arkadaşı Flip Zimmerman’la birlikte yörede faaliyet gösteren Ku Klux Klan üyesi ırkçı bir oluşumu sona erdirmek için çabalar.
Lee, senaryosunu Charlie Wachtel, David Rabinowitz ve Kevin Wilmott üçlüsüyle birlikte kaleme aldığı filminde gırgır bir anlatım tutturmuş. Yaşanmış olaylardan yola çıkılarak çekilen ‘Karanlıkta Karşı Karşıya’da ana karakter, biraz da dönem itibariyle hafiften Al Pacino’nun ‘Serpico’sunu hatırlatıyor. Hikâyedeki kimi olaylar biraz fazla hızlı gelişip yer yer bizi, mantık açısından sorgulama noktasına getirse de seyirci olarak buna çok da takılamıyoruz; çünkü filmin derdi bu değil.
Denzel Washington’ın oğlu
Spike Lee daha çok siyahilere ve Yahudilere olan nefretin geçmişteki uzantılarında dolaşıyor; bizi de sakin, meselelere mesafeli yaklaşan ve “Sistemin içinde de ‘doğru’ insanlar bulunmalı” diyen bir karakterin peşine takıyor. Parantez kapanırken de meselenin bugününe geliyor ve ‘Trump gerçeği’yle karşı karşıya kalıyoruz. Filmde karikatür kişiliklerle karşımıza çıkan ırkçılık ve ‘Ku Klux Klan örgütü’, ne yazık ki gerçek hayatta yansımasını bulmuş durumda ve bugün itibariyle bir ‘karikatür’ ABD’ye ve elbette ki dünyaya hükmetmeye çalışıyor...
Filmde dönem atmosferi ve ruhu, kılık-kıyafetleriyle çok gerçekçi bir şekilde yaratıymış. Oyunculuklar da tatminkâr; Ron Stallworth’te karşımıza çıkan Denzel Washington’ın oğlu John David Washington gayet başarılı, Zimmerman’da izlediğimiz Adam Driver zaten her daim çizgi üstü. Harry Belafonte gibi ulu bir çınarı ‘ustalara saygı’ kabilinden izlemek de keyif vericiydi. Griffith’in ‘Bir Ulusun Doğuşu’nun nasıl bir anlama geldiğini didikleyen bölüm ise sanırım filmin en iyi yanıydı.
Artık kadınların da eli silaha gidiyor ve aksiyonun içinde sivriliyorlar. ‘Atomic Blonde’da Charlize Theron, ‘Red Sparrow’da Jennifer Lawrence derken şimdi sahne sırası Jennifer Garner’da. Aslına bakarsanız aksiyon Garner için bildik bir liman: Sinemada ‘Elektra’, televizyonda ‘Alias’ bu cephede önceki duraklarıydı...
Lakin Amerikalı kadın oyuncuyu bu hafta karşımıza getiren ‘İntikam Meleği’nin (‘Peppermint’) tanım aralığını ‘kadınlar ve aksiyon’dan ziyade ‘Kendi adaletini kendin sağla’ başlığı üzerinden yapmak gerekiyor. Pierre Morel imzalı yapım, 70’lerin Charles Bronson’lı ünlü klasiği ‘Death Wish’in yeni bir versiyonu. Hatırlanacağı gibi söz konusu filmde ailesini kaybeden bir baba, eline silah alıp meseleyi bizatihi kendi çözüyordu. Michael Winner’ın 1974 tarihli bu filmi Brian Garfield’ın romanından sinemaya uyarlanmıştı. Benzer bir temaya sahip bir başka Garfield romanı ‘Death Sentence’ da 2007’de perdeye taşınırken Bronson’vari bir intikam yolunu tercih eden isim Kevin Bacon oluyordu. İlginçtir, aynı yıl Jeil Jordan’ın ‘Brave One’ında Jodie Foster, benzer şekilde adaletini kendisi sağlamak zorunda kalıyordu. Bu açıdan ‘İntikam Meleği’, ‘Brave One’a daha yakın düşüyor. Ve fakat kamera arkasındaki isim aksiyonlara vâkıf Pierre Morel olunca Jennifer Garner, iki-üç kişiden ziyade koca bir çeteye karşı mücadele eden bir ölüm makinesine dönüştürülmüş.Jennifer Garner, ‘Elektra’dan ve TV dizisi ‘Alias’tan aksiyona yatkın bir isim.
‘Toplumsal arınma!’
Bu aşamada önce kısaca konu diyelim: Bir uyuşturucu çetesinin göz korkutmak amacıyla gerçekleştirdiği saldırıda kocasını ve kızını kaybeden, failleri teşhis etmesine rağmen hiçbir ceza almamalarına da tanıklık eden Riley North, olayın beşinci yıldönümünde ortaya çıkar ve hesabını kendisi görmeye başlar. Karşısındaki koca bir çetedir ama Riley’nin açık hesabı sadece onlar değildir. Listesinde kanlı eylemleri örtbas eden hukukçular da vardır; öfkesinden avukat ve hâkim de payını alır...
Senaryosunu Chad St. John’ın kaleme aldığı ‘İntikam Meleği’, yönetmen Morel’in etkileyici aksiyon sahneleri sayesinde eskilerin deyişiyle ‘yağ gibi akıp giden’ bir heyecan kurdelası (bu da eski bir sinemasal deyimdir!) olmuş. Filmin öncüllerinden farkı, çürümüşlüğün (aslında bildiğimiz türden) geniş resmini çizerken intikam parantezine sadece mafyayı değil ondan beslenen hukuk insanlarını ve rüşvetçi polisleri de dahil etmesi. Bu tür filmler, sinemaya gölgesini düşürdüğü ilk günden itibaren elbette bir ‘katarsis’in (‘arınma’) ifadesidir. Sistem kötülerin cezalandırılmasına ya izin vermez ya da kanunlar dahilindeki kimi boşluklar sayesinde yaptıklarının karşılığını görmezler. İşte bu noktalarda da Clint Eastwood’un ‘Dirty Harry’sinin ya da ‘Death Wish’in Charles Bronson’ının kişisel gayretleri devreye girer. Biz de seyirci olarak onlar kötüleri cezalandırırken oturduğumuz yerden “Oh olsun”larımızı çekeriz.
‘İntikam Meleği’ meseleyi günümüz refleksleriyle buluştururken işin içine sosyal medyayı ve cep telefonuyla çekilen ‘olay yeri’ canlı görüntülerini de dahil etmiş. Ki böylelikle adalet için elini kana bulayan bir ev kadınının, varoşların gözünde ‘Melek’ türü bir kahramana dönüşmesine de tanıklık ediyoruz...
Filmin kötüleri Latinler
Malum, ‘ilk kan’ı ‘Alien’ (1979) akıtmıştı. Ridley Scott’ın aksiyonla karışık sosyolojik öğelere de göz kırpan uzay geriliminin gördüğü ilgi adeta yeni bir türe kapı araladı. İkinci adımda (1986) kamera arkasına James Cameron geçerken tehlikeyi evrenin herhangi bir yöresinde hissettirmek yerine bizatihi yaşadığımız topraklarda görünür kılmak fikriyle birlikte John McTiernan’ın ‘Predator’ı katıldı aramıza. Çok sonraları (2000’lerin başında) bu iki ayrı ‘uzay mensubu’ aynı filmlerde (‘AVM: Alien vs. Predator’ ve ‘Aliens vs. Predator: Requiem’) boy gösterseler de solo çalışmaları her daim daha fazla gönül çelen oldu...
‘Lethal Weapon’
serisinin yazarıydı...
Gelelim günümüze... Artık şimdiki neslin de yeni ‘Predator’lara ihtiyacı var! McTiernan’ın çektiği ilk filmdeki kurbanlardan biri olarak askeri birliğin içinde yer alan Shane Black, kamera önünden arkasına terfi anlamına da gelen 2018 ürünü ‘Predator’ın yönetmeni kimliğiyle karşımızda. Bir zamanlar Hollywood’un en popüler senaristlerinden biri olan Black’in kaleminden çıkan yapımlar kreasyonunda ‘Lethal Weapon’ serisi, ‘The Last Boy Scout’, ‘Last Action Hero’, ‘The Long Kiss Good-
night’ ve ‘Iron Man 3’ gibi hatırı sayılır izler var... Ki yönetmen olarak da son derece sevimli bir film olan ‘Kiss Kiss Bang Bang’e (çok başarılı bir kara komediydi) de imza atmıştı.
G.Saray bu sezona ‘son şampiyon’ kimliğiyle başladı ama ilk 4 haftada oyun olarak bunun hakkını veremedi. Alanya maçı hariç ne rakibi ısırıyor ne de organize bir oyun oynadığına dair ikna edebiliyordu. Bu görüntü dün de ilk 45’te tekrarlandı; bloklar bağlantısız, yardımlaşmasız ve baskısız. Ve fakat 2. yarıda işler değişti. 10 dakikada 3 gol, liderlik yolunun ana istasyonları oldu.
Son 3 maçtaki karne: 6-0’lık galibiyet, 4-0’lık mağlubiyet ve son olarak 4-1’lik zafer... G.Saray uçlarda yaşıyor! Kasımpaşa karşısında alınan sonuca aldanılmamalı derim. Bence yine de takım sorunlu; dünkü skor da anlık patlamalarla geldi. Mesela forvet bölgesi: Eren’in gerçek kimliği hangisi? Gol öncesi kaçırdığı kafa vuruşu mu örneğin? Neyse, fizikte önemli bir meseledir; yükler dağıtılır. Dün de Galatasaray gol yüklerini dağıttı ve kazanmak için sadece forvetinin becerilerini beklemedi. Son olarak naçizane uyarım şu yöndedir: Ortaya konan futbol Şampiyonlar Ligi’ne yetmez...
RODRİGUES’İN ‘PAŞA’ KONÇERTOSU!
CAPE Verde’li kanat Rodrigues, dün kısa bir süre vites yükseltti ve takımının farkı açmasını sağladı. Özellikle 2. golü çok klastı. Aslında bu türden goller onun repertuarında sıkça yer alıyor. Nitekim geçen sezon Kasımpaşa’ya 2-1 yenilirken de benzer bir gole imza atmıştı...
Terim de dün Ozan Kabak’la adeta yabancı tartışmasına cevap verdi. 25 Mart 2000 doğumlu genç stoper Trezeguet’yi durdurmada çok başarılıydı. Gerçi bir penaltıya neden oldu ama yine de performansıyla göz doldurdu ve gelecek için ümit vaat etti.
MAÇIN ADAMI: RODRIGUES
Başka birisinin kimliğini üzerine geçirmek ve onun kaderini yaşamak... Sinema bu temayı zaman zaman kullanır ki, meselenin perdedeki şahikası bence Michelangelo Antonioni’nin Jack Nicholson’lı 1975 yapımı filmi ‘Yolcu’dur (‘Professione: reporter’). Haftanın yenilerinden ‘Transit’ benzer bir trüğü öyküsü içine katan bir yapım. Lakin kendisinden daha önceki adımlardan ilham aldığını söyleyemeyiz, çünkü filmin senaryosu Anna Seghers’in 1942 tarihli romanına dayanıyor. Yani ortada orijinal bir metin var; ama galiba Christian Petzold’un filmi kendisini daha da orijinal yapan bir dokunuşa sahip. O da şu; yönetmen senaryoyu kaleme alırken romanda anlatılanları günümüze taşımış ve Avrupa’nın şimdiki hali pürmelalini Seghers’in kitabı üzerinden tasvire koyulmuş.
‘Transit’te başrolleri Paula Beer ve Franz Rogowski paylaşıyor.
Bir tereddüdün romanı...
Önce kısaca hikâye diyelim: Alman birlikleri Paris’e doğru ilerlemektedir. Nazi zulmünden kaçan Georg, Avrupa’yı terk edip yeni bir hayata yelken açmak istemektedir. Önüne bir fırsat çıkar; hayatını kaybeden Weidel adlı komünist bir yazarın evrakı eline geçer ve onun kimliği üzerinden hareket etmeye başlar. Hedef, Marsilya üzerinden Meksika’ya gitmektir... Bu sırada Marie adlı genç bir kadına âşık olur. Bu durum, planlarını yeniden gözden geçirmesine neden olur...
Alman sinema geleneği içinde Batı’nın vicdanı türünden bir refleksle hareket eden ve çoğunlukla ait olduğu topraklarla meselesi olup bir noktada “Gitmek mi zor, kalmak mı zor?” denklemiyle yüzleşmek durumunda kalan insanların öykülerini anlatan Christian Petzold, ‘Transit’te de benzer refleksler üzerinden ilerleyen bir metni sinemaya uyarlamış. Bu uyarlama filmin ana karakteri, yönetmenin önceki çalışmalarından ‘Barbara’daki kadın doktorun Doğu Almanya’yı terk edip etmeme noktasındaki tereddüdüyle aynı sularda geziniyor. Aslında meselenin ucu Seghers üzerinden Stefan Zweig’a kadar bile uzatılabilir. Dönemin Alman aydınlarında hep o ruh durumu ve ikilemi vardı: Ya ülke terk edilecek ve Nazizm belası atlatılana kadar yurtdışında bir hayat sürülecekti ya da durup mücadele edilecekti ama bu mücadele sonunda ölmek de vardı, üstüne üstlük Alman faşizminin ne olacağı da belirsizdi; Hitler’in rejimi baki de kalabilirdi.
Petzold, romanı köklerine bağlı kalarak güncelleştirirken Yahudilerin, yerini göçmenler almış ve böylelikle zamanımızın öncelikli meselesi, ‘mülteci sorunu’na dikkat çekmeye çalışmış. Ve bu dokunuşlar öyle zarifçe, öyle ince olmuş ki ortaya enfes bir film çıkmış. Ana karakter için Marsilya bir noktadan sonra onun ‘Araf’ına dönüşürken Georg, âşık olduğu Marie, Marie’nin birlikte olduğu doktor Richard derken hikâyenin gelgitleri açısından ‘Transit’ bir noktadan sonra, yabancı bir eleştirmenin de vurguladığı gibi ‘Casablanca’ tadına ulaşıyor.
‘Almanlardan iyi kaleci çıkar’